Çello’nun tellerine kuşlar mı konar?
Hiç operaya gitmedim. Mecbur kalmadıkça da gitmeyeceğim. Çünkü içselleştiremedim. Çünkü kültürel âidiyetim yok. O kültürü besleyen tarihsel köklerle örtüşen ortak noktalarım yok.
Bacımın kına gecesinde yüksek yüksek tepelere evler kuruldu. Bu türküyle ağladı anam, babam.
Can yoldaşım Cezayir’den ayrılan askerlerimize yakılan ağıtlarla uğurlandı baba evinden. Bu ağıtla hıçkırıklara boğuldu kaynanam, kayınbabam. Yanlış anlaşılmasın. Dede Efendi’ye, Itri’ye ne denli saygı duyuyorsam, Beethoven’e da Chaykovski’ye de aynısını duyarım. Büyük ustalardır. Devasa eserlerle ölümsüzleşmiştir adları. Âmenna. Ne var ki bana hitap etmeyen eserler. İster köylülük deyin, ister zevksizlik. Tadını alamıyorum bir türlü. Benim mutfağımdan gelmiyor.
Ölçüsü kaçırılmış bol baharatlı arabeskten de hoşlanmam ayrıca.
Ama şöyle buram, buram soğan sarımsak kokan acılı tarhana çorbası kıvamında bir köy türküsünü dünyalara değişmem. Yüreğime, gönlüme hitap eder ruhuma seslenir ya! Ondan.
Yerebatan sarnıcında Pavarotti dinlerken kendinden geçen turistle aynı şeyleri hissederim.
Bundandır operanın kraliçesi Maria Callas’ın seslendirdiği Madeline’in aryasına bigane kalışım.
O kültürden gelen, dilinden anlayan insanları ağlatan, ruhunu ihtizaza getiren olaylara yabancı olduğumdan.
Sözlerini anlamadığım için bir şey ifade etmediğinden ayrıca.
Onlar aynı dili konuştukları Madelein’in acılarını ruhunun derinliklerinde hissederken!.. Hem de bütün zamanların en büyük divası Maria Callas’ın usta yorumuyla. Anlıyor onlar çünkü, Fransız Devrimi sırasında ayak takımının Madelein’in evini nasıl ateşe verdiğini ve annesinin onu kurtarırken acılar içinde nasıl can verdiğini... Diyor ki, “Bak! Beni büyüten yer yanıyor. Tek başımayım.”
Prag’da, Berlin’de Paris’de opera binasının, Moskova Bolşoy’unun locasındaki seçkinlerin içi yanarken benim tek kelimesini bile anlamadığım o sesteki ıztırabı duymam mümkün mü?
Değil elbette. Hissedemem. Dedim ya. Bu kültür bana yabancı. Diva’nın aryasının ardından devreye giren telli çalgılar gibi. Benim ruhuma üflemiyor. Ne çello ne de viyolonsel... Ölüm döşeğindeki bir Almanın ya da Fransızın ya da İskoç’un hissettiklerini hissettirmiyor.
Ne, kamışlıktan kesildiğinden beri feryâdından inleyip duran neyin sesine, ne de bir çobanın nefesinden dalga dalga yayılan kavalın yanık ezgilerine benziyor.
Kısacası dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin ezgilerine hiç mi hiç benzemiyor.
Dedemin, nenemin, düğünde dernekte, seferde hazerde onlarla ağlayıp onlarla güldüğü ezgilere. Bana da o ezgilerle ağlamak öğretilmiş. Onlarla gülmek.
Balkanlar, Ortadoğu, Kırım, Cezayir, Yemen, Budin, Trablusgarp, Çanakkale, Sarıkamış birer birer çıkarken elden, Anadolu’dan feryatlar yükselmiş. Bozgunlar, göçler, hastalıklar, mezalimler, tecavüzler yürek paralayıcı feryatlar halinde o ezgilerin eşliğinde türkülere dökülmüş de onlarla parçalanmış yürekler.
Onların ıztırabı dağlar ciğerimi.
İşte ondan ne zaman yanık bir ezgi duysam, tarih boyunca vatanımın başına gelen felâketleri, faciaları çağrışırım.
Oturur ağlarım. Utanmadan. Ne yapalım böyle görmüşüz dededen atadan.
|