Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Haysiyetli arkadaşlar

Son yılların en önemli gazetecilik olaylarından biri, hiç kuşkusuz Nokta dergisinin, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in ‘Darbe Günlükleri’ni yayınlamasıydı.

Ancak derginin yayın yönetmeni Alper Görmüş gayet açık sözlü ve mütevazı bir tavırla, “ Ele geçirdik, demiyoruz. Günlükler bize geldi “ demişti.

Başka ülkelerdeki durumu bilmem, ama Türkiye’de “araştırmacı gazeteci” olunamaz. Çünkü devletin tekelindeki bilgiye ulaşamazsınız.

Bırakın gazetecileri, o bilgilere milletvekilleri de ulaşamaz.

Peki, ne olur?

O bilgi uygun zamanda verilir. Yani moda tabiriyle servis edilir . “Al bunu yayınla” denilir.

Mesela Emin Çölaşan, mahrem konuları kaleme alan kadın gazetecileri fırçaladığı bir yazısında, “Bunların masasına dosya gelmez” deyivermişti.

Çünkü dosyalar, devletin çeşitli birimlerinden yola çıkan Minik Kuş tarafından Çölaşan’ın masasına kadar getiriliyordu.

***

Bunları yazmamın sebebi “haysiyetli” gazeteciler:

Hani Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ ile buluşmasını yazdı diye, Taraf gazetesine kızanlar...

Gerçekten “haysiyetli” tipler, çünkü yukarıda anlattığım ‘ bilginin servis edilmesi’ olayını, (çoğu yöneticilik de yaptığı için) gayet iyi bilirler.

Hatta o kadar iyi bilirler ki icabında, “Niye haberi rakibime verdin de bizim gazeteye vermedin” diye apaçık yazarlar.

Tabii şunun da farkındalar: Günümüzde kavga sadece “merkez ve çevre” arasında değil, devletin içinde de sürüyor.

Kapışan odaklar, birbirlerinin aleyhine olacağını düşündükleri bilgileri, “yayınlayacağına emin oldukları medya kuruluşuna” veriyorlar.

Mesela Paksüt ile Başbuğ’un buluştuğu bilgisi Hürriyet’e de ulaşmış. Ankara Temsilcisi Enis Berberoğlu’nun yazdığına göre, Paksüt’e iki kez soruluyor. Paksüt, “Hayır, buluşmadım” diyor.

Haber Taraf gazetesinde yayınlanınca itiraf ediyor: “Evet, buluştum.” Berberoğlu da, “Yargıçların kararlarıyla konuşmaları esastır. Ama daha önemlisi, tam doğruyu söylemeleridir” diyerek yalan söyleyen Paksüt’e sitem ediyor.

Ancak haysiyetli yorumcularımız bütün bunlar olmamış gibi, PaksütBaşbuğ buluşmasını sorgulamak yerine, Taraf’a yükleniyor, komplodan söz ediyor, “Demek ki Paksüt izleniyormuş” diyor.

***

Haysiyet dağının zirvesine tırmananlar ise Paksüt-Başbuğ buluşması için sanki “normal, olağan, sıradan” bir olaymış gibi, “Canım ne var bunda” diyenler. Diyebilenler.

Paksüt ve Başbuğ’un devlet içindeki konumlarının önemini bir yana bırakıyorum. (O düzeydeki insanların yaptıkları ve söyledikleri hemen her şey haberdir. Hele bugünlerde!)

Buluşmanın şekli bile haysiyetli arkadaşlarımızı harekete geçiremiyor: Bir saat 15 dakika süren görüşmede Genelkurmay’daki güvenlik kameralarının kapatılması ve komuta katının boşaltılması da gayet “normal, olağan, sıradan” bir durummuş. “ Canım ne var bunda? “

***

(...)Erdoğan ile Büyükanıt’ın Dolmabahçe görüşmesinin içeriğini öğrenebilmek için küçük parmaklarını feda etmeye hazır olanların, Paksüt ile Başbuğ’un ne yaptığını merak etmemesi size tuhaf mı geliyor?

Hayır, hayır; tuhaf bulmayın.

Açığı, kapalısı, yarımı, çeyreği, postmoderni ya da yargısalı fark etmez.

Onlar daima darbeden yana olmuştur; elbette sadece ve sadece haysiyet gereği.

Sabah, 17 Haziran 2008

Emre Aköz

18.06.2008


 

‘Atatürk’ü Sevmeme Suçu’ olur mu?

Nuray Canan Bezirgan isimli genç kıza, katıldığı bir televizyon programında Atatürk’ü sevip sevmediği soruluyor. Genç kız, önce cevap vermekte tereddüt ediyor, sonra da ‘başıma bir şey gelmeyecekse sevmiyorum’ diyor. O şimdi bu sözlerinden dolayı soruşturma geçiriyor; kendi doğrusunu korkularına kurban etmediği, ‘takiye’ yapmadığı ve dürüst olduğu için suçlanıyor. Bir medya grubu O’nu linç etmeye çalışıyor, hakaret ediyor, onlara karşı olan basından birileri de provokasyon ihtimalinden söz ediyor.

Nuray Canan Bezirgan’ın düşüncesinden, hatta düşüncesinden de değil duygusundan dolayı cezalandırılmasını isteyenlere söylüyorum:

Atatürk’ü sevmemeyi veya Humeyni’yi sevmeyi yasaklayan bir kanun mu var? Atatürk’ü sevmediği için bir bireyi eleştirebilirsiniz, onun yanlış düşündüğünü söylersiniz veya siz de tersini söylersiniz. Ama cezalandırılmasını savunurken, sadece evrensel hukuka değil, ülkedeki cari hukuka göre bile tutarlı olamazsınız.

Kabullenmek zor geliyor olmalı ama ortada suç yok, sadece ifade özgürlüğünün kullanımı var. Siz buna alışık olmadığınız için hoşlanmadığınız bir ifadeyle karşılaşınca cezalandırılmasını istiyorsunuz ama bu sizin istediğiniz sadece diktatörlüklerde olur. Bezirgan’ın ifade etmek zorunda kaldığı duyguları sizi rahatsız etmiş olabilir, ama bu ceza için yeterli neden değil.

İfade özgürlüğü tam da böyle bir şeydir; hatta bundan daha geniştir. İnanmazsanız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin artık çocukların bile bildiği ünlü Handyside kararına bakın. O karar, ifade özgürlüğünün sadece rahatsız eden fikirleri değil, ‘sarsan’ ve ‘şoke eden’ fikirleri de kapsadığını, hatta hukuk tarafından daha fazla korunmaya ihtiyaç gösteren ifadeler olarak asıl onları kapsadığını söylüyor.

Ne yapalım, çağdaş uygarlık böyle bir şey. Hem medeni bir toplumun gereklerini arzulayıp, hem de sizin gibi düşünmeyen veya sizinle aynı duyguları paylaşmayan insanların cezalandırılmasını isteyemezsiniz. Genç Siviller’in söylediği gibi, ‘demokrasi bazen acıtır’, dünyayı sevmediğiniz insanlarla paylaşmak zorunda bırakır, ama onu gerçekten benimsiyorsanız farklı olana tahammül etmekten başka seçeneğiniz yoktur.

Eğer o genç kızın veya başkalarının Atatürk’ü sevmemesinden gerçekten rahatsızlık duyuyorsanız, Atatürk’ün adıyla onlara baskı yapılmasına karşı çıkın. Bezirgan, başörtüsü yasağına direndiği için ‘eğitimi engellediği’ gerekçesiyle okuldan atılmış, polis tarafından dövüldüğü için bebeğini düşürmüş ve sonuçta Kanada’ya iltica etmek zorunda kalmış. Bunu nasıl görmezden geliyorsunuz?

O genç kız gibi siz de samimi olarak söyleyin, aslında Atatürk de umurunuzda değil mi?(...)

Star, 17 Haziran 2008

Berat Özipek

18.06.2008


 

Hani Diyarbakır Cezaevi kapatılmıştı?!

Ailesiyle görüştürülmeyen onlarca mahkum var Türkiye’de. Onlardan yalnızca biri; Erzurum Cezaevi’nde tutuklu bulunan Fettah Karataş... Annesi Türkçe bilmiyor Karataş’ın... Cezaevinde Kürtçe konuşmak yasak. İşte bu yüzden Kürtçe konuşan annesi ile görüşemiyor; ne telefonda ne de demir parmaklıklar ardında yüz yüze...

Bir ana ile oğlun yıllarca görüştürülmemesi için nasıl gerekçe yapılabilir; doğarken seçmedikleri ana dilleri?..

12 Eylül askeri darbesinden tam 11 yıl sonra...

Kürtçe’yi yasaklayan 2932 sayılı yasa 1991 yılında yürürlükten kaldırıldı. Lakin, ülkenin üzerinden darbenin vesayeti kalkmadığı için değişen bir şey olmadı. Yalnız Kürtçe değil, Türkçe dışında tüm yabancı diller yasak cezaevlerinde.

Ceza İnfaz Kurumları Yönetmeliği’ne göre! Ancak...

Alman Marco, Antalya’da kaldığı cezaevinde tek bir kelime Türkçe konuşmadan yedi ceddiyle görüşebilirken rafa kalkan yönetmelik, söz konusu Siirtli Halime Güçlü olunca hemen yürürlüğe konuveriyor.

Yaşlı kadın, tıpkı Fettah Karataş’ın annesi gibi Türkçe bilmediği için Edirne Cezaevi’nde yatan oğlu ile görüştürülmüyor; tam on üç senedir! Nasıl bir zihniyet bu?

Ben söyleyeyim! Lağım çukurlarına soktukları başları postallarla ezen...

(...)Köpeğe esas duruşta tekmil verdiren... Eğlence için canlı kurbağa, fare dışkısı ya da kusmuk yediren... Zevk için sidik içiren zihniyet bu! Şimdi de siz söyleyin; O meşhur Diyarbakır Cezaevi... Kapatılmış mı sahiden?

Bugün, 17 Haziran 2008

Erhan Çelik

18.06.2008


 

Yeni bir sözleşme lâzım!

Anayasa Mahkemesinin türban kararı açıklandığında, Başbakan’ın eşinin de olduğu bir ortamda AKP’nin bir üst düzey sorumlusu sevinçle ayağa kalktı; kendileri aleyhindeki her yasal kararın sandıkta lehte sonuç verdiğini hatırlatarak dedi ki:

“Biz bu işten daha çok ekmek yeriz.”

Orada kimse ses çıkarmadı. Ama yakın çevreden bazıları sonradan tepki gösterdiler.

Bunlardan biri şunu sordu:

“Biz türbanlı kızların eğitim sorununa çare mi arıyoruz, onların ıztırabını oya tahvil etmeye mi çalışıyoruz?”

* * *

Siyasette “göze göz”, herkesi kör etmişe benziyor.

Kutuplaşmada iki taraf da amacı uğruna hukukla oynuyor: Biri onu siyasileştirerek; diğeri onu kötüleyerek

İkisi de bu yolla aslında hukuka zarar verdiklerini ve kendilerini var eden ortamı zehirlediklerini göremez haldeler.

Bu kör dövüşünde kendini karşısındakinin yerine koyabilen bir vicdana, hukuku, siyasal çıkar hesaplarının üzerinde tutan bir aklıselime ve yerleşik kalıplara meydan okuyan akil isimlere ihtiyaç var.

* * *

Dünkü Milliyet’te onlardan birinin sesini duyduk; serinledik.

Devrim Sevimay, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) yıllar yılı Türkiye’yi temsil eden yargıç Rıza Türmen’le görüşmüştü. Türmen de ezber bozan yanıtlar vermişti.

“Ezber”e göre, “Üniversitede türbana hayır” diyenler AKP’nin kapatılmasını isterdi.

“Türbancı” ise, AKP’yi desteklerdi.

Oysa Türmen hiç de öyle konuşmuyordu.(...)

Hem hukuku hem demokrasiyi kollamaya çalışıyordu.

* * *

Söyleşinin gazete sayfasına sığmayan bölümü Milliyet’in internet sitesinde verilmişti.

Orada Türmen “yeni bir toplumsal sözleşme” ihtiyacına dikkat çekiyordu.

“Herkesi daha fazla içine alan, asgari müşterekleri daha fazla ortaya koyabilen” yeni bir sözleşme, “kimsenin birbirinden kuşku duymadığı daha başka bir dönem”in kapısını açabilirdi.

Türmen, bu “sözleşmenin formülü”nü şöyle açıklıyordu:

“Birincisi, herkesin kendi cemaatinin dışına çıkıp düşünmesi gerekiyor. Bu, tüm tarafları kapsıyor.

“İkinci olarak şunu diyemez miyiz: ‘Benimle aynı düşüncede olmayan insan düşman değildir; sadece benimle aynı düşüncede olmayan başka bir insandır.’”

* * *

Zor; ama asıl ihtiyacı doğru saptayan bir formül bu.

O kampın ya da bu kampın değil, vicdanın safında duran bu olgunluğa, kutupları uzlaştıran bir siyasi akla, ara çözümler üretebilen akil adamlara siyasette ne çok ihtiyacımız var.(...)

Milliyet, 17 Haziran 2008

Can Dündar

18.06.2008


 

Demokrasi her eve lâzım

İrlanda’nın Lizbon Anlaşması’nı reddetmesi Avrupa Birliği’ni sarstı. Lizbon’u gömüp Nice sistemiyle devam etmeyi salık verenler olduğu gibi İrlanda’yı dışlamak isteyenler de var, Anlaşmada değişiklikler yapıp tekrar referanduma sunulmasını önerenler de. En fazla başı ağrıyacak olan 1 Temmuzda dönem başkanlığını devralacak Fransa.

İrlanda halkının ‘hayır’ diyen yüzde elli üçü yalnız değil. Birçok üye ülkeden referandum sonucunu sevinçle karşılayan sesler yükseldi. Bu sonuç Avrupa bütünleşmesinde halkların eğilimlerinin göz ardı edilmesine tepki olarak görülüyor. Avrupa’nın siyasi elitleri ile halkları arasındaki uçurumun kanıtlandığı ileri sürülüyor. Reddin AB’nin daha demokratikleşmesini sağlaması umuluyor.

Krizin kaçınılmaz bir etkisi de genişlemeye olacak. Yeni bir kurumsal reform uzlaşısına kadar Hırvatistan ve bizimle müzakerelerin yavaşlaması hatta durması söz konusu. Buna en çok Hırvatistan üzülecek herhalde. Zira onların süreci rayında giderken bizimki malum zaten duraklama noktasında. Türkiye’nin üyelik süreci şu veya bu müzakere faslının açılmasından çok daha köklü bir sınavdan geçiyor. Türk halkı vesayet altında bir sanal demokrasiyle Kopenhag siyasi kriterlerinin bağdaşmadığını sezmeye başlıyor. AB yolunun asıl demokrasi ve temel hak ve özgürlükler kavramlarının içini dolduramamaktan tıkandığı gittikçe berraklaşıyor.

Tıkanma çok açık. 2004’de müzakerelerin açılması kararı siyasi reform sürecindeki ilerlemelere bağlanmıştı. Ancak kararda temel bir koşul da reform sürecinin geriye dönülmezliğinin garantiye alınması ve tam, etkin ve kapsamlı uygulamasının sağlanmasıydı.

Kopenhag Siyasi Kriterleri’nin ışığına tutulduğunda şimdiye kadarki reformların daha çok şeklen yapıldığı ve ‘tam, etkin ve kapsamlı’ uygulanmaktan uzak olduğu açık. Daha da vahimi bunların içerdiği kavramları yanlış yorumladığımızın ortaya çıkması.

2004’den bu yana geçen üç buçuk yıllık döneme şöyle bir bakalım.

Siyasi kriterlerin ilki istikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olmasından bahsediyor. Bizim demokrasimizin ne istikrarlı ne de kurumsallaşmış olduğu büsbütün ortaya çıktı son dönemde. E-muhtıralar, y-muhtıralar, kapatma davalarıyla zaten topal demokrasimize pranga vurmaya çalışılıyor. Ergenekon, Cumhuriyet Çalışma Grubu, Sarıkız, Ayışığı hamasi veya şairane isimler değil darbe şemaları. Demokrasinin kurumları yetki tecavüzüyle, hatta gaspıyla meşgul.

Kriterlerin ikincisi hukukun üstünlüğüne ilişkin. Artık Türkiye’de hukukun değil ‘rejimin yargıçlarının’ üstünlüğünün hüküm sürdüğünden kuşku yok. Örnekler o kadar çok ki: Şemdinli, Dink, Malatya cinayetleri, Danıştay saldırısı, 367, kapatma davası, y-muhtıra, 148. madde...

Üçüncü kriter ‘insan haklarına saygı’. Bu alanda hâlâ feci şekilde emeklemeyi sürdürüyoruz. Vasi güçler insanımızı insan yerine koymamakta ısrarlı. ‘Önce vatan’ sloganı vatandaşı eziyor. Bürokrasi halka baştan suçlu muamelesi yapıyor. Gösteriler hep copla gazla bitiyor. Tuzla’da ölenler insan sayılmıyor. Keza azınlıklara saygı değil saygısızlık norm gibi. Ayrımcılık had safhada. Dink’in katli neredeyse mazur gösteriliyor. Misyonerlik cinayet nedeni.

Bu tablo sadece AB sürecini değil toplum olarak tüm geleceğimizi ilgilendiriyor.

Kuşkusuz Avrupa Birliği bu krizden de çıkar. Geçmişte o kadar kriz atlattı ki... Bir formül bulur yollarına devam ederler. Ama bu defaki formülde halkların sesine daha çok kulak verileceği, ‘demokrasi açığını’ kapatma çabalarının öne çıkacağı muhakkak gibi. AB sorununu daha çok demokrasiyle aşacak.

Bizim için de başka yol yok. Derin yapısal bunalımdan çıkmamız gerçek demokrasi için mücadeleden geçiyor. Vesayeti kırmak kolay değil tabii. Ama bunun için tek güvence yine halkımızın sağduyusu.

Kendi kendini yıpratmasına rağmen hâlâ en hâkim siyaset içi aktör olan Ak Parti’nin kapsamlı bir demokratik reform taahhüdü ile erken genel seçimlere gitmesi siyaset dışı kuşatmayı kırmak için ilk adım olabilir. Ak Parti -veya ardılı- halktan gerçek demokratik bir sivil anayasa, seçim kanunu ve siyasi partiler kanunu öncülüğünü yapma yetkisini alabilirse Türkiye rahatlayabilir.

Bakalım Ak Parti’nin cesareti ve vizyonu buna yetebilecek mi? (...)

Taraf, 17 Haziran 2008

Temel İskit

18.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır