Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Lâhika-3, elde var sıfır

“İHTİMAL, bazı kelleler uçacaktır”!

Evet evet, TSK’ya “akıldáde” geçinen “Karanlıkçı Maocu” aynen böyle tehdit etti.

Anlaşılan, sivil Türkiye’yi susta durdurmak için aynı TSK tarafından hazırlanan “Láhika - 1” kendisini pek bir şevke getirmiş ve de “ulusalcı” biti kanlanmış.

Dolayısıyla da, Ergenekon Çetesi sanığı olarak yattığı kodesten bu keháneti müjdeledi.

* * *

Hayır, uçmayacak!

Artık darağaçları kurulmayacak; cellat ip çekmeyecek ve manga tetiğe basmayacak.

Zira, yüzde doksandokuz virgül doksan ihtimalle, bizim ülkemizde artık ne klasik, ne modern, ne de postmodern darbe olacak!

Bunların hepsinin defteri bir defa daha açılmamak üzere kapandı. Öyle de biline!

Ama binde bir kapıyı kasten açık bırakıyorum. Çünkü, gafiller daima çıkabilir.

Ve, insaniyetçiyim ve onların kellelerinin dahi uçmasını istemem ama yine de tekrar biline ki, şayet böyle bir maceraya yeltenen olursa, onları bu kez tükürükle boğacağız, nokta!

* * *

Fakat darbe olmaz ve olamaz, çünkü bir; statüko “stratejik ricád” durumundadır.

Dünyanın, ülkenin ve tarihin konjonktürüne uygun olarak hızla gerilemektedir.

Dolayısıyla da iki; kendi emekli sandığı işletmelerini Fransız veya Hint sermayelerine satan ve kullandığı silahların bilişim teknolojisini dışarıdan almak zorunda olan bir ordunun, o dünyanın ve tarihin akışına zıt gidebileceğini düşünmek abesle iştigal eder.

Artı, aynı dünyayla eklemleşmiş ve bütünleşmiş devasa bir Türkiye ekonomisi ise ne kışla vekilharcı defteriyle, ne de bir lokma, bir hırka bürokratı ufuksuzluğuyla yönetilebilir.

Bundan böyle darbe olmayacağının en nesnel ve en temel gerekçeleri de bunlardır.

* * *

Ama üç; statüko tabii ki yelken mayna etmeyecektir. Eli armut toplamayacaktır.

Sahip olduğu ayrıcalığı korumak için “taktik taarruzlar” gerçekleştirecektir.

Zaten de, AKP’yi yargıyla kapatmak girişiminden toplumu “Láhika-1”le militarize etmek planına, son gelişmeler o “taktik taarruz”un birer parçasıdır. Ancak dört; tüm bunlar dahi aslında o statükonun ne denli zorlandığının göstergesidir.

Yani, bırakın 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül gibi o “kelle uçuran” açık ve “modern” (!) darbeleri, artık 28 Şubat türü postmodern darbelere bile kolay cesaret edilememektedir.

Nitekim de beş; bu “modernite ötesi” müdahale 27 Nisan “internet muhtırası”yla tekrar denemiştir. Tamamen geri tepince de başka bir yöntem aranmak zorunda kalınmıştır

Ve altı; bu yeni yöntem de şimdi, gazeteci, yargıç veya sanatçıları “kafakola almak” hedefi güden “Láhika-1”in “taşeronlaştırma operasyonu” olarak karşımıza çıkmaktadır.

* * *

O halde yedi; düşünebiliyor musunuz, nereden nereye?

Daha düne kadar ikide bir “höt” diyen ve her deyişinde de bütün bir Türkiye’yi boy hizasına sokan statüko bugün o “höt”ün sökmeyeceğini bal gibi farkediyor.

Ve, “hop dedik ağam, hop dedik paşam” karşılığının geleceğini bildiği içindir ki de, “láhika láhika” (!) kendine taşeron aramak zorunda kalıyor. Aklınca “taktik” üretiyor.

Zaten, “stratejik ricád” derken de işte bunu kastediyorum.

Bu taktiklerin “kelle götüren” darbelere varamayacağını ve AKP kapatılsa bile aynı statükonun eski hakimiyetini kuramayacağını söylerken, iyimser değil gerçekçi davranıyorum

Yeter ki, “kelle uçacak” tehditlerinden korkmayalım ve kof çıkışlara göğüs gerelim.

Dolayısıyla da, dünkü ve önceki günkü sıralamadan farklı olarak bugünkü yazıma, “Láhika-3, elde var üç” başlığını değil, “Láhika-3, elde var S-I-F-I-R” başlığını atıyorum.

Hürriyet, 26 Haziran 2008

Hadi Uluengin

27.06.2008


 

Travmaya travma demenin günahı

Kardeşim 21 yaşındaydı ve ilk görev yerine giderken Van’ın Gevaş ilçesinin dağ yollarında donarak hayatını kaybettiğinde annem derin bir sarsıntı geçirmişti.

Bu elim hadisenin onun yüreğinde açtığı yara, ömrünün sonuna kadar devam etti. Mesela oğlunun öz adını bir türlü söyleyemedi. Bu travmaydı. “Yanar içim göynür özüm, genç yaşında ölenlere, gök ekini biçmiş gibi” diyor ya Yunus Emre. Bir çocuk veya genç ölümü anne- baba için onulmaz derin sarsıntılara yol açar.

Türkiye, şu günlerde, 19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleşen ve çeşitli ceza evlerinde 32 kişinin can verdiği “Hayata Dönüş Operasyonu”ndan dolayı yargılanan güvenlik görevlileriyle ilgili davanın zaman aşımından düşmesini konuşuyor.

O cezaevi baskınları, içerde evladı bulunanlar için, hatta herkes için travmaydı. Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların oluşturduğu travmanın PKK hareketini beslediği bugün herkes tarafından kabul ediliyor. Menderes ve iki bakanının asılmasının toplumda bir travmaya yol açmadığı söylenebilir mi?

DP Genel Başkanı Süleyman Soylu, “27 Mayıs’ı Türkiye’nin Kerbelası”, “Menderes’i de Hazreti Hüseyin”i olarak nitelerken böyle bir travmayı işaretlemiş olmuyor mu? Deniz Gezmişler’in idamı da bir toplum kesiminin yüreğini hâlâ kanatıyor. Halktan yüzde 47 oy almış bir siyasi partiyi kapatmak...

Bu partiye oy verenler nezdinde bir travma gibi algılanmayacak mı? Sadece bu partiye oy verenler değil, Türkiye’yi dışardan izleyenler bile “Allah Allah, adamlar halkın yarısının oyunu almış bir partiyi bile kapattılar” diye küçük dilini yutmayacaklar mı?

Yine çok güncel bir konu: Başörtülü bir genç kız, sınavı kazanıp üniversite kapısına gittiğinde kapıdan döndürülünce yaşadığı duygunun adı travma değil midir?

Devrimler travmaya yol açtı mı, açmadı mı? Tabii ki açtı, “Devrim”se başka türlüsü zaten söz konusu olamazdı. Devrim köklü dönüşüm demekse, hangi toplum, “Madem birileri böyle istiyor, hadi el birliğiyle dönüşelim” der?

Demez, tüm devrimler sancılı olur, hatta daha ötesi olur. Problem nerede? Bir, bunun seslendirilmesinde... İki, buna ilişkin bir değer yargısında bulunmakta... Seslendirme de üç türlü olabilir:

Bir, bir acının dile getirilmesi için, İki, o travmanın toplumda hâlâ yaşayan sonuçlarının bulunup bulunmadığının bilimsel anlamda tahlili için, Üç, “Devrimler”in hâlâ bir yöntem olarak kullanılabilir olduğunu hatırlatmak, yani topluma gözdağı vermek için... Bunların her birisinin farklı sonuçları olacaktır.

Anlaşılıyor ki Türkiye’de hâlâ, bir kesim, o süreçte toplum planında yaşanan acıların dile getirilmesine hazır değil... Konu, bugünün olaylarının tahlili planında bile ele alınsa kıyametler kopabiliyor. Ve ilginç, bir kesim Devrimleri “Gözdağı” boyutunda gündemde tutmaktan vazgeçmiyor. İşin içine bir de “siyasi gerilimde oynayacağı rol” girdiğinde, hakkında kapatma davası açılmış bir partinin genel başkan yardımcısının böyle dikenli bir alanda dolaşması, kıyameti koparıyor.

-Söylediğiniz her söz aleyhinize delil olarak kullanılabilir, ortamı yaşanan... Bu arada bir de “Nasıl iş bu, adam parti kapatmaya gerekçe hazırlıyor” şeklinde yorumlar yok mu? Hiç kimse “Suç mu bu sözler?” diye sormuyor. “İfade özgürlüğü nerede?” diye sormuyor.

Herkes, Yargının bu tür yargısız infazlardan etkileneceğinden o kadar emin ki...

Bu bile Türkiye’nin yaşadığı yargısal sancıyı ve kırılgan sistem yapısını anlamaya yeter. Ben şunu söyleyeceğim:

Türkiye, travmalarını konuşmalı. Travmaların hangi toplum kesiminin bünyesinde nasıl izler bıraktığını tespit etmeli ve sistem planında bu yaraların sarılması için gerekli tedbirleri almalı. Vamık Volkan, “yası tutulmamış acılar”ın toplum hafızasında derin izler bıraktığını söyleyerek, farklı bir toplumsal analiz yolu gösterdi. Türkiye’de bugün yaşanan sancılarda, gerilimlerde, geçmişteki “travma”ların derin izleri var.

Bunların dile getirilmesini “Söyletmen, urun!” mantığı ile herkesin ağzına bir şaplak kondurarak karşılamak yerine, “Kim ne diyor?”a bakarak anlamaya çalışmak, Türkiye için çok daha sağlıklı olacaktır. Atilla Yayla’yı döv, başörtülü kızı çarmıha ger, Fırat’tan yola çıkıp partisini ipe çek...

Böyle neyi çözebilirsin ki... Bunun adı ancak “travma” politikasına devam olur.

Bugün, 26 Haziran 2008

Ahmet Taşgetiren

27.06.2008


 

Futbol topu ve Türk bayrağı

Özellikle bir türlü köylülükten kurtulup, modern bir teknoloji üretiminin köpüklendire köpüklendire yaygınlaştırdığı “evrensel burjuvazi” ile bütünleşememiş ve sürekli çağının dışında kalmış bir toplumda; siyasetçilerin, kitleleri avutmak için kullandığı en etkin uyuşturucu, abartmalı bir “kahramanlık” övgüsüdür.

* * *

Sıtma, kolera, tifüs, trahom kırıp geçiriyor muymuş milyonları?..

Boş ver...

Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur;

Tuttuğum yol, vatan millet yoludur.

* * *

Tarihsel kahramanlık övünmelerinin patolojisi; ilkokullardaki:

Süngümü demir gibi ellerimle kavradım,

Şanlara zaferlere yürüdüm adım adım...

Korosundan, nihayet günümüzde futboldaki “milli maçlar”a indirgenir oldu; salgın hastalıkların da, bir ölçüde trafik kazalarına dönüşmesi gibi...

* * *

Avrupa Futbol Şampiyonası’nda İsviçre’yi de, Hırvatistan’ı da yene yene, mucizeler yaratıyor ve yarı finale kalıyorduk.

Gazetelerin ilk sayfalarını, Türk bayrağı ile futbol topunun yapışık kardeşliği kaplıyordu.(...)

* * *

Son haftalar içinde, futbolla yatıp futbolla kalkma afsunlanmasının buğulanmış fanusunda; coşa taşa, hiç tadılmamış sevinçlerin doruklarında yaşarken; Ankara’da da bazı çevreler, dış ticaret açığının 250 milyar dolara çıkmış olmasının kaygı ve hırçınlığını yaşıyordu.

Bayrak satıcılarının ise umurunun teki değildi, ekonomiyi kuşatmaya başlamış görünen keneler.

* * *

Besbelli ki tüm hafta, Türkiye-Almanya maçının analizleri, yorumları, eleştirileriyle geçecek yine.

Sık kullanılan bir deyimle, “Türkiye futbola kilitlenmiş” bir kere; kahramanlıklar gollerde füzelenmede.(...)

Futbol topu, Türk bayrağının yapışık kardeşi olmayı, bakalım daha ne kadar sürdürecek?

* * *

(...)Dünyada ayakla oynanan futbol; Türkiye’de yiğitlikle, yürekle, at üstünde polo taktiğiyle, akrobaside trapezi tutma tekniğiyle oynamaya dönüşe dursun...

* * *

Dünkü Milliyet’in 2’nci sayfa manşetinde Şükran Özçakmak’ın, yine “gelişmiş” ülkelerin hiçbirinde rastlanamayacak türden, bizdeki yargı ve hukukla ilgili bir haberi vardı:

“Türkiye’de ‘oyalanan’ kurtuluyor

Örtülü af

Sadece 2006’da 300 bine yakın dosya zamanaşımıyla ortadan kalktı, sanıklar cezasız kurtuldu. Zamanaşımından en çok yararlananlar devleti soyanlar, kamu görevlileri ve işkenceciler oldu. Ancak devleti hedef alan siyasi davalar onlarca yıl sürüyor”

* * *

Bendenizin çocukluğunda, bayram yerleri vardı.

Bayram yerlerinde de, çok yüksek iki direk arasında gerilmiş bir ip üstünde, elinde dengesini bulmak için ortasından tuttuğu uzunca, kalın bir sopayla yürüyen ip cambazları yaygındı.

* * *

Büyükçe bir kalabalık başını kaldırmış ip cambazını izlerken; profesyonel yankesiciler de, izleyicilerin ceplerini boşaltırlardı.

* * *

O nedenle de kitlelerin dikkatini, ters giden günlük olayların dışında bir konuya çekmeye çalışan politikacıların bu çabası için şöyle denir:

- Cambaza bak sen cambaza...(...)

Milliyet, 26 Haziran 2008

Çetin Altan

27.06.2008


 

Kusur kimde?

Kusur iki taraflıdır. Hem “İrtica geliyor” telaşına kapılanlar, hem bu kaygıyı gideremeyen AKP...

Dengir Fırat’ın devrimler dönemi hakkında dedikleri Demirel’in 1980’lerde Yeni Asya gazetesine anlattıklarının yanında çok hafif kalır! Hatta Ecevit’in “Atatürk ve Milliyetçilik” adlı kitabında, “Devrimler halka ekonomik bakımdan ne getirmişti?” diye sorgulayan sayfaları yanında bile Fırat’ın sözleri hayli yüzeyseldir.

Milliyet 26 Haziran 2008

Taha Akyol

27.06.2008


 

Sistem irticaya mahkûm

Ne dersiniz, ‘Anayasa Mahkemesi’ AKP’yi kapatsa ‘láiklik karşıtlığı’ veya ‘irtica’ biter mi? Ben bitmeyeceği kanaatindeyim.

Geçen yılki bir yazımda yazdığım gibi:

‘(...) Türkiye’nin rejimi bir demokrasidir, ama öyle bir ‘demokrasi’ ki bu, dinin ‘toplumsal bir güç’ olmasını, din kurallarının ‘toplumsal yaşamda’ bile yer tutmasını önleyecek, sadece hukuku değil ama eğitim ve hatta kültürü de dinden büsbütün arındıracak ve ‘dine dayalı düşünce ve akımlar’ın devlete ‘etki etmesi’ni bile engelleyecek bir demokrasi....

Şimdi düşününüz: Türkiye’nin cari sisteminin karakteristiğini ve onun neden bir demokrasi olamayacağını bundan daha iyi anlatan bir açıklama olabilir mi?...

Evet, gerçekten de böyle bir rejimde, tabiatı icabı, her zaman ‘irtica’ olacaktır. Çünkü, dinin toplum hayatındaki yerine ilişkin olarak yapılan bu açıklamanın hayatla, insani varoluşun gerçekleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Gerçeklerden kopuk böyle bir din-toplum ilişkisi anlayışına sahipseniz, hayatla ilgisini bir şekilde devam ettiren dinin varlığını otomatik olarak ‘laiklik karşıtlığı’ veya ‘irtica’ olarak görmeniz gayet doğal olur. Çünkü, bu anlayış insan hayatında dine neredeyse hiç yer tanımıyor.

Heyhat, dünyanın hiçbir uygar ülkesinde ne böyle bir din ve laiklik anlayışı var ne de böyle dini vicdanlara kıstırmış bir demokrasi!...

Türkiye’de ‘irtica tehdidi’nin sadece var olduğu değil, aynı zamanda ‘var olmaya devam edeceği’ne ilişkin vurgu da rejimin özelliği bakımından çok önemli. Bu şu demek: Rejim ‘irtica’ korkusunu canlı tutmaya hep devam edecektir. Çünkü, sistemin devamı önemli ölçüde buna bağlıdır. Zaten sistemin değişmezliği ancak ‘düşman’ imajını canlı tutmakla mümkündür. Sistemin baş düşmanı da ‘irtica olduğuna göre...

(...)

Ayrıca, ‘irtica tehdidi’ni sürekli canlı tutmaya, halihazırdaki Şarkvari laikliğe itiraz edilmemesini sağlamak için de mecbursunuz. ‘Bizim bu oryantal laiklikten başka çaremiz yok, baksanıza irtica almış başını gidiyor!’. Eh, irtica çok büyük bir tehlike olduğuna göre, sadece ‘çağdaşlar’ın -’irticacı olmayanların- hukukunu gözeten bir rejime de razı olmamız gerekir. Demokrasi olacağız diye ‘başıbozukluğa müsaade edilmesi’ni herhalde bekleyemezsiniz.

Şu halde, ‘irtica tehdidi’ Türkiye’de iktidar mücadelesinin bir aracı olduğu için hiç bitmeyecek ve bitmesine de asla izin verilmeyecektir. Biter gibi olsa da imal edilecektir. Bitmesine izin verilmeyecektir, çünkü, Allah göstermesin, ‘irtica’ biterse demokrasi ve özgürlük gelebilir!

Nitekim Türkiye’de son yüzyıldır hep böyle oldu. İrticanın varlığının ‘kanıtları’ sürekli değişti, ama o hep varlığını korudu. Kimi zaman İttihatçılara muhalefet, kimi zaman din öğretimi, kimi zaman ezanın orijinal dilinde okunması, kimi zaman takunya, kimi zaman Cuma namazı oldu kanıt, şimdilerde ise başörtüsü...

Bu mücadele, statükodan yana olan güçlerin demokratik değişimciler karşısındaki avantajlı konumlarını muhafaza etme mücadelesidir. Paradoksal gibi görünse de, ‘irtica tehdidi’ söylemi Türkiye’de siyasi gericiliğin en önemli silahıdır. ‘İrtica tehdidi’ sayesinde, demokrasi oyunundaki başlıca oyunculardan birini -daha şanslı görüneni- diskalifiye etmek her zaman mümkün olduğuna göre, statüko güçleri bu silahı neden bıraksınlar ki?...

Kısaca, sistem ‘irtica’ya mahkumdur.’

Star, 26 Haziran 2008

Mustafa Erdoğan

27.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır