"Gerçekten" haber verir 12 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Türkiye yerinden oynar!

Yeni Aktüel dergisinin dün piyasaya çıkan son sayısındaki haber çok ilginç: 2004’ün baharında bir gün, dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Jandarma Genel Komutanı Org. Şener Eruygur’u makamına davet ediyor ve Jandarma karargâhında yapılan darbe toplantısının görüntülerini izletiyor.

Tuncay Opçin’in haberine göre, tezgâhı ortaya çıkan Org. Eruygur’un titreyen dudaklarından şu cümle dökülüyor: “Karargâhım bana ihanet etti.”

Acaba 2004’teki bu olay ile dünkü yemek arasında bir ilişki kurabilir miyiz? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Hilmi Özkök neler konuşmuş olabilir?

Adım adım gidelim.

Artık şunu biliyoruz:

Bazı generaller 2004’te darbe yapmaya çalıştı. Ancak GK Başkanı Org. Özkök bunu engelledi.

Daha sonra bu generaller emekli oldu. Ancak bir kısmı darbe sevdasından vazgeçmedi.

Elbette darbeyi bastonlarıyla yapacak değillerdi. Onlar toplumu hazırlayacak, gerilim Silahlı Kuvvetler’e kadar ulaşacak ve nihayetinde darbeyi ordu yapacaktı.

Kurulacak otoriter yönetimde bu emekli generaller önemli görevler alacak ve bu yeni yönetimiyle Türkiye, Batı’dan koparak Avrasya’ya yönelecekti.

Bütün bu süreçte kimlerin neler yaptığını en iyi bilen kişi Hilmi Özkök. Yani Özkök, ‘ Bir Numaralı Tanık’.

Ve hiç kuşkusuz Ergenekon’un ‘ Bir Numara’sını da, diğer üst düzey komutanlarla birlikte yine o biliyor.

Velhasıl konuştuğu an Türkiye’yi yerinden oynatacak kişilerin başında o geliyor.

Ancak Hilmi Özkök’ün, kimine göre ‘ küçük’, kimine göre ‘ büyük’ bir açmazı var:

Darbe sürecini ve diğer olayları bizzat yaşadı, darbeyi de engelledi ama emrindeki bazı generallerin bu apaçık suçları karşısında ‘ resmi’ açıdan sessiz kaldı.

Yani onları mahkemeye sevk etmedi. Yargılanmalarını sağlamadı. Paşa paşa emekli olmalarına izin verdi.

Askeriye gibi bir kurumun tarihini, geleneklerini, kültürünü filan bilenler için bu gayet normal bir durum elbette. Orada işler böyle yapılır!

Ama hukuk ve demokrasi açısından bakıldığında olay değişiyor. Hilmi Özkök de en azından “kabahatli,” hatta “suçlu” hale geliyor.

Astı olan komutanların kanun dışı davranışlarına göz yummuş oluyor.

Açmazı ise şurada: Sussa, hiç konuşmasa, şimdilik bir mesele yok. Ancak Hilmi Özkök aslında konuşmak, olup biteni anlatmak istiyor.

Peki, bunu niçin istiyor?

Acaba sebeplerden biri; Ergenekoncuların Şubat 2004’te kendisine karşı düzenlediği, ama Özkök’ün kıl payı kurtulduğu suikast olabilir mi?

Bir başka sebep: Devlet şu sıralar devasa bir değişimin eşiğinde. Belli ki büyük bir temizlik yapılacak.

Nasıl bir misyon yüklenir bilemem ama Özkök bu süreçte çok önemli bir figür olabilir. Belki de bu yüzden konuşmak istiyor.

Ancak Hilmi Özkök’ün konuşabilmesi için yukarıda anlatmaya çalıştığım bence ‘küçük’, kimilerince ‘büyük’ açmazın çözülmesi şart.

Yani eğer Özkök’ün konuşması isteniyorsa, o garanti verilmeden bu iş olmaz.

Sivil siyaset ‘ kırmadan’, ‘ dökmeden’, ‘ dengeleri gözeterek’, bir işi ‘ zamanında’ yaparak amacına ulaşma sanatıdır. Bu anlamda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ‘siyasetçi’ yanı çok güçlüdür.

Eğer Hilmi Özkök (tabii istiyorsa ve isteniyorsa) konuşacaksa Cumhurbaşkanı Gül bunu sağlar!

Sabah, 11. Temmuz 2008

Emre Aköz

12.07.2008


 

Darbe günlükleri psikopat işi mi

BİZ köşe yazarları, ikide bir köşelerimizde, “Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’e ait darbe günlükleri...” diye yazıyoruz ya...

Ey ahali!

Duyduk duymadık demeyin!

Kazın ayağı hiç de öyle değilmiş...

Gerçi “Darbe Günlükleri”nin emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait bilgisayarda yazıldığı mahkeme kararıyla tescillenmiş tescillenmesine ama iş burada bitmiyormuş ki...

Ne malummuş Özden Örnek Bey’in bilgisayarını ele geçiren art niyetli bir iblisin, oturup “Sevgili günlük... Bugün de darbe yapamadık... Şener yine bastırdı... Hurşit yine boş durmadı... Ama sıfıra sıfır elde var sıfır” diye klavyenin tuşlarını tıkırdatmadığı?

Hem “Paşa”, mahkemeden çıkan “Bu günlükler Paşa’nın bilgisayarında tutulmuştur” kararına rağmen...

Hâlâ “Ben yazmadım” demiyor muymuş?

Koskoca bir kuvvet komutanı yalan söyler miymiş canım?

Bekleyecekmişiz...

Mahkeme, “Bu günlükleri bilgisayara yazan kişi Özden Örnek Paşa’dır” diye karar verecekmiş...

Ancak ondan sonra bir şey söyleme hakkına kavuşabilirmişiz...

* * *

Buraya kadar anlattığım yaklaşımın sahibi CHP’li Onur Öymen’dir.

Kendisi dün akşamüzeri yaptığımız telefon görüşmesinde...

Her zamanki gibi yine acayip soğukkanlı ve ikna edici bir ses tonuyla bunları anlattı bana...

İkna gücü o kadar yüksekti ki...

Telefonda dinlerken, kendimi “Tabii... Doğru... Gerçekten de...” gibi onay kelimelerini ardı ardına sıralarken yakalayıverdim...

Ve fakat...

Deli gönül uslu durmaz!

Kafamı biraz toparlayıp, “Darbe Günlükleri” konusunda küçük çapta bilgi tazelemesi yapınca...

Onur Öymen Bey’in tezi kafamda darmadağın olmasın mı?

Huzursuz bir şekilde “Ne tabiisi? Ne doğrusu? Ne gerçekteni?” falan diye sayıklamaya başladım...

İşin aslı şuydu:

Onur Bey beni çocuk kandırır gibi kandırmıştı...

Bana, “Ben günlüklerin Özden Örnek Bey tarafından yazılmama ihtimalini sevdim” dizesini okumuş, ben de dalgın bir şekilde bu duyguya ortak olmuştum...

Ama uyandım tabii... Hem de çok geç olmadan...

* * *

Yüreğimin aydınlanması şöyle gerçekleşti:

Diyelim ki gerçekten de o günlükleri Özden Örnek yazmamış olsun...

O zaman “koskoca” bir kuvvet komutanının daha evindeki ya da ofisindeki bilgisayarına sahip çıkamadığı gerçeğiyle baş başa kalmıyor muyduk?

Hatta öyle böyle bir “sahip çıkamama” durumu değil...

Adamın bilgisayarına beş kelimelik bir şifre yazılıp kaçılmamış ki...

Yazılışı günlerce sürecek oylumlu bir günlükten söz ediyoruz yahu...

Özden Paşa, mahkemede bu durumu nasıl açıklayacak çok merak ediyorum...

İkinci olarak...

Ben bu topraklardan...

Özden Örnek Bey’in ağzından günlük gelişmeleri günü gününe yazabilecek, üstelik hayli inandırıcı olabilecek kapasitede bir psikopatın çıkacağına da zerre kadar ihtimal vermiyorum...

* * *

Ama insan yine de bu işin mahkeme safhasını acayip merak ediyor...

Şundan dolayı...

Benzetmek gibi olmasın ama hani hırsızlık yaparken suçüstü yakalanan bir adam, hákim huzuruna çıkınca, “Avukatımı istiyorum” diye bağırmış da, hákim “Evladım, suçüstü yakalanmışsın... Avukat seni nasıl savunacak?” deyince hırsız “Ben de onu merak ediyorum” demiş ya...

Bendeki merak da, biraz böyle bir merak işte...

Hürriyet, 11. Temmuz 2008

Ahmet Hakan

12.07.2008


 

Susurluk ve Ergenekon...

Susurluk skandalı ile Ergenekon operasyonu arasında ne gibi benzerlikler ve farklılıklar bulunuyor? Susurluk döneminde ‘Susurluk çetesi’nin üzerine gidilmesini isteyenlerin, protesto amacıyla ışık söndürenlerin bir kesimi Ergenekon konusunda bugün neden farklı bir tutum içinde? O zaman operasyona destek veren, aktif çaba gösterenler bugün neden ‘Ergenekon operasyonu’ndan mutlu değiller? Ortaya çıkan bilgi ve belgelerden neden hoşlanmıyorlar? Neden bu operasyonun ABD tarafından özel olarak düzenlediğini söylüyorlar, neden bu tür iddialara inanıyorlar?

Susurluk kazasının ardından ortaya çıkan toplumsal öfkeyi, REFAHYOL hükümetine ve tabiî özellikle Erbakan’a duyulan tepki tetiklemişti. Erbakan, (...)Türk Silahlı Kuvvetleri ile sert çatışmalara girmemek amacıyla ‘Susurluk’ kazasında ortaya çıkan gerçeklerin üzerine gitmek yerine üstünü örtmeye çalışanlarla işbirliği yaptı. Susurluk kazasının ardından ortaya çıkan bilgi ve belgelere rağmen, hukuki süreç tıkanmış ve birçok sorumlu hakkında dava bile açılamamıştı. Susurluk bütün bunlara rağmen yine de devlet içindeki çeteleşme açısından bir dönüm noktası olmuştu.

Susurluk kazası 3 Kasım 1996 tarihinde gerçekleşmiş, hemen bu kazanın ardından 28 Şubat 1997’de ise ünlü Milli Güvenlik Kurulu bildirisi yayımlanmış, askerin siyaset üzerindeki ağırlığı yeni bir dönemi başlatmıştı. Susurluk kazası krizini kolay atlatan militarist kesimler Erbakan’ı daha kolay sıkıştırabilecekleri ‘şeriat’ tartışmasının içine çekerek inisiyatif kazanmışlardı. Bu nedenle Erbakan’a tepki ile Susurluk’a tepki birbirinin içine geçmiş ve bir demokratikleşme talebi olarak derinleşememişti.

***

Bugün daha değişik bir tabloyla karşı karşıyayız: bu kez hükümet ‘Ergenekon operasyonu’nu desteklediği, yönlendirdiği, savcıları etkilediği gerekçesiyle eleştiriliyor. Susurluk’ta operasyon çok sınırlı kalmışken bugün çok yükseklere tırmandı, güçlü isimleri hedef aldı. Susurluk’takinin tersine hükümetle muhalefet sanki yer değiştirmiş durumda. CHP muhalefeti Ergenekon soruşturmasından hoşlanmadığını ifade ediyor. Bu soruşturmaya muhatap olanların avukatlığını üstlendiğini söylüyor.

Her iki operasyonda da devlet içindeki bazı güçlerin yasadışı eylemleri söz konusu. Her iki olayda da demokratik parlamenter rejime yönelik girişimlerle karşı karşıyayız.

Bu açıdan bakıldığında operasyonların hedefi açısında bir fark yok. Ama tepkiler çok farklı.

Peki fark ne?

Fark, AKP ile Refahyol arasındaki fark olabilir mi? AKP, AB yanlısı iken, Erbakan AB karşıtıydı? AKP, ‘çeteleşme’nin kendisini de hedef aldığını düşünüp ona göre bir siyaset belirlerken, Erbakan kendisini bu konuda belki de ‘güçlü’ görmediği için üstünü örtmeyi tercih etmişti? Çetenin üzerine gitmesi halinde ortaya çıkan tablodan çekinmişti.

AKP’ye duyulan öfke ve çaresizliğin bazı kesimlerinin tutum değiştirmesine neden olduğu da söylenebilir. Toplumun bazı kesimleri AKP’ye karşı bir askeri darbe girişimini bile hoş görecek noktadalar.

‘Bunlar gitsin de nasıl giderse gitsin’ anlayışı yabana atılmayacak ölçüde taraftar buluyor.

Tabii bu durum özellikle bazı sol kesimler açısından büyük bir kayma ve anlayış değişikliğini de gösteriyor. Geçmişte askeri darbelerin muhatabı olmuş, bunun acısını çekmiş solcuların bir kesimi umudunu bir anlamda bu tür demokrasi dışı, yasadışı girişimlere bağlıyor.

Solun bir kesimi kendisini “Darbeci de olsa ulusalcı, AKP’ye gününü gösterecek” diyerek darbecilerle ideolojik ve siyasi akrabalık içinde hissediyor. Tabii bu çaresizliğin derininde ‘halka güvensizlik’ yatıyor. Solun asıl çözmesi gereken işte bu büyük zaaf...

Halk olmadan sol olur mu?

Radikal, 11. Temmuz 2008

Oral Çalışlar

12.07.2008


 

Ergenekon Dâvâsını bekleyen tehlikeler

“Bu bir kirli savaştır” “Ak Parti’nin kapatma davasına karşı rövanşıdır” tarzı hedef şaşırtma denemeleri; “Cumhuriyet muhaliflerini temizlemeye çalışıyorlar” “Korku imparatorluğu yaratmaya çalışıyorlar” “gibi saçma ve mesnetsiz suçlamalar...”

“Tansiyon hastası iki yaşlı emekli orgeneral, birkaç gazeteci, birkaç işadamı ile darbe mi olurmuş” türü küçümseme taktikleri... Baykal’ın son incisi ise inanılmaz! “Hani nerede tankları topları” demiş. Sanki tanklar toplar ortalığa çıkmış olsaydı bizim bütün bunları tartışma imkânımız olacakmış gibi... Bunların hepsi de birbirinde zavallı darbe aklama denemeleri...

Ben bu çabaların hiçbirinin kamuoyunun sağduyu süzgecinden geçebileceğini ve etkili olabileceğini sanmıyorum. Geniş yığınlar ne olup bittiğinin çok iyi farkında ve parçalar bir araya geldikçe gözlerinin önünde oluşan resim her geçen gün daha da netleşiyor. Dolayısıyla, darbecilerin ve kaderini darbeye bağlamış kesimlerin yürüttükleri propagandanın bu davaya zarar verme şansı pek yok.

Ama bu durum, Ergenekon Davasını bekleyen başka tehlikeler olmadığı anlamını taşımıyor. Bu tehlikelerden birini Orhan Miroğlu çarşamba günü Taraf’ta yayınlanan “Ya Fırat’ın ötesindeki Ergenekon” başlıklı yazısında dile getiriyordu.

“Ergenekoncuları Kürt Savaşı’nın büyüttüğünü” “Kürt sorununun asker sivil bürokrasi için nasıl bir egemenlik alanı yarattığını ve bu egemenliğin sürmesi için başvurulan yöntemlerin, kurulan karanlık ilişkilerin zaman içinde nasıl da sürekli suç üreten bir bataklık yarattığını” anlatan Miroğlu, davanın bu bataklığı da deşip deşmeyeceğini soruyor ve şöyle diyordu:

“Geçmişte ifadeleri bile alınamayan şimdinin Ergenekon sanıklarının fiili görev yıllarında işledikleri suçlardan dolayı mağdur olanların bilgisine ve tanıklığına da başvurulacak mı?

Osman Gürbüz’ün Yeşil’le olan kader ortaklığı ve bu ortaklık sonucu gerçekleşen 250 cinayetin dosyaları tozlu raflardan indirilip yeniden sorgulanacak mı?” Davanın sınırlı tutulması, karanlıkların “dibine” kadar gidilmemesi tehlikesi Fırat’ın ötesiyle de sınırlı değil. Biz şimdiye kadar birçok iktidarın—buna Refahyol da dahil—derin devletle hesaplaşmanın bir noktasında işi pazarlığa döktüklerini ve geçmişle hesaplaşmanın “belli bir noktadan ileri gitmemesi” noktasında “konsensüs” sağlandığına tanık olduk. Bu uzlaşma çoğu kez “devletin yüce çıkarlarının gereği” ya da “değerli kurumlarımızı yıpratmamak” adına yapıldı.

Zaten eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Kanadoğlu da aylar önce “Ergenekon’un sonu da Şemdinli gibi olur” derken böyle bir uzlaşma umudunu dile getiriyordu. En son olarak belirtmeliyim ki, Ak Parti’nin bugünkü “dik duruşunu” ne ölçüde koruyabileceğine ilişkin endişeleri besleyen bir başka olay da Meclis’te yaşandı.

ÖDP Başkanı Ufuk Uras’ın Darbe Günlükleri’nin Meclis’te bir komisyon kurularak araştırılması amacıyla hazırladığı önergenin TBMM Başkanlığı’na sunulabilmesi için iç tüzük gereği 20 milletvekili tarafından imzalanması gerekiyordu. Ak Parti’den tek bir milletvekili, sadece Hüsrev Kutlu, bir de bağımsız Hakkari Milletvekili Naim Geylani imzalarını attılar. Gerekçeleri konjonktürün uygun olmamasıydı...

Oysa konjonktürden bahsediyorsak eğer, Türkiye’nin özürlü demokrasisinden kurtulup evrensel düzeyde bir demokrasiye geçişi için tarihi bir konjonktürde bulunduğumuzu ve bu konjonktürün Ak Parti’ye tarihi bir misyon- ve elbette tarihi bir şans- getirdiğini bütün milletvekillerinin görmesi gerekiyor.

Orhan Miroğlu’nun dediği gibi, “Eğer Şemdinli ve Susurluk’ta olduğu gibi derin bir hayal kırıklığı yaşamayacaksak Ergenekon Davası yüzyılın davası olabilir, Ergenekon iddianamesi Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşmesini sağlayacak yeni bir dönemin miladı haline gelebilir.” Ve bu davanın arkasında eğilmeden, bükülmeden, sonuna kadar duran bir iktidar siyasi tarihimize adını altın harflerle yazdırır.

Bugün, 11. Temmuz 2008

Gülay Göktürk

12.07.2008


 

Dindarlar ve demokrasi...

Yeni dostluklar, yeni ittifaklar, yeni terkipler oluşturmak zorunda olduğumuz zamanlardan geçiyoruz.

Ama geçmiş kızgınlıklar, kuşkular, alınganlıklar da yakamızı bırakmıyor.

Allen’ın, “dostça omzuna vurdum altında yarası varmış” dediği durumları sık sık yaşıyoruz, dostça dokunduğumuz birçok omuzun sahibinden bir çığlık yükselebiliyor.

Dün, “cinayet işlemek büyük bir günahken, cinayeti işleyenler Müslüman olunca, bu günah ‘sevaba’ mı dönüşüyor? Eğer biz bu ülkede hep birlikte demokrat ve özgür bir sistem kuracaksak, dindarlarımızın bu sorulara gür bir sesle cevap vermesi gerekiyor bence” diye yazmıştım.

Çok mail aldım.

Ama, epeyce kırgın bir tanesi çok ilgimi çekti.(...)

Hafifçe terleyip yüzümün kızardığını hissettim.

Böyle algılanabileceğimi hiç düşünmemiştim.

“Ben sizin hakkınızı koruyorum” gibi bir ses tonum mu var gerçekten?

Bir yazar yanlış anlaşılıyorsa kabahati önce kendinde aramalı.

Demek iyi anlatamamışım.

İzin verirseniz daha keskin ve daha net anlatmaya çalışayım.

Ben, bu ülkedeki dindarlar içtenlikle katılmadığı sürece demokrasi olabileceğine inanmıyorum.

Kemalistlerin kurduğu ve egemenliği asla elden bırakmadığı bu ülkede özgürlüğün ve demokrasinin ancak dindarların, solcuların, Kürtlerin bir araya gelmesiyle ele geçirileceğini düşünüyorum.

Demokrasi istemeyen Kürtler, dindarlar, solcular olduğunu da biliyorum.

Dindarların dindarlardan, Kürtlerin Kürtlerden, solcuların solculardan ayrılacağı bir zamandayız.

“Bizi kendi cemaatlerimizden” ayıracak ve başka “cemaatlerle” birleştirecek ölçü “demokrasi, insan hakları ve özgürlük” olmalı fikrindeyim.

Benim gibi insanlar kendi ırklarından, sınıflarından, eski fikirdaşlarından çoktan koptular, “demokrasi” istemeyen hiçbir ırkdaşımızla, sınıfdaşımızla, eski fikirdaşımızla bir ortaklığımız yok artık.

Bizim dostlarımız, her ırktan, her inançtan, her sınıftan demokrasiye inanan insanlar.

Benim gibi insanlar “demokrasiye” bağlılıklarını neredeyse her gün, her gün defaatle beyan ediyorlar.

Faşist solcuların, faşist dindarların, faşist Kürtlerin olduğu bir ülkede, demokrasiden yana olan insanların bunu sürekli yapması gerekiyor.

Bizi “faşist” benzerlerimizden ayıracak olan bu istek ve bu beyandır.

Bir solcu, bugün darbeyi destekleyen bir solcudan kendini nasıl ayıracak?

Demokrasi isteğiyle ve bunu söylemesiyle.

Artık kendimizi sadece “solcu”, “dindar” veya “Kürt” olarak tanımlamamız yetmiyor, bu tanımların başına, eğer gerçekten demokrasi istiyorsak, “demokrat” kelimesini de eklemek zorundayız.

Kendilerini dindar olarak tanımlayanlar ise bunu diğerlerinden daha güçlü ve daha fazla yapmalılar.

Bunun iki temel nedeni var bence.

Birincisi, bu ülkenin “kırılma noktası” onların üstünden geçiyor.

Dindarlar demokrasiye gönülden inanmadıkça, bunun gereklerini yerine getirmedikçe bu ülkeye demokrasi tam anlamıyla yerleşemez.

Demokrasi dediğiniz de, kendinize benzemeyenin hakkını kendi hakkın gibi savunmaktır.

Şimdi söyleyeceğim ikinci neden ise dindar dostlarımı biraz üzecek.

Dindarlar, kendilerine benzemeyenlerin, kendi “cemaatlerinden” olmayanların haklarını çok uzun zaman savunmadılar.

Solcular işkencelerden geçerken seslerini çıkarmadılar.

Kürt köyleri yakılırken ağızlarını açmadılar.

Başka mezheplerden olanlar hırpalanırken sessiz bir onayla arkalarını döndüler.

Dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar “Müslümanlık” adına cinayetler işlerken çığlık çığlığa bağırarak karşı çıkmadılar.

“Kendilerine benzemeyenlerin” özgürlükleriyle ilgilenmediler, sadece kendi cemaatlerinin özgürlüklerine önem verdiler.

Bilmiyorum aranızda “hayır, öyle olmadı” diyecek kimse var mı?

Biz bugünkü rejimin geçmiş günahlarını kabul etmesini isterken, kendi günahlarımızı saklamaya, bunları geçiştirmeye çalışırsak dürüst ve içten olmayız.

Dindar dostlarımız beni bağışlasın ama solcularla Kürtlerin size “helal” etmesi gereken bir hak var üstünüzde.

Aynı şeyi siz de onlar için söyleyebilirsiniz.

Onlar da sizin acılarınıza aldırmadılar.

Onların da sizden bir helallik dilemesi gerekiyor.

Hep birlikte eziliyoruz bu ülkede.

İsterseniz, “biz bu ülkeyi ele geçirir, kendimize benzemeyenleri zorla kendimize benzetiriz” diyerek bugünkü Kemalistlerin zorba görüşlerini aynen paylaşır, dinci Kemalistler haline gelir ve Kemalistlerle iktidar için dövüşürsünüz.

Ya da hem kendiniz için hem de size benzemeyenler için demokrasi istersiniz.

Kimsenin dininden, ırkından, fikrinden dolayı baskı altına alınmadığı mutlu ve özgür bir ülke kurulur burada.

Eğer ortak bir mutluluğu ve özgürlüğü istiyorsanız, “demokrasiyi” her gün, her gün vurgulamalısınız, bunu sizden bekler size benzemeyenler.

Gücünüzü ve geçmişinizi düşündüğünüzde bu beklentiden gocunmamalısınız.

Ayrıca, alıngan okuyucuma ve onun gibi düşünen dostlarıma şunu da söyleyeyim, “ben sizin hakkınızı koruyorum” demiyorum ben.

“Birbirimizin hakkını koruyalım” diyorum.

Benim söylediğim bu.

Söylemeyeyim mi?

Taraf, 11. Temmuz 2008

Ahmet Altan

12.07.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır | Site yöneticisi | Editör