|
|
|
Ergenekon’un sırrı Susurluk’ta saklı |
Herkesin kafasında Ergenekon’la ilgili iki temel soru var.
Bu iş burada bitti mi yoksa devam edecek mi?
Bu tür soruların hiçbir net cevabı yok.
Çünkü bu mücadele bir ülkenin kendi kirli tarihiyle yüzleşmesini gerektiriyor ve kolay bir mücadele değil.
Alın Avrupa ülkelerini...
İtalya, Belçika, Danimarka, Lüksemburg gibi birçok Avrupa ülkesi 70’lerden sonra böyle bir mücadele yürüttü. O ülkelerdeki Gladio örgütlenmesini temizlemek neredeyse 20 yıl sürdü.
Davalar açıldı, kapandı. Soruşturmalar kesintiye uğradı. Savcıların arabaları bombalandı, suikastlar yapıldı.
Hiç de kolay geçmedi.
Bizde daha yeni başlıyor.
10 yıl önce patlayan Susurluk Skandalı bir ilk adımdı. Ama önemli bir adımdı. Susurluk’un önemi şuradan belli, bugün Ergenekon’u çözmek isteyen savcılar bile Susurluk’tan yola çıkarak Ergenekon’u tarif ediyorlar...
Ediyorlar çünkü “Ergenekon’un gerçek sırrı Susurluk’ta saklı.”
90’ların “İttihat Terakki”si
Peki, Susurluk ne?
Belki de asıl cevabı aranması gereken soru bu.
Susurluk gerçek anlamda bir “Türk Gladiosu” örneğinin adıdır.
Susurluk, bir anlamda İttihat Terakki’nin 90’lar versiyonudur.
Bu yapı, “devletin gerçek sahibi” düşüncesiyle örgütlenen ve adam öldürmek dahil kendisinde her şeyi yapmaya hak gören bir anlayışa sahip.
Türkiye’nin temel sorunlarının ve tabularının sürmesini isteyen, çözüm önerenleri “yok etmekle” kendini görevli sayan bir anlayış bu.
Bu güçle, 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar Türkiye’de faaliyet gösteren NATO eksenli, CIA patentli kontrgerilla gücü arasında sıkı bir ilişki vardı. Sovyet tehdidine karşı uzun yıllar birlikte hareket ettiler.
O dönemlerdeki bütün karanlık olayların altında bu uluslararası “aklın” imzası vardı.
O karanlık olayların çözülmemesinin asıl nedeni de buydu.
“Kürt hareketi” meselesi
89’dan sonra yeni bir dönem başladı. Bu dönemi farklı kılansa, bir “iç mesele” gibi görünen “Kürt Hareketi”nin yükselmesiydi. Kürt meselesi yabancı karanlık güçlerden çok “Türk Gladiosu”nun bir sorunuydu.”Türk Gladiosu” Kürt hareketini durdurmak için tek başına harekete geçti.
O yıllarda devletin tepesinden en küçük birimine, mafyacısından korucusuna hemen herkesin işin içine girdiği “düşük yoğunluklu” bir “savaş” başlatıldı.
Susurluk bu hukuk dışı savaşın topyekun adıdır.
Askerin de, polisin de görev aldığı, devlet görevlisiyle mafya babasının iş tuttuğu, sayısız çetenin devlet adına adam öldürdüğü, kumar ve uyuşturucu mafyasının bile “Türkleştirildiği” kirli bir dönemdi Susurluk süreci.
İş zıvanadan çıktığı için de Susurluk’ta bir Mercedes bir kamyona çarptı, daha doğrusu çarptırıldı ve ortaya kirli ilişkiler döküldü.
Ama Türkiye’nin siyasi iradesi o karanlık ilişkiler ağını çözemedi. Daha doğrusu göz yumduğu ve gücü yetmediği için de çözemedi.
Kontrol dışına çıkmış bir avuç özel timci polis ve deşifre olmuş birkaç mafyatik unsur tutuklandı diğerlerine dokunulmadı bile...
Şimdi Ergenekon’la mücadelenin nasıl bir seyir izleyeceği merak ediliyor. Doğrusu işin içine siyasi hesaplar katılmasa bile önümüzde hala bir Kürt Sorunu dururken, bu mücadelenin kolay geçmeyeceği çok açık.
Ama gelinen nokta çok önemli... Çünkü geçmişte her on yılda bir darbelere maruz kalan Türkiye artık her on yılda bir temizlenmek için harekete geçiyor. Dileriz bu son temizlik süreci olur.
Sabah, 9 Ağustos 2008
|
Mahmut Övür
10.08.2008
|
|
|
YA HESAPLAR TUTMAZSA? |
Olimpiyatlar’ın başlaması nedeniyle tüm dünyanın dikkatinin Pekin’de toplandığı gün, Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili ordusunu Güney Osetya’ya gönderiverdi.
Operasyon belki “Zamanlama ustalığı” olarak görülebilir ama asla sürpriz sayılamaz. Çünkü sorunun tüm tarafları Gürcistan’ın bu hamlesini bekliyordu. Ayrıca son 10 günde patlayan bombalarla, açılan tahrik ateşleriyle, savaş uçaklarının kışkırtıcı gövde gösterileriyle Saakaşvili bu adımı atmaya adeta itiliyordu.
Çünkü diplomatik deyimle Güney Osetya’daki “Dondurulmuş ihtilaf”ın buzlarının çözülmesi, herkesin, sorunla ilgili tüm tarafların işine geliyordu. Sayalım:
Öncelikle Saakaşvili’nin böyle bir operasyona şiddetle ihtiyacı vardı. 2-4 Nisan 2008’de Bükreş’te yapılan NATO zirvesinde Gürcistan’a üyelik için “Yeşil Işık” yakılmaması halkta derin düşkırıklığına yol açtı. Buna giderek ağırlaşan ekonomik sıkıntıların körüklediği hoşnutsuzluk eklenince, halk desteği iyice azalan Gürcistan lideri Güney Osetya kartını oynayarak bir taşla birkaç kuş birden vurmayı hesapladı: Gürcistan’ın NATO üyeliği için öncelikle toprak bütünlüğünü sağlaması gerektiği argümanını güçlendirmek, diğer ayrılıkçı bölge olan Abhazya’ya gözdağı vererek masaya oturtmak, Rusya’nın -kaçınılmaz-misillemesine karşı ABD’yi müdahaleye zorlamak...
«««
Moskova’nın senaryoları
Gürcü saldırısı Rusya’nın da hesaplarına uyuyor: Almanya Dışişleri Bakanı Franz Steinmeier, hiç değilse Abhazya sorununun çözümü için bir girişim başlattı. Hazırladığı plana göre, taraflar arasında görüşmeler için uygun ortam yaratılması amacıyla Gürcistan’ın güç kullanmama taahhüdünde bulunması, ABD, İngiltere, Fransa Almanya ve gönülsüz katılanRusya’nın oluşturduğu grubun bu taahhüde kefil olması, 250 bini aşkın Gürcü mültecinin Abhazya’daki evlerine dönmeleri gibi güven verici adımlar atılacaktı. İşte bu paket en geç önümüzdeki ortasına kadar Berlin’de yapılacak toplantıda bağlanacaktı. Rusya için Abhazya, stratejik önemi nedeniyle Güney Osetya’dan bin kat daha değerli. Şimdi Moskova, Gürcistan’ın bu operasyonuyla Berlin randevusunun, dolayısıyla Abhazya sorununun çözümü girişiminin torpillendiğini görüyor ve ellerini ovuşturuyor. Ama asıl beklentisi şu: Güney Osetya operasyonu başarısızlıkla sonuçlanırsa Saakaşvili’nin siyasi hayatı bitecek, yerine Rusya yanlısı bir yönetimin gelecek. Krizin bu beklentiye uygun sonuçlanması için Gürcistan askeri tesislerini bombalamak dahil elinden geleni de yapıyor.
«««
“Büyük Oyun”un hamleleri
ABD de elbette Gürcü-Oset çatışmasından kazanç sağlayabileceğini düşünüyor: NATO’nun Aralık ayında yapılacak zirvesinde “Mağdur” Gürcistan’a ittifakın kapısının açılmasını, böylece Batı’nın Kafkaslar’a kalıcı olarak yerleşmesini hesaplıyor. Bush ayrıca Güney Osetya bu operasyonla Rusya’dan koparılabilirse, “Büyük Oyun” dediğimiz enerji kaynaklarının ve koridorlarının denetimi savaşında ABD’nin üstünlüğü ele geçireceğini, böylece başkanlığını hiç değilse bir zaferle tamamlamış olacağını düşünüyor.
Dün Pekin’de Olimpiyatlar’ın açılış törenini birlikte izleyen Başkan Bush ile Başbakan Putin de hiç kuşkusuz kafalarından tüm bu olasılıkları geçiriyorlardı.
Ama hesapların hiçbiri tutmayabilir. Daha kötüsü cehennemin açılan kapısını hiç kimse kapatamayabilir.
Abhazlar, Kuzey Osetler, Kazaklar silahlarını kapıp Güney Osetya’ya akın etmeye başladılar bile. Hiç kuşkunuz olmasın, onları Çeçenler izleyecek ama karşı tarafın, Gürcüler’in yardımına koşmak için. Ve çete savaşları başlayacak. Vurkaç eylemleri, katliamlar, sabotajlar...
Ama daha ürkütücü ve ne yazık ki daha yakın bir tehlike var: Güney Osetya’daki alevlerin orman yangını gibi hızla Kuzey Osetya, Abhazya, Dağıstan, İnguşya ve ötesine yayılması.
Sabah, 9 Ağustos 2008
|
Erdal Şafak
10.08.2008
|
|
|
Örtülü operasyonlar |
Ergenekon soruşturması sadece hukuki bir süreç mi yoksa bir dönemde uygulanan politikaların sona erdirilmesi midir sorusunun cevabı verilmelidir. Eylemlerin bir ucu devlet görevlilerine diğer ucu yer altı dünyasına ulaşıyor. Acaba devlet kurumları mı yeraltını kullandı, yoksa yer altı mı, belki de dış bağlantılarıyla, devleti yönlendirdi?
Devlet görevlisi oldukları şüphe taşımayan hatta resmi kimlikleri olan ama aynı zamanda suç işleyen hatta bu yüzden hüküm giyen insanların varlığı ne anlama geliyor? Yeşil’i ya da Çatlı’yı hangi kimlikleriyle tanımlayacağız? Üstelik benzer nitelikte çok sayıda insanın bulunması bir dönemde bu çifte kimlikli insanların topluma yön verdiği sonucunu doğurur mu? Benzer bir durum olayların devlet tarafından ne zaman öğrenildiği sorusunda da gözleniyor. Birçok eylemin uzun zamandan beri bilindiği, izlendiği, faillerle iç içe yaşandığı anlaşılıyor. Eğer bunlar bir suç ise neden bu zamana kadar beklendiği anlaşılamıyor.
Siyasetin bu sürecin bir parçası olduğu iddiaları bir iftira olmanın ötesine geçiyor ve en azından, ciddi bir şüpheye dönüşüyor. AKP’ye rakip olacak bir sağ ittifakın siyaset dışı faktörlerle engellendiği söyleniyor. Önemli siyasi kararların nasıl alındığı sorusunun cevabı bir takım parasal ilişkilerle açıklanıyor. Yaratılan bu şüphe bazen bir karalama kampanyasına dönüşüyor ve YAŞ kararlarının lüks bir otomobilin gölgesinde alındığı bile söyleniyor.
Hukuk dışı eylemleri yapanlar ülkenin güvenliğinin tehdit altında olduğunu ve bunları yapmasalardı varlığımız sürdüremeyeceğimizi söylüyor. Yani söz konusu olan ülkenin güvenliği ise gerisi teferruattır demeye getiriyorlar. Bir başka iddia teröristlerin kural dışı davrandıkları ve onlarla aynı metotlarla mücadele etmekten başka bir çarenin olmadığı. Yani çeteyle çete gibi davranarak mücadele edileceği söyleniyor. Bu yolun çıkmaz sokak olduğunu söylediğiniz zaman başka ülkelerde de aynı şeyin yapıldığı cevabını veriyor ve bir tane örnek göstererek binlerce eylemi mazur gösteriyorlar. 12 Eylül dönemi bu anlayışın laboratuvarı işlevini üstleniyor. Yüzbinler gözaltına alınıp işkence yapılırken vatanı kurtarmanın başka yolu olmadığı söyleniyor.
Bireysel vatan kurtarma eylemleri devletin yeterli olmadığı, bu duruma seyirci kalınamayacağı ve herkesin üstüne düşen görevi yapması gerektiği tezine dayanıyor. Bu durumda bazı kurallar koymak gerekiyor ve önerilerimi sıralıyorum:
Ülkenin güvenliğini sağlamak devletin görevidir. Bu konuda bir eksiklik gören devletin yerine geçmek ya da geçme iddiasında bulunanlarla birlikte olmak yerine devleti güçlendirmelidir. Devlet kural koyar ve bunlara uyar. Kuralsız davranan her kurum, adı devlet de olsa, çeteye dönüşür.
Örtülü operasyonlar, yani hukuka aykırı eylemeler istisnadır. Bunu bir kural haline getirmek devlet vasfını kaybetmek anlamına gelir. Ayrıca bu gibi eylemlerin sınırları, kimlerin yetkili olduğu kurallarla belirlenmelidir ve bu yola başvurmamak için büyük özen gösterilmelidir. Eğer bir ülke devletin dışında kurtarıcılara muhtaç hale gelmişse zaten kurtarılacak bir şey kalmamış demektir.
Star, 9 Ağustos 2008
|
Mahir Kaynak
10.08.2008
|
|
|
Kafkasya’da kan akıyor |
Gürcistan ordusu, önceki akşam ‘ayrılıkçı’ Güney Osetya’ya girdi ve Kafkasya’nın kalbinde, Kafkas sıradağları üzerinde savaş başladı.
Uzun zamandır hem de çok uzun zamandır beklenen bir savaştı. Özellikle de Saakaşvili’nin Gürcistan’da iktidara gelmesinden sonra...
İtiraf edeyim, ben savaşı Abhazya’da bekliyordum ama anlaşılan Gürcü ordusu ‘daha kolay lokma’ sayıp önce Osetya’ya saldırdı.
Bu, esasen bir intihar savaşı. Gürcistan’ın intiharı. Çünkü hiçbir biçimde kazanamayacağı bir savaşı başlatıyor Gürcistan.
Anlatmaya çalışayım:
Gürcistan sınırları içinde yer alan Abhazya, Sovyetler Birliği kurulmazdan önce ilan edilip bir süre yaşamış bir prensliği öne sürerek tam bağımsızlık istiyor, 1991’den beri. İşin hukuki detaylarına girmeyeceğim ama ilk günden itibaren ne Gürcistan ne de Rusya Abhazya’nın bağımsızlık isteğini kabul etti. Gürcistan ile Abhazya savaştı, bölgedeki Gürcüler evlerinden oldu. Epey bir süreden beri sıcak çatışma yok, zaman zaman silahlar konuşsa da gergin bir barış hali var.
Ama 1991’den bugüne köprülerin altından çok sular aktı. Abhazya, artık eski düşmanı Rusya’nın kanatları altında.
Rusya ne zaman Gürcistan’ı sıkıştırmak istese, bunu Abhazya’yı kullanarak yapıyor artık.
Osetya’da ise durum farklı. Zamanında Josef Stalin’in ‘etnik mühendislik’ çalışmalarının bir ürünü olarak, zaten küçücük bir ülkede olan Osetler ikiye bölünmüş durumda. Kuzey Osetya, Rusya sınırları içinde. Güney Osetya ise Gürcistan. Doğal olarak iki Osetya birleşmek ‘istiyor.’ Rusya faktörü burada da etkili. Gürcistan ise toprak kaybına yol açacak bu gelişmeyi istemiyor elbette.
Hemen oracıkta Çeçenistan’ın bağımsızlık isteğini bir kez kâğıt üzerinde de tanıdığı halde yok etmek için kanlı ve kirli bir savaş yürüten Rusya’nın Abhazya’nın bağımsızlığını, iki Osetya’nın da birleşmesini savunması kaderin bir cilvesi.
Aslında görünen köy kılavuz falan istemiyor: İki küçük, güçsüz ve fakir halk, Abhazlar ve Osetler, iki büyük kötü arasında seçim yaparak, iki kötüyü birbirine vurdurarak hayatta kalmaya çalışıyorlar. Kötüler, tarihsel ‘düşman’ Rusya ile ciddi bir milliyetçilik rüzgârıyla savrulmakta olan Gürcistan.
Esasında dışarıdan ve belli bir mesafeden bakınca, Kafkas sıradağlarının tam üstünde yaşanmakta olan kanlı gelişmeler her bakımdan akıldışının egemenliğine işaret ediyor.
Gerek Gürcistan için, gerek Abhazya için ve biraz durumları karışık olmakla birlikte son tahlilde Osetler için gerçek ‘düşman’, gerçek ‘emperyalist güç’ Rusya.
Bu ülkeler ve halkların ortak çıkarı, kendilerini mümkün olan en yumuşak geçişle Rusya’dan bağımsızlaştırmak.
Ama Gürcistan, kendini bağımsızlaştırırken Abhazları ve Osetleri ve hatta sırf
Müslüman oldukları için Müslüman Gürcülerin memleketi Acaristan’ı baskı altına almak için elinden geleni yaptı, yapmaya devam ediyor. Hele hele Saakaşvili’nin iktidara gelmesiyle bu etnik temizlik isteği, bu baskıcılık daha da arttı.
Ama bu tehlikeli bir oyundu. Gürcistan, şimdi Rusya’yı askeri bir güç olarak işin içine soktu. Osetlere saldırmasaydı, bir biçimde barış arasaydı, hatta belki toprak kaybına razı olsaydı bile bu kadar kötü bir sonuç olmazdı. Şimdi Gürcistan’ın geleceği ve istikrarı, her şeyi tehlikede.
Dünya Gürcistan’a sahip çıkar mı? Rusya’nın bu ülkeyi işgaline elbette izin verilmez ama işgal çok da şart olmayabilir, Rusya’nın eli uzundur ve nihayetinde Gürcistan’ı ‘dost’ ellere teslim için ciddi bir kozu eline geçirdi.
Yakın bir zamanda Rusya, doğrudan veya dolaylı yollarla yeniden sınır komşumuz olursa artık şaşırmayacağım.
Radikal, 9 Ağustos 2008
|
İsmet Berkan
10.08.2008
|
|
|
Önce mağduriyetler giderilsin |
Keşke Edibe Sözen, gençleri korumayı bir kenara bırakıp, partisini korusaydı. Çünkü böyle bir teklif, zaten peşin hükümlerle dolu bir Yargıtay Başsavcısı’nın gözünden kaçmaz. Ne demek, devleti, “Her seviyedeki okulda, her dine mensup öğrenciler için ibadethane alanı kurmakla” yükümlü kılmak?
Edibe Sözen, “Ben bunu çoğunluk dinini kastederek söylemedim” dese de, pek inandırıcı olamıyor. Çünkü, Hıristiyanların veya Musevilerin, Müslümanlardaki gibi 5 vakit dua edecekleri bir mekâna ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Belli ki bu teklif, daha ziyade, Sünni Müslümanlar düşünülerek hazırlanmış. Yanlış anlaşılmasın, aslında, gerçek bir laiklik yorumunda ibadet özgürlüğünü sağlamak mecburiyeti vardır ve ihtiyaç duyan öğrencilerin namaz kılabilmesi için oda tahsis edilmesi doğal karşılanmalıdır. Ama Türkiye’de daha başörtülü kızları üniversiteye sokamamışken, İmam Hatiplilerin katsayısını düzeltememişken, Kur’an kurslarındaki yaş haddini 12’ye düşürememişken, böyle bir girişim, dindar camiaya fayda sağlamadığı gibi, AK Parti’ye zarar verecektir. Şimdiden söyleyeyim: Edibe Sözen’in bu teklifi, bir fanteziden ibaret kalacak ve sadece, partisine kuşkuyla bakan zihinleri biraz daha bulandıracak.
Sabah, 9 Ağustos 2008
|
Nazlı Ilıcak
10.08.2008
|
|
|
Radikal hukuk reformu şart! |
Türkiye’nin hızlı ekonomik büyümeyle aş ve iş sorunlarını çözmesi için, ekonomisine kalıcı olarak dikiş tutturması için, insanlarını insan gibi yaşatması için, elbette ekonomik reformların yanı sıra öncelikle dört konuya ihtiyacı vardır:
Siyasal istikrarı gerçekleştirmek.
Demokratikleşmek.
Terörü, şiddeti etkisizleştirmek.
Ve hukuk reformu.
Bu son nokta yaşamsaldır.
Hukuk çıtasını Avrupa Birliği standartlarına çıkaramayan, radikal bir yargı reformuyla evrensel hukukun ilkelerini tam olarak pratiğe aktaramayan ve bu yolda ‘yargıçlar dünyası‘nın zihniyetini değiştiremeyen, sonuç olarak adaletine, mahkemelerine güven duyulmayan bir Türkiye, doğrudan dış sermaye yatırımları için çekici bir ülke olamaz.
Her yıl gerektiği kadar yabancı sermaye yatırımı çekemeyen bir Türkiye ise aş ve iş sorunlarını çözemez. İşsizliğiyle başa çıkamayan, ekonomisine dikiş tutturamayan bir Türkiye her şeyin başı olan istikrarı yakalayamaz.
Uzun lafın kısası:
Radikal hukuk reformu şart!
Bahçeşehir Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Eser Karakaş bu konuya şöyle parmak basıyor:
“Türkiye’nin ekonomisini büyütebilmek ve işsizlere iş bulmak için dış kaynağa ihtiyacı var. Dış kaynak da evrensel hukukun olduğu yere geliyor. Ancak evrensel hukuk Türkiye’ye yılda 50 milyar dolar yabancı sermaye getirebilir. Ve Türkiye böylece cari açık problemini aşarak yılda yüzde 8 büyüyebilir.”
Prof. Karakaş şunları ekliyor:
“AKP bu büyük reformu gerçekleştiremezse gider, yerine radikal hukuk reformunu yapacak başka biri gelir. On yıl önce AK Parti mi vardı? Türkiye 1 trilyon dolarlık milli gelire, 10 bin dolarlık fert başı gelire gidiyor. Dış ticaret hacmi 300 milyar doları aşıyor. Ve yılda 20 küsur milyar dolar doğrudan yabancı sermaye çekiyor. Böyle bir ülkenin bugünkü gibi bir hukukla yürütülmesi mümkün değil. Hukukla ekonominin düzeyleri birbirine uymak zorunda. Eğer hukuk ekonominin düzeyine çıkmazsa, ekonomi hukukun düzeyine inmek zorunda kalır ki, işte bu fakirleşme demektir.”
Şöyle devam ediyor:
“Atatürk, Cumhuriyet’i kurarken medeni hukuktan ticaret hukukuna bütün kanunları Batı’dan olduğu gibi aldıysa, Türkiye bugün de aynı yöntemi kullanacak. Temel hak ve özgürlükleri düzenleyen metinler uzlaşı sürecinde üretilmeyecek. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve AB’nin metinlerini, içtihatlarını Türkiye olduğu gibi alacak. Bu yüzden Türkiye’nin şu anda en çok ihtiyaç duyduğu şey uzlaşma değil, radikalizmdir, evrensel hukuk radikalizmi...”
Prof. Dr. Karakaş’ın Türk yargı sistemine dönük bir eleştirisi de şu noktada düğümleniyor:
“Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’ın kararlarından ortak bir payda var. Üç yüksek yargı organı da uluslararası hukuktan çok az etkileniyorlar. Kendilerini çok fazla yerel hukuk metinleriyle sınırlıyorlar. Halbuki yargıçların böyle bir zorunluğu yok. Çünkü Anayasa’nın 90. maddesine göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi artık Türkiye’nin iç hukukunun bir parçası oldu. Hakimler bu maddeye dayanarak kanaatlerini özgürlükler ve birey yönünde kullanabilirler.”
Şöyle devam ediyor:
“Ama hakimler kanaatlerini sürekli olarak yasaklar ve devlet yönünde kullanıyorlar. Ekonomide ve siyasette devletçiliği savunuyorlar. Ayrıca bir büyük hata daha yapıyorlar. Anayasanın demokrasi, laiklik, hukuk devleti ve sosyal devlet olarak özetlenen dört temel ilkesi arasında hiyerarşi kuruyorlar. Laiklik ilkesini, hukuk devleti ve demokrasi ilkelerinin önüne taşıyarak sistemi yaralıyorlar.”(Neşe Düzel röportajı, Taraf gazetesi, 4 Ağustos 08, s.11)
Sözü uzatmak yersiz.
Başbakan Erdoğan, radikal bir hukuk reformu için kolları sıvayacak mı? Bunun için gerekli siyasal kararlılığı gösterebilecek mi?
Yoksa teslim mi olacak sisteme?
Bir başka deyişle:
2002 öncesinin ‘eskileri’ gibi mi olacak?
Yarın bu konuya devam...
Milliyet, 9 Ağustos 2008
|
Hasan Cemal
10.08.2008
|
|
|
|