‘ORADA DUR!’
CHP lideri Deniz Baykal’ın tesettürlü kadınları partiye kabul etmesinin sembolik önemi elbette büyük. Muhakkak ki seçim hesaplarının rolü var. Ama seçim için de olsa, yıllardır “irtica alameti” diye yerden yere vurulmuş, aşağılanmış, üniversite kapılarından kovulmuş, çocuklarının orduevlerindeki düğünlerinden, diploma törenlerinden atılmış insanlar, şimdi CHP’de “Hoş geldin” diye alkışlanıyor!
Bu, kesinlikle önemli bir olaydır.
Bu olay, “vatandaş” kavramına verdiğiniz anlamla ilgilidir!
Bu olay “demokrasi” kavramına verdiğiniz anlamla ilgilidir.
Hatta bu olay “uluslaşma”dan ne anladığınızla ilgilidir!
Kültürel çatışma
Baykal doğru bir adım atmıştır. Bu adımın mimarı İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin’i de kutluyorum. Çünkü artık kültür ve hayat tarzı kavgalarını aşabilmeli, siyaseti ekonomik ve sosyal politikalar üzerinden yapabilmeliyiz. Siyaset ancak o zaman kendi dinamiklerinin ‘rasyonel’ine ulaşabilir.
Baykal da bu görüştedir ama partisinin ‘genleri’ buna izin vermiyor. Onun için “kılık kıyafet” sadece CHP’de sorun oluyor!
Mısırlı iktisat tarihçisi Charles Issawi, Cross-Cultural Encounters and Conflicts adlı eserinde, modernleşme sürecinde Uzakdoğu ülkelerinin teknik ve ekonomik faktörlere öncelik verdiğini, Ortadoğu’da ise modernleşme deyince öncelikle simgelerin, hayat tarzlarının, Batılı yaşam ve tüketim biçimlerinin anlaşıldığına dikkat çeker.
Biz bunu hâlâ aşamadık; özellikle de CHP...
Rahmetli Bülent Ecevit bu sorunu görmüştü, İnönü’ye “Artık Nurculuk, gericilik gibi konuları değil de halkın ekonomik sorunlarını konuşsak” diye öneride bulunmuş, “Ortanın Solu” hareketi böyle başlamıştı. Ecevit’in Atatürk ve Devrimcilik adlı kitabının da özü budur.
Ve Ecevit, CHP tarihinde görülmedik oranda oy alabilmişti; yüzde 42!
CHP’nin gettosu
Siyaset bilimci Baykal da bu konuları çok iyi bilir. Ama partisinde ancak gösteri cinsinden “bir adım” atabiliyor. Bu bile tepkiyle karşılanıyor, mesela Necla Arat diyor ki:
“Her türlü oy kaygısını bir yana bırakarak laik cumhuriyetten ödün vermemek gerekir!”
İyi de bu kitleler CHP’ye önemli oranda oy verirlerse “laik cumhuriyet” güçlenir mi, zayıflar mı?!
Bunu bile düşünemiyorlar, çünkü bu insanlara ‘ikinci sınıf vatandaş’ gibi bakıyorlar; Maurice Larkin’in deyimiyle, “cumhuriyetin paryaları!”
Oyları da lâzım değil!
Ve Baykal hemen ‘denge’leme yapıyor:
“Üniversitede türban, çarşaf isterlerse orada dur deriz!”
Kapıcı, çamaşırcı, hizmetçi, temizlikçi, bulaşıkçı, çaycı ol! CHP’ye de oy ver!
Ama çizmeyi aşma! Üniversitede okuma! Okuyup meslek sahibi olma!
Otur oturduğun varoşta! Orada dur!
Halbuki Türkiye’deki sosyolojik dinamik, “kenar”dakilerin veya “alt sınıflar”ın eğitim, şehirleşme, piyasa ekonomisi ve siyasal katılma gibi yollarla “merkez”e gelmeleri yahut “sınıf atlamaları” yönündedir. Özlemleri budur ve asıl modernleşme de budur.
Uluslaşmanın da en önemli sosyolojik dinamiği budur.
Ama “Orada dur” demekle bu kitlelerin toplumsal özlemlerine karşı çıkmış olursun, oylarını da alamazsın!
Keşke CHP, Ecevit’in yaptığı gibi gerçek bir açılım yapabilse de, kendi “yüzde yirmi”lik gettosunun dışına çıkabilse... O zaman demokrasi de, laiklik de daha bir sağlığa kavuşur.
Taha Akyol
Milliyet, 21 Kasım 2008
|
22.11.2008
|
|
BENİ BİLE ADD’Yİ SAVUNMAK ZORUNDA BIRAKTINIZ
Son iki yılda Atatürkçü Düşünce Derneği’ni (ADD ) defalarca eleştirdim. Çünkü başkanları, emekli orgeneral Şener Eruygur darbe heveslisi bir kişiydi. Derneği bu emele ulaşmak için kullanıyordu.
Geçenlerde ADD’nin düzenlediği bir miting hakkında savcılığın soruşturma açtığını öğrendik.
Olay şu: 19 Temmuz günü, Ergenekon soruşturmasını protesto etmek için ADD’nin düzenlediği mitinge katılan Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) sempatizanları, Atatürk ve Lenin’i birlikte gösteren bir pankart açmışlar.
( Not: Ben bu pankarta bir başka açıdan gülmüştüm. Yaz sıcağında “kalpaklı” insanları gösteren bir pankart çok tuhafıma gitmişti!)
Fotoğrafların üst kısmında, “ Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşımızın Önderi ve En Büyük Müttefiki “ yazan pankart yüzünden ADD ve HKP hakkında dava açılmış.
Niye? Çünkü bu durum, 5816 sayılı “ Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanuna Muhalefet “ suçuna girebilirmiş.
Ben elbette savcının işine karışacak değilim. Ancak birkaç noktaya değinmek isterim.
Öncelikle şunu belirteyim: Pankartın ve onu taşıyanların sahip olduğu ideolojiye karşıyım. Kemalizm de, Leninizm de bana çok uzak fikir kümeleri.
Ancak şunu anlayamıyorum: Atatürk ile Lenin’in bir arada anılması niye suç olsun?
(Eğer “kanun böyle” diyorsanız; bilelim ki o kanun yanlış! Değiştirilmesi gerekir)
Olayda iki temel gariplik var:
1) Demokrasilerde insanlar düşüncelerini ortaya koyar. Niye onları fikirlerini gizlemeye, yani “ takiye “ yapmaya zorluyoruz? Konuşsunlar ki bilelim.
2) Şunu da net olarak söyleyelim: Eğer Sovyetler Birliği’nin yardımı olmasaydı Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı. Başta Lenin olmak üzere Sovyet yönetimi, Milli Mücadele döneminde Ankara hükümetine yüklü miktarda para ve silah vermiştir.
Sovyetler ile iyi ilişkiler daha sonra da devam etti. Mesela 1928’den 2008’e, tam 80 yıldır Taksim Atatürk Anıtı’nda yer alan iki Sovyet generali alanı süzmekte.
Atatürk anıtına Sovyet generali koyuyorsun ama Atatürk ile Lenin’in resimlerini pankartta bir araya getirilmesine izin vermiyorsun. Olacak iş mi?
Şu hale bakın: ADD ve HKP lehine yazmak zorunda kaldım. Türkiye işte böyle bir ülke!
Emre Aköz / Sabah, 21 Kasım 2008
|
22.11.2008
|
|
EZANIN ZAMANI VE SİNEMAMIZ
Avrupa filmlerinin içinden çan sesleri geçer. Kızla oğlan karanlık bir sokakta öpüşürken uzaktan çan sesi gelir. Adam soğuk bir otel odasında intihar ederken yakındaki katedralin çanları çalmaya başlar.
Bizim sinemamız “seküler” (dindışı) hayatın dışında bir başka zamanın daha varolduğunu; o zamanı toplumumuzda ezanın belirlediğini görmezden geldi. Ezan sadece ölümü hatırlattı Yeşilçam’a. Cenaze sahnelerinde kullandı.
Tuhaf bir durumdu aslında!
Şimdi Reha Erdem’e, Nuri Bilge Ceylan’a, Çağan Irmak’a bakıyorum da...
Ezanın farklı “zamanı”nı ve çağrışımlarını ne güzel yediriyorlar filmlerinin içine!
Geç oldu ama güzel oldu!
Haşmet Babaoğlu,
Sabah, 21 Kasım 2008
|
22.11.2008
|
|
Türkiye Korku Cumhuriyeti
(...)Ulusal marşı “Korkma” diye başlayan cumhuriyette, korkunun her yere nasıl yayılıp kimleri nasıl susturduğunun örnekleri o kadar çok ki...
Haşim Kılıç geçenlerde ne dedi ve başına neler geldi hatırlasanıza.
Anayasa Mahkemesi Başkanının “Anayasa’nın değişmez maddeleri konusunu konuşmaya cesaretinin yetmediğini” açıklaması bile, bir öcüler korosunu, bir zulüm mangasını, bir tür Engizisyon konseyini harekete geçirebiliyor bu ülkede.
Anlaşılan aynı korodan, aynı mangadan, aynı konseyden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de çekiniyor.
Çankaya Köşkü’nde Hakkârili sivil toplum temsilcileriyle konuşan Gül, “Düne kadar adı yoktu; bugün biz de biliyoruz” diye adını vermeden andığı Kürt meselesi konusunda bakın ne demiş:
“Burada söyleyemeyeceğim şeyleri de düşünüyorum. Hatta sizin bana söylemek isteyip, söyleyemediğiniz şeyleri biliyorum ve size katılıyorum.”
Nasıl bir korku cumhuriyeti ki bu, Kürt meselesinde demokratik çözüm isteyen bir cumhurbaşkanı, çözümün nasıl olacağına ilişkin fikirlerini dillendirmekten çekiniyor; cesareti “anlarsınız ya...” türü imalara yetiyor ancak.
Gazetecilerin gerçekleri yazmaktan, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın anayasa hakkında konuşmaktan, Cumhurbaşkanı’nın fikirlerini söylemekten korktuğu bir cumhuriyet...
Sustukça öcüler korosunun, zulüm mangasının, Engizisyon konseyinin istediği oluyor oysa.
Biz susarsak, silahların susmayacağını hayat her gün öğretiyor bize.
En alttan en tepeye “zulüm görme korkusunu” bu denli içselleştirmiş bir ülkede nasıl yaşanır?
Ağzından çıkabilecek sözden çekinen Cumhurbaşkanı başka bir ülkeye İltica mı etsin?
Susturan korkunun, terk ettiren korkudan farkı ne?
Öcülerle başa çıkmanın tek yolu, inadına konuşmak değilse nedir?
Yasemin Çongar / Taraf, 21 Kasım 2008
|
22.11.2008
|
|
Muhafazakârlar bu oyuna gelir mi?
Başörtülü ve çarşaflı bazı kadınlara CHP rozeti takan Deniz Baykal’ın ‘hakikat’i sonunda gördüğünü sanıyor bazıları. Çok benzerini 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren de yapmıştı.
İslamî kesimleri ve hatta tüm toplumu ‘depolitize’ etmek için kürsüden âyetler okumuş, bazı ‘dergâhlara’ toplu seferler düzenlenmişti. Baykal, ‘açılım’ının asıl hedefini ağzından kaçırmış; ‘liberal olacaklarına mutaassıp olsunlar’ demiş. Muhafazakâr çevrelere; ‘Sizi alırız aramıza, ama ‘resmi ideoloji’ Kemalizm’i sorgulamazsanız, millî iradenin üstünlüğüne kafayı takmazsanız, yönetimde bürokratların üstünlüğüne razı olursanız, AB üyeliğini istemek, dünyaya açılmak yerine devlet büyüklerinin verdikleriyle yetinirseniz, geliniz. Sizin başörtünüz veya çarşafınız bizi rahatsız etmez; bizi rahatsız eden sizin siyasî talepleriniz. Yeter ki bırakın şu liberalleri, liberal siyasal değerleri ve talepleri, sizin giyiminize karışmayacağız!’. Talep budur, ‘açılım’ denen bundan ibarettir.
Kitlelerin muhafazakâr ve hatta ‘mutaassıp’ olmasında bir sakınca görmüyor Baykal, yeter ki Kemalist devlet düzenini dönüştürecek ‘özgürlükçü’ siyasal talepleri olmasın. Türkiye muhafazakârları ‘mutaassıp’ değil, siyasal talepleri itibarıyla ‘liberal’. Zaten Baykal gibi Kemalistleri de son yıllarda açmaza düşüren, muhafazakârların siyaseten liberalleşmesi. Muhafazakârlar resmî ideolojinin baskılarına din adına karşı gelmek yerine liberal siyasal değerler ve taleplerle meydan okuyunca siyasetin tüm zemini değişti son yıllarda.
Muhafazakârlar uzun süre ‘milliyetçi’ kimlikleriyle anıldılar. Milliyetçilik üzerinden ‘devlet’ ile ‘muhafazakârlar’ uzlaştırıldı(...) Son yıllarda ‘milliyetçi-muhafazakâr’ nitelemesi yerine ‘muhafazakâr-demokrat’ kimliğinin öne çıkması geleneksel ilişki biçimini yıktı. ‘Milliyetçilikten demokratlığa’ yönelen muhafazakârlar ‘devlet’ denetiminden kurtuldular. Devlet, ‘vatan, millet, Kıbrıs, olmadı Ermeni meselesi’yle muhafazakârları ‘devletleştirmeye’ alışmıştı yıllarca. Muhafazakârların ‘önce demokrasi’ deyip ‘devletin politikalarına’ mesafeli kalması (28 Şubat’a teşekkürler yollanmalı bu noktada), AB üyeliğine yönelmesi, küreselleşme içinde rol almaya başlaması Kemalistleri çok ürküttü ve ürkütmeye devam ediyor. (...)
Muhafazakârların siyasal taleplerinin liberal bir içerik kazanması Kemalistleri fena halde ‘offside’a düşürdü; ‘gerici’ diye diye dövdükleri muhafazakârların, dünyanın en gelişmiş liberal demokratik kurumlarını ve değerleri savunması karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu toplumun değişim sinerjisi muhafazakâr kitlelerin ‘liberal’ bir dille kendilerini ifade etmesinden geçiyor. İkinci Grup’tan Demokrat Parti’ye, Turgut Özal’ın ANAP’ından AK Parti’ye tarihsel örnekler de bunu gösteriyor. Her şeye devletin karışmadığı bir siyasal model fikri bu ülkede sandığımızdan daha derin ve yaygın.
Liberal siyasal değerlerle muhafazakâr kimliğin ve kitlelerin buluşması siyasette dönüşümün temel anahtarı. Bu anahtarı çöpe atmamak, ideolojik Kemalist devletin yarattığı sorunların çözümünde kullanmak gerek.
Kemalistler, şimdilerde, liberal siyasal taleplerle otoriter devletin kapılarına dayanmış muhafazakârlar yerine ‘mutaassıp dindarlar’ görmek istiyorlar karşılarında. Böyle olunca, onları ‘hoşgörseler’ de ‘eşit’ görmeyecekler, aşağılamaya, dışlamaya devam edebilecekler.
‘Muhafazakâr dindar kesimler siyasete karışmasınlar, ibadetle meşgul olsunlar’. Yeni proje bu; ‘dindar, hatta mutaassıp olabilirsiniz; bizim devlet anlayışımıza dokunmazsanız, yani demokratik devlet talep etmezseniz, bu talebi dillendiren liberallere katılmazsanız biz de sizin kılık kıyafetinize karışmayız’. Muhafazakârlar buna fit mi? Soru budur...
İhsan Dağı / Zaman, 21 Kasım 2008
|
22.11.2008
|
|
Vecdi Gönül’e meslekî sorular
Bugünkü konunun, Vecdi Gönül’e bir yurttaş, bir maliyeci, bir gazeteci olarak yöneltmek istediğim soruların Sayın Gönül’ün Brüksel’de yaptığı talihsiz konuşmayla hiç ilişkisi yok.
Sayın Vecdi Gönül bildiğiniz gibi bugün Milli Savunma Bakanımız; Sayın Gönül aktif politikaya girmeden önce de Sayıştay Başkanlığı yapmış bir kişi.
Bir kişinin şahsında Milli Savunma Bakanlığı ve Sayıştay Başkanlığı (eski) görevlerini birleştirmiş olması çok önemli; bir açıdan da yaşadığımız konjonktürde son derece etkin ve yararlı olabilecek bir birleşim.
Basından izlediğimiz kadarıyla TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Milli Savunma Bakanlığı bütçesinin görüşmeleri daha çok yeni yapıldı.
Sayın Bakanın açıklamasından ve yayınlanan bütçe gerekçesinden (Maliye Bakanlığı) 2009 senesi için Milli Savunma Bakanlığı bütçe ödenek teklifinin 14 milyar 532 milyon YTL olduğunu öğreniyoruz; bu ödenek teklifinin 6 milyar 175 milyon YTL’si personel gideri, 7 milyar 324 milyonu da mal ve hizmet alımları gideri.
Konuyla biraz ilgilenen herkes askeriyenin merkezi bütçe yanında Savunma Sanayi Destekleme Fonu’ndan da ulusal savunma kamu hizmetine yönelik önemli harcamalar gerçekleştirdiğini biliyor.
Merkezi bütçe büyüklüklerine daha kolay ulaşmakla beraber Savunma Sanayi Destekleme Fonu üzerinden yapılan askeri harcamaları detaylı bir biçimde öğrenmek kolay değil.
Söz konusu Fon Savunma Sanayi Müsteşarlığı-na, Müsteşarlık da Savunma Bakanlığına bağlı; Fon’un internet sitesinde bile detaylı harcama bilgileri 2002 senesinde durmaktadır.
Milli Savunma Bakanımız Sayın Vecdi Gönül’e, tekrar ediyorum bir yurttaş, bir maliye öğretim üyesi ve bir gazeteci olarak yöneltmek istediğim ilk soru SSDF’nun 2009 senesi büyüklüğü ile beraber 2009 senesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin yapacağı ulusal savunma harcamalarının miktarı hakkında.
Sayın Vecdi Gönül’e yöneltmek istediğim ikinci soru ise, şayet ulaşabilir isek, toplam savunma harcamalarının yani Milli Savunma Bakanlığı, merkezi bütçe içinden başka kalemler mesela MGK, SSDF ve varsa başka kaynaklar üzerinden yapılan savunma harcamalarının ne kadarının TBMM yani millet adına denetim yetkisi kullanan Sayıştay denetimine tabi olduğu konusudur.
24 Temmuz Sayıştay Genel Kurulu kararına rağmen hâlâ eski bazı yönetmelikler nedeniyle denetim dışında olan savunma harcamalarının varlığından bahsedilmektedir; şayet durum böyle ise sayısal bazda hangi kalemlerin ve neden TBMM ve Sayıştay denetimi dışında kaldığını bilmek de bir yurttaşın bir hukuk devletinde hakkı olduğunu düşünüyorum.
Üçüncü soru ise bugünlerde TBMM’de görüşülen kamu ihale yasasında askeriyeye ilişkin AB ülkelerinde olmayan istisnalara ilişkindir.
Sayın Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’e yöneltmek istediğim dördüncü ve son soru ise 2009 bütçe gerekçesinde Milli Savunma Bakanlığı’na ilişkin personel harcamalarıdır; MSB’nin personel harcamaları mesela Adalet Bakanlığı personel harcamalarından üç kat fazladır ve Sağlık Bakanlığı’nın personel harcamalarının da üzerindedir.
Bütçe dönemlerinde eski bir adet yüksek devlet memurlarının maaşlarının açıklanmasıdır; ancak, 28 Şubat döneminden günümüze valilerin, müsteşarların, genel müdürlerin, profesörlerin maaşları açıklanır iken subayların maaaşları, ek ödemeler ve tazminatlarla birlikte bu karşılaştırmalı tablodan çıkarılmıştır.
Mevcut Milli Savunma Bakanı’mızın eski Sayıştay başkanı olması bir şansımızdır zira yönelttiğim bu sorulara cevap vermede ehildir diye düşünüyorum.
Özetle;
1- Türkiye 2009 senesinde toplam ne kadar savunma harcaması yapacaktır?
2- Birinci soruda sorulan miktarın ne kadarı TBMM ve Sayıştay denetimindedir?
3- Yine birinci soruda sorulan miktarın ne kadarı şeffaf ihale kurallarına göre harcanmaktadır?
4- Bir profesör eskiden kıdemli albay maaşı alır idi; şimdi nispi durum nedir?
Sayın Bakanı Dağlıca ve Aktütün’de hiç duymadık; yukarıda sorduğum sorular demokratik bir hukuk devletinde tam da Milli Savunma Bakanı’na yönelik sorulardır, bu soruların yanıtlarını Sayın Bakan’ın mübadeleye ilişkin görüşlerinden daha çok merak ediyoruz doğrusu.
Eser Karakaş / Star, 21 Kasım 2008
|
22.11.2008
|