22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra artan terör oyları dolayısıyla bu sayfalarda yayınlanan bir yazımda seçimden sonra AK Parti’nin işinin daha da zorlaşacağını söylemiştim.
Bu zorlukların başında ise artan hizmet beklentisi değil aksine sahip olduğu gücün zayıflatılması ve engellenmesi şeklinde tezahür edebileceğini hatta artan terör olaylarını da böyle okumak gerektiğini belirtmiştim. Bu bir kehanet değildi elbette ama 22 Temmuz’da elde edilen gücün “ulusalcı Kemalistler”, “besleme basın” ve özellikle de “devletten geçinen” bürokratlar tarafından kolay bir biçimde hazmedilemeyeceği açıktı. Bunu öngörmemiş olmak büyük bir aymazlık olurdu. Bu odakların envai çeşit entrikalara girişileceğini geçmişte hem de yakın geçmişte yaşananlardan okumak mümkündür. İlginçtir, toplumumuzda tarihe karşı derin bir merak varmış gibi görünmesine rağmen tarih hep kronolojik bir fantezi olarak görülmüştür, tarihsel olayların arkasında yatan düşünce biçimleri yaşanan olaylar kadar ilgi çekmez.
Her şeyden önce unutmamak gerekir ki Türkiye, Osmanlı’dan kalma bir bürokratik geleneği içinde barındıran bir yapıya sahiptir ve bu bürokratik yapı sanıldığı kadar da kolay bir biçimde değişmeyecektir. Çünkü bu kesimin hayat standartları tüm çalkantı ve krizlere rağmen değişmemektedir. Demokrasi olsa da olmasa da bunların işleri iyi gider, her zaman ve her yerde düşüncelerini ifade edebilirler, çocuklarını yurtiçinde ve yurtdışında istedikleri okullara gönderebilirler, gazetelerde bunların düşüncelerine paralel yayınlar hep devam edecektir ve bunlar haksızlığa da uğramazlar, kısaca bunların tuzu hep kurudur zaten.
OSMANLI MODERNLEŞMESİNİN GETİRDİKLERİ
Devletin sahip olduğu tüm kadrolar da bunlara tahsisli olduğu için CHP dışında kim nereye atama yaparsa yapsın kadrolaşmaya gidildiği yaygarasını koparırlar. Çünkü bu kadrolar, CHP için saklıdırlar ve bekletilmektedirler, bu kadrolara ancak kendileri gibi birisinin ve üstelik onlar gibi birisi tarafından atamanın yapılması gerekir. Aksi halde devlete sızmadır. Bilindiği gibi bu sorun en çok da bir önceki Cumhurbaşkanı döneminde yaşanmıştı ve birçok atama Köşk’ten geri dönmüştü. AK Parti de kendisini tatmin etmek için il müftüleri, kültür müdürleri, okul müdürleri, hastane başhekimleri ve boş işlerle uğraşanların bulunduğu AKP birimlerine atamalar yaptı ve bunun bedelini de ağır ödedi. Medyada çıkan haberlerin aksine AK Parti’yi bekleyen asıl sorun kadrolaşamamış olmaktır. Çünkü Türkiye’nin güncel siyasal-toplumsal sorunlarının başında bürokrasinin sistem içindeki olağanüstü konum ve ağırlığı gelmektedir. Bu sorun, temellerini Osmanlı örgütlenme modelinde ve Osmanlı modernleşmesinin özgün yapısında bulmaktadır. Gerçekten, Osmanlı’nın klasik örgütlenmesi, bürokrasinin etkin bir konuma sahip olduğu patrimonyal toplumsal-siyasal sisteme dayanmaktadır. Bu sistem, Osmanlı’nın çöküş döneminde baş gösteren Batılılaşma çabalarını da etkilemiş ve bu yolla Osmanlı modernleşmesi şekillenmiştir. Cumhuriyet modernleşmesinin selefi Osmanlı modernleşmesinde bürokrasi başat aktör olmuştur. Öyle ki, modernleşme projesi, bürokrasinin eliyle ve bürokratik özellikler dikkate alınarak yürütülmüştür. Bürokrasinin toplumsal-siyasal sistem içerisindeki bu egemen konumu neredeyse hiç değişmedi. Tüm iktidarlar döneminde hep var oldu.
Türkiye’de bürokrasinin sivil siyaset üzerindeki etkinliği, Türkiye’nin Avrupa Birliği ilişkilerinde de kendisini göstermektedir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik aşamasındaki ülkemizin bu yapıya entegre olabilmesi için kendisinden istenen ev ödevleri konusunda da bürokrasi etkin olmakta ve ne yazık ki ancak bunların çizdiği sınırlar içerisinde taahhütlerde bulunabilmektedir. Bu sorunlu yapı açıkça kendini belli ettiği için AB Komisyonu’nun her yıl Türkiye için hazırladığı raporlarda, bu sorunlu yapı dile getirilmekte, buna çözüm üretilmesi Türkiye’den istenmektedir. (Bkz. 2003 Regular Report on Turkey’s Progress Towards Accession) Aslında bu durum, siyaset sosyolojisinin de temel sorunlarından birisidir. Nitekim ünlü sosyolog Max Weber de bu gerçekliğe işaret etmiş ve günümüz modern devletinin sahip olduğu siyasi rejimden neredeyse tamamen bağımsız bir biçimde bürokrasinin toplum ve devlet hayatında kök saldığını belirtmiştir. Aynı zamanda Ahmet İnsel’in de deyimiyle, “bu bürokrasi, (kendi gücünü) meşrulaşmak için sırtını ayrıntılı bir hukuksal düzene dayamıştır.” Bu sayede de bürokrasi siyaset üzerinde neredeyse mutlak bir egemenlik hakkına sahip olmaktadır. Öyle ki, bürokrasi sivil siyaseti adeta “vesayeti” altına almış görünmektedir. Bu durum Türkiye’de demokrasinin süreklileşmesi ve güçlenmesi açısından bir engel teşkil etmekte ve ideolojik olarak Batı tipi bir toplum yaratma amacı da sivil-asker bürokratlar için, siyasete karışmanın bir gerekçesini oluşturmaktadır.
O halde bu durumdan kurtulmanın yolu, bu alanda acilen yapısal reformlar gerçekleştirmek ve bürokrasinin toplum ve devlet üstü konumunu elinden almaktır. Topluma karşı sorumsuz olan bireylerin toplum hayatını doğrudan ilgilendiren konularda nihai karar mercii olduğu bir siyasi iktidar biçimi düşünülebilir mi? En basitinden söylemek gerekirse hükümet acilen kamu personel reformunu çıkarmalı ve mutlaka performansa dayalı ücret ilkesini getirmelidir. Unutmamak gerekir ki elinde bu değişiklikleri yapma imkânı olan ve bunu yapmayan bir iktidar tüm sorunların sorumlusu olmaktan kurtulamayacaktır.
VAR OLAN BÜROKRASİ
İLE DEĞİŞİM DE AB DE HAYAL
Türkiye’deki en önemli açmaz, devlet ile toplum arasındaki değişim hızının farklılığıdır. Devletin dönüşümü gerçekleşmeden de bu sorun hep devam edecektir. AK Parti’ye düşen, il müftüsü, okul müdürleri atamaktan vazgeçip dünyanın gittiği yöne doğru evrilen liberal ve demokrat dünya görüşüne sahip, devletin gücünü kendi gücüyle birleştirip topluma tepeden bakmayan bireylerden oluşmuş bir kadrolaşmaya daha da hız ve ağırlık vermesidir. Hangi partiden olduğuna bakmaksızın milletin vekiline saygı göstermeyen bir bürokratın millete fayda getirmeyeceği bilinmeli ve ona göre atamalar yapmalıdır. Özellikle de bu dönemde buna cesaret edebilirse sanırım bu sorunu kısmen aşabilir. Çünkü açılan kapatma davasının hedeflerinden birisi Köşk’ten dönme riski olmayan atamaları engellemek, bir diğeri de toplumun sahip olduğu değişim ve dinamizmi köreltmek ve geleneksel politik tercihlere geri dönmeyi dayatmaktır. Çaresizlikle baş başa bırakmaktır. AK Parti’yi başarısızlığa mahkum etmektir. AK Parti içinden bile yeni oluşumlar içinde olanların varlığı, kimin hangi fırsatları kolladığını göstermiyor mu? Doğal afetlerde ortaya çıkan mağduriyetleri fırsata dönüştürmek isteyen işletmeciler, zaafları kollamaya devam edeceklerdir. Bunlara hayal kırıklığı yaşatmanın tek yolu daha da cesur ve güçlü bir kadrolaşmaya gitmektir. Çünkü var olan bürokrasi ile ne AB süreci devam edebilir ne de toplumsal dinamiklerle aynı paralelde devam eden bir değişim hızı. Unutmamak gerekir ki bu değişime direnen derin devlet (Ergenekon) kendisini doğrudan artık bu alan üzerinden devam ettirmektedir ve bunda da ısrar edecektir. Çünkü başka bir koz yok artık. Eğer AK Parti de bahsedilenin aksine, sadece kendisi gibi düşündüğü insanların belli yerlere atanması olarak görürse bu kadrolaşma sorunu farklı bir biçimde kendisini dışsallaştıracaktır. Çünkü bu tarz bir yaklaşım temelde bürokrasinin dayanmış olduğu ideolojinin paralelliğine işaret eder. Bu paralel ilişki devam ettiği sürece de bürokratik cumhuriyetin demokratikleşmesi mümkün olmayacaktır. Bürokrasiyi bir güç olarak görüp geri durmaya başladığı anda da kontrolü kaybedecektir. O zaman da kaybeden sadece AK Parti değil tüm ülke olacaktır. Eğer AK Parti kadrolaşmayı sadece kendisi gibi düşündüğü insanların belli yerlere atanması olarak görürse kadrolaşma sorunu farklı bir biçimde kendisini dışsallaştıracaktır. Çünkü bu tarz bir yaklaşım temelde bürokrasinin dayanmış olduğu ideolojinin paralelliğine işaret eder. Bu paralel ilişki devam ettiği sürece de bürokratik cumhuriyetin demokratikleşmesi mümkün olmayacaktır. O zaman da kaybeden sadece AK Parti değil tüm ülke olacaktır.
Zaman, 17.5.2008
|