“Tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabbü’l-Âlemin ile netice verir, mukabele görür”
Yirmi Dördüncü Mektub'un başında Rahim ve Hakîm isimleriyle birlikte Vedûd ismi de “Eâzım-ı Esmâ-i İlâhiye”den sayılmıştır.48 Ve bu uzun mektupta rahimiyet ve hakîmiyet ile birlikte vedûdiyet hakikatinin de kâinat fabrikasını faaliyete geçiren en önemli manevî unsurlardan biri olduğundan bahsedilmiştir. Kâinatın ve içindeki mevcudatın yaradılışına ve hareketlerine dair felsefenin öne sürdüğü hikmetleri çok ehemmiyetsiz bulan Bediüzzaman daha farklı hikmetler aramıştır. İlk olarak Hakîm isminin tecellilerini görmüş ve san'at eseri olan varlıkların, meleklerden insanlara kadar bütün şuur sahipleri için “mektub-u Rabbanî” olduklarını fark etmiştir. San'atlı varlıklar üzerinde insanların ve meleklerin de bilemedikleri harikaların varlığını düşündüğünde ise, bu hikmet ona yeterli gelmemiş ve daha büyük bir hikmet arayışına girmiştir. Bu arayışın sonunda aslında kâinatın ve mevcudatın en ehemmiyetli hikmetinin Cenâb-ı Hakk’a, yani “nazar-ı dekaikâşina” denilen O’nun eşsiz nazarına ayna olduklarını keşfetmiştir. Belirli bir süre sonra her şeyin sürekli değiştiği, bozulup yenilendiği dikkatini çektiğinde ise bu hikmeti de yeterli bulmamış ve çok daha büyük bir gaye arayışına girmiştir. Sonuçta onun bulduğu büyük gaye; Cenâb-ı Hakk’ın Zatının istiğnasına ve kudsiyetine lâyık bir sûrette “şefkat-i mukaddese”, “muhabbet-i münezzehe”, “şevk-i mukaddes”, “aşk-ı mukaddes”, “sürûr-u mukaddes”, “lezzet-i mukaddese”, “memnuniyet-i mukaddese” ve “iftihar-ı mukaddes” gibi şuunatın kâinatta sınırsız bir faaliyeti ve hareketi gerektirmesi hakikatidir.49 “Şefkat-i mukaddese” şe’ni Rahim isminin tecellileri şeklinde kâinattaki faaliyetlere yol açtığı gibi, “aşk-ı mukaddes” ve “şevk-i mukaddes” şe’nleri de Vedûd isminin tecellilerinin kaynağı olmaktadır.
İnsanda öyle bir meyil ve arzu vardır ki, bu arzu şiddetlendikçe şiddetlenmiş ve aşk derecesine ulaşmıştır. Aşk derecesine ulaşan bu fıtrî arzu “beka arzusu”dur. Vedûd isminin bir tecellisi insanın fıtratında bekaya karşı şiddetli bir aşk suretinde ortaya çıkmaktadır. Hatta insanoğlu her sevdiği şeyde Vedûd isminin bu cazibedar aksini görmek istemekte ve ondan sonra gerçek mânâda sevebilmektedir.50 Risâle-i Nur Külliyatı’nda Vedûd isminin “Baki-i Vedûd” şeklinde geçmesinin bir hakikati de bu sırra dayanıyor olsa gerektir.
Bediüzzaman insandaki beka aşkının aslında kendi bekası için değil, Baki-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakk’ın bekası için verildiğini, fakat gaflet yüzünden insanın gölgelere ve aynalara âşık olup yolunu şaşırdığına dikkat çekmiştir. İnsan, enaniyetin perde olmasıyla Baki isminin zayıf bir gölgesi olan kendi bekasının aşkıyla yanar olmuştur. Bediüzzaman’a göre bundan kurtulmanın çaresi ise “şuur-u imanî”dir. Yani kişi, imanî şuuru arttıkça iman bağıyla şahsî vücudundan başka sayısız baki vücudlarla münasebet ve alâka kesp eder. Allah’ın Esma-i Hüsna’sı sayısınca güçlü bağlarla bağlandığı mevcudatın vücudunu kendi vücudu gibi hisseder. Bediüzzaman’a göre “varlığa karşı fıtrî aşkın teskini”nin yegâne çaresi budur.51
Bediüzzaman’a göre Vedûd isminin bir tecellisi de ilhamlardır. Cenâb-ı Hakk kendini fiilleri ve eserleriyle sevdirdiği gibi, ilhamlar vasıtasıyla, özel sohbeti ve huzuruyla da sevgisini izhar etmektedir. İlhamın ise melek, insan ve hayvan türleri sayısınca birçok çeşitleri ve mertebeleri söz konusudur. 52
Risâle-i Nur’da Vedûd isminin tecellisine azamî mazhariyet noktasında “âşık” mânâsında iki isim dikkat çekmektedir: Bunlardan biri Mevlânâ Câmi ve diğeri ise Şems-i Tebrizî’dir. Bediüzzaman Mevlânâ Câmi’yi “fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk” olarak nitelendirmiştir. Onun, insanın nazarını kesretten vahdete çeviren “Yalnız Biri iste, Biri çağır, Biri talep et, Biri gör, Biri bil, Biri söyle” veciz sözüne de eserinde yer vermiştir.53 Bediüzzaman, Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların, kâinattaki bütün incizab, cezbe ve cazibeleri Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ve ebedî cazibesinin işaretleri olarak gördüklerinden bahsetmiştir.54 Şems-i Tebrizî, Vedûd isminin azamî mertebesinden kâinatı seyrettiği için gök cisimlerinin hareketlerini, Cenâb-ı Hakk’ın kudsî cemali karşısında âşıkane bir raks ve sema olarak görmüştür. Sema denilince akla ilk Mevlânâ ve Mevlevîlik gelir. Oysa Mevlânâ, Şems-i Tebrizî’yle tanışmadan önce hiç sema yapmamış ve ölünceye kadar hiç bırakmadan sürdüreceği semaya, Şems’in; “Ey Celâleddin! Güneş döner, Dünya döner, Ay döner, dost döner” sözüyle başlamıştır.
Bediüzzaman’a göre bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapların özünde-ruhunda, ayrılığın elemi ve feryadı vardır.55 Hatta başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıklar ney sesinden ayrılığın elem verici şikâyet sesini duymuşlardır. Barla’da Çam dağında ağaçların ney sesine benzeyen sesini işiten Bediüzzaman ise, işittiği bu seslere çok daha farklı bir mânâ yüklemiştir. O ağaçları, her bir dalında binler neyler takmış, geçit resmine çıkmış ve müekkel meleğine cesed hükmüne geçmiş bir vaziyette hayal etmiştir. Onun işittiği ses “elemkârane teşekkiyât-ı firak” değil “teşekkürât-ı Rahmaniye” ve “tahmidât-ı Rabbaniye”dir.56
Aşk mesleğinde en ileri hudutlara gidenlerden biri de Muhyiddin-i Arabî’dir. Bediüzzaman, Muhyiddin-i Arabî’nin en yüksek mertebe olarak düşündüğü Vahdetü’l-Vücud meşrebini tahlil ederken, onun meşrebine dünya aşkının sebep olduğunu dile getirmiştir. Mecazî olan dünya aşkının hakikî aşka dönüştüğünde, bu aşkın Vahdetü’l-Vücud’a dönüştüğünden bahsetmiştir. Bediüzzaman, Vahdetü’l-Vücud meşrebini, dünyayı ve kâinatı mahbub kabul eden bir âşıkın, o çok büyük mahbubunu zeval ve firak kamçılarından kurtarmak çabası olarak görmüştür.57
Diğer taraftan “hüsn-ü zînet, âşıkların celbi içindir”58 ve “hüsün elbette bir âşık ister”59 diyen Bediüzzaman-iki yüzüyle-dünyanın aşka lâyık olduğunu da dile getirmiştir. Ona göre dünyanın üç farklı yüzü vardır. Birinci yüzü Cenâb-ı Hakk’ın esmasına, ikincisi ahirete ve üçüncü yüzü ise insanın heveslerine bakan yüzlerdir. İlk iki yüzde bozulmayan hakikî cemal ve güzellik olduğundan muhabbete ve aşka lâyıktırlar. Üçüncü yüz ise fani, geçici, aldatıcı ve elem verici olduğundan çirkindir ya da çirkinleşmeye mahkûmdur.60 Bediüzzaman’a göre “ayine-i esma-i İlâhiye” ve “mezra-i ahiret” olan dünyanın iki yüzü sevildiğinde “mecazî aşk” “aşk-ı hakikî”ye dönüşmektedir. Fakat bu değişimin önemli bir şartı vardır, o da insanın kendini unutup geçici, kararsız hususî dünyasını harici dünya ile karıştırmamasıdır. Hususî dünyasını, ahiretin ve Cennetin geçici bir fidanlığı kabul edip, kendisine verilen hırs, muhabbet, aşk gibi şiddetli duygularını uhrevî işlere yöneltmesidir.61
“Maşukun hüsnü, âşığın nazarını istilzam eder” dedikten sonra “gül ve çiçeklerin yüzlerini güzelleştiren Zat, nasıl o güzel yüzlere arılardan, bülbüllerden istihsan âşıkları icad etmesin?” diye sorar Bediüzzaman ve ekler: “Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.”62
Güle âşık bülbülü yaratmak Cenâb-ı Hakk’ın Vedûd isminin bir tecellisi ise birçok varlık türünün bülbülü mesabesinde vazifedarların varlığını da aynı ismin tecellilerinin penceresinden görmek mümkündür. Özellikle sinek ve böceklerin bülbüllerinin hem çok hem de çeşit çeşit olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman, yıldızların bile zikirbaşı (serzâkir) hükmünde bir bülbülü olduğundan bahsetmiştir. Bütün bunlarla birlikte bir de, yerde ve göklerdeki bütün mevcudatın aşklarını, iştiyaklarını ve muhabbetlerini Cenâb-ı Hakk’a sunmakla vazifedar eşsiz bir bülbül-ü azam vardır. O bülbül-ü azam ise –“levlâke levlâk” hakikati sırrınca onun yüzü suyu hürmetine kâinat yaratılan- Peygamber Efendimiz’den (asm) başkası değildir. Bediüzzaman’ın beliğ sözlerinde bu kıymettar hakikat şöyle ifade edilmiştir: “Bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semavâtın bütün mevcudâtını lâtîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem’in bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı, Muhammed-i Arabîdir (asm).”63
Esma-i Hüsna’dan her birinin Peygamber Efendimiz’in (asm) peygamberliğine parlak bir delil olduğunu ifade eden Bediüzzaman, Vedûd isminin delil oluşunu ise şöyle izah etmiştir: “İsm-i Vedûdun cilvesi olan tahabbüb-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbanî, o Habib-i Rabbü’l Âlemin ile netice verir, mukabele görür.“64 Cenâb-ı Hak Vedûd ismiyle hem cemalini, hem cemalinin şuâları olan esmâsını, hem esmasının cemalini gösteren san'atını, hem cemalinin aynası olan masnuatını, hem de masnuatın mehasinini (yâ da mehasin-i ahlâkını) sevmektedir. Vedûd isminin bu beş küllî tecellilerinde en yüksek mertebede Peygamber Efendimiz (asm) olduğu için “Habibullah” ünvanı ona verilmiş ve “makam-ı mahbubiyet”e o mazhar olmuştur. Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’e (asm) olan kudsî sevgisini, Süleyman Efendi mevlidinde “Ben sana âşık olmuşum” şeklinde ifade etmiştir. Bediüzzaman ise bu tabiri doğru bulmamıştır. Çünkü bu cümle Cenâb-ı Hakk’ın rububiyetin şe’nine yakışmayan mânâları hatıra getirmektedir. Bediüzzaman bu sözün yerine “Ben senden razı olmuşum” ifadesinin daha doğru bir tâbir olacağını belirtmiştir.65
Cenâb-ı Hak kendi cemâlini ve esmâsını sevdiği gibi, cemalinin ve esmasının en parlak aynası olan Peygamber Efendimiz’i (asm) de sever ve ona benzeyenleri de derecelerine göre sever. Yine mahlûkatının güzel ahlâkını sevdiği gibi, güzel ahlâkın en yüksek mertebesinde olan Peygamber Efendimiz’i (asm) de sever ve ona benzeyenleri de derecelerine göre sever. Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini kazanmanın, Peygamber Efendimiz’e (asm) benzemekten ve Sünnet-i Seniyyesine ittiba etmekten geçmekte olduğu hakikati Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”66
Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın neleri sevip neleri sevmediği birçok âyette tekrarla zikredilmiştir. Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk’ın iyilik edenleri67, günahlardan sakınan müttakîleri68, âdil davrananları69, tertemiz olanları70, tevbe edenleri71, sabredenleri72, tevekkül edenleri73 ve Allah yolunda duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları74 sevdiği bildirilmiştir. Diğer taraftan haddi aşıp aşırı gidenleri75, bozguncuları76, zalimleri77, inkâr edenleri78, hainleri79, nankörleri80, israf edenleri81, kendini beğenip övünenleri82, büyüklük taslayanları83, büyüklük taslayıp böbürlenenleri84, böbürlenip şımaranları85 ve çirkin sözün açıklanmasını86 Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği âşikâr bir şekilde bildirilmiştir.
Vedûd isminin hakikatine dair son sözü Bediüzzaman’a bırakalım ve buraya kadar bahsedilen bütün hakikatlerin hülâsası mahiyetindeki onun veciz sözlerini aktaralım:
“Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemil-i bâkînin ayine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebedü’l-âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır. Çünkü ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünkü cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır.”87
“Ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyirci müştâkı ve âyinedar âşıkı, elbette bâkî kalıp, ebede gidecektir. İşte Kur’ân şâkirdlerinin âkıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak, bizleri onlardan eylesin, âmin.”88
—SON—
DİPNOTLAR:
48- Mektubat, 24. Mektup, s. 275.
49- Mektubat, 24. Mektup, s. 277-278.
50- Lem’alar, 3. Lem’a, s. 21.
51- Şuâlar, 4. Şuâ, 1. Mertebi-i Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, s. 59-61.
52- Şuâlar, 7. Şuâ, s. 116.
53- Sözler, 17. Söz, 198.
54- Şuâlar, 4. Şuâ, s. 74.
55- Sözler, 17. Söz, 2. Makam, s. 196.
56- Sözler, 17. Söz, 2. Makam, s. 206.
57- Lem’alar, 9. Lem’a, s. 92.
58- Mesnevî-i Nuriye, 10. Risâle, s. 173.
59- Sözler, 15. Söz, s. 162.
60- Sözler, 32. Söz, s. 571.
61- Mektubat, 1. Mektub, s. 16-17.
62- Mesnevî-i Nuriye, Zerre, s. 159.
63- Sözler, 24. Söz, 4. Dal, s. 320.
64- Lem’alar, 30. Lem’a, 5. Nokta, s. 499.
65- Mektubat, 24. Mektub, 2. Zeyl, 2. Nükte, s. 294-295.
66- Âl-i İmran, 3:31.
67- Bakara, 2:195; Âl-i İmran, 3:134, 148; Maide, 5:13, 93.
68- Âl-i İmran, 3:76; Tevbe, 9:4, 7.
69- Maide, 5:42; Hucurat, 49:9; Mümtehine, 60:8.
70- Bakara, 2:222; Tevbe, 9:108.
71- Bakara, 2:222.
72- Âl-i İmran, 3:146.
73- Âl-i İmran, 3:159.
74- Saff, 61:4.
75- Bakara, 2.190; Maide, 5:87; A’raf, 7:55.
76- Bakara, 2.205; Maide, 5:64; Kasas, 28:77.
77- Âl-i İmran, 3:57,140; Şûra, 42:40.
78- Âl-i İmran, 3:32; Rum, 30:45.
79- Nisa, 4:107; Enfal, 8:58; Hac, 22:38.
80- Bakara, 2.276; Hac, 22:38.
81- En’am, 6:141; A’raf, 7:31.
82- Nisa, 4:36; Hadid, 57:23.
83- Nahl, 16:23.
84- Lokman, 31:18.
85- Kasas, 28:76.
86- Nisa, 4:148.
87- Lem’alar, 30. Lem’a, 6. Nükte, 5. Şuâ, s. 535.
88- Sözler, 11. Söz, s. 116.
|