|
|
|
Demokrasi mi, jüristokrasi mi? |
Jüristokrasi (Juristocracy), ya da “dikastokrasi”, yargıçlar yönetimi olarak tanımlanan, demokrasiye zıt, oligarşik, milli iradeyi gözardı eden bir yönetim biçimidir.
Olgunlaşmamış, oturmamış demokrasilerde sıkça görülen jüristokrasi’de yargı kurumunun başında bulunan kimselerin yorum kabiliyetleri, şahsi içtihatları ön plana çıkar ve yargıçların öznel yorumları ile şekillenen yasalar ile ülke yönetilmeye çalışılır. “Jüristokrasi” halka hesap vermez, siyaseten sorumsuzdur. Bir başka deyişle jüristokrasi, yasama-yürütme-yargı ayrımında yargının diğer kuvvetleri ezici derecede baskın gelerek kendi iktidarını kurmasıdır. Mahkemeler iktidarı denebilecek anti demokratik yönetim biçiminde özellikle Anayasa Mahkemesi gibi kurumların yasaların Anayasaya uygunluğu konusunda keyfi kararlar alması oldukça sık karşılaşılan bir durumdur.
Türkiye bir ideolojik devlet olarak cari düzenini bürokratik egemenlerin eliyle muhafaza yolunu tercih ettiğinden hukuk bürokrasisi kendisini siyasal iktidarlar karşısında sistemin birer sigortası olarak konumlandırmıştır. Ancak modern dünyaya bakıldığında özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra demokrasiye istikrar kazandırmış ülkelerin çoğunda Anayasa Mahkemesi gibi kurumların olmadığını, bir kısmında yargı denetiminin de bulunmadığını biliyoruz. Bizde ise Anayasa Mahkemesi 1961 ihtilali ile birlikte kurulmuştur. Ancak 1961 Anayasası, Anayasa Mahkemesi’nin 15 asıl üyesinin üçte birinin Parlamento tarafından seçilmesini benimsemişti. O dönemde parlamentonun Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmesine itiraz eden ve bütün üyelerin yargıçlar tarafından seçilmesini isteyen Anayasa Komisyonu üyelerine Komisyon Başkanı Muammer Aksoy şu cevabı vermişti: “‘Hukuk Devleti’ başkadır, ‘Hakimler Devleti’, ‘jüristokrasi’ başkadır...”
Montesquieu’ nun da ifade ettiği gibi yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirlerinin alanlarına müdahale etmeleri yönetimde ve yargıda keyfiliği beraberinde taşıyabilir. Kuvvetler ayrılığı olarak da bilinen prensibin ana amacı, sorumluluk ve yetki sınırlarını aşmaya meyilli olan mutlak iktidarı ve siyasete müdahale edebilecek olan yargıyı keyfiyetten kurtararak sınırlandırmaktır. Ancak yargıda tarafsızlık, yargıçların dünya görüşü, içinde bulundukları siyasal konjonktür ve siyasal yapı gibi birçok farklı değişkene bağlı olduğundan yargı tarafsızlığının uygulamada hayat bulması çok güçtür. Muammer Aksoy Anayasa Mahkemesi üyelerinin yargıçlar tarafından seçilmesinin üreteceği tehlikeleri işaret ederek jüristokrasiye dönüşebilecek bir yargıçlar yönetimi düzeninin demokrasi ve hukuk devleti açısından tehlike oluşturacağının sinyallerini 1960’larda vermiştir.
Jüristokrasinin önüne geçmek üzere siyasi irade tarafından atılacak en etkili adım ilk planda Anayasa Mahkemesi’ni kaldırmak ol(a)masa da bir demokratikleşme paketi kapsamında yüksek yargı organlarının mensuplarının TBMM tarafından seçilmesini sağlamaktır. Aksi takdirde seçkinci derin siyasal akıl yargı yoluyla demokratik siyasal düzene ve siyasetin normal gidişatına müdahale etmekten geri durmayacaktır. Muammer Aksoy’un yıllar önce işaret ettiği “hakimler yönetimi” düzeni seçilmiş iradenin üzerinde vesayetini kullanmaya devam edecektir.
28 ŞUBAT YARGIÇLAR İKTİDARI
Antidemokratik, zümre siyasetine dayalı yönetim biçimlerinin en temel özelliği şeffaflıktan ve hukukun üstünlüğü ilkesinden yoksun olmaları, derin bir siyasal akılla sürgit kılınmalarıdır. Bu anlamda Türkiye’de de aktörleri konjonktürel olarak değişen bir derin siyasal akıl sürekli olarak varlığını hissettirmektedir. 28 Şubat postmodern darbesinin aktörleri yerlerini ‘yargıçlar iktidarına’ bırakmıştır. Derin siyasal aklı işletmenin iki yönteminden birisi hukukilik ise diğeri gayri hukukiliktir. Gayri hukuki ve keyfi uygulamalar zaman zaman derin siyasal akıl tarafından devreye sokulur, önceden planlanmış senaryolar yukarıda ifade edilen oligarşik kesimler tarafından sahneye konulur. Bu tiyatronun oyuncularının kimi zaman jüristokratik güçler olmaları mukadderdir. Ak Parti hakkında açılan kapatma davası bununla açıklanabilir. Yine zümre siyasetine dayalı derin siyasal aklın yargı yoluyla müdahalesine verilebilecek en iyi örnek, 22 Temmuz seçimlerinden önce, Anayasa Mahkemesi’nin meşhur 367 kararıdır. Söz konusu kararın hukuki olmaktan çok siyasi niteliğinin ağır bastığını söylemek için geçerli birçok neden vardır. Bunlardan birincisi, mahkeme, Cumhurbaşkanı seçiminin birinci turunu iptal ettiği kararın gerekçesini açıklamamıştır. Oysa Anayasa’da, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarını, gerekçelerini yazmadan açıklayamayacağına dair açık bir hüküm vardır. İkincisi ise Anayasa Mahkemesi, kendisini yasa koyucu yerine koyarak bu kararı vermiştir. Oysa yine mahkemenin, yeni bir pratiğe yol açacak biçimde hüküm veremeyeceğine ilişkin açık bir karar mevcuttur. Bu süreçte yargının siyasal hayata aktif müdahalesi söz konusudur. Boğaziçi köprüsü giriş ücreti zamlarının Danıştay tarafından iptali, Sosyal Güvenlik reformunun Anayasa Mahkemesi tarafından iptali gibi rijit örnekler yargının siyaset alanına müdahalenin açık örnekleridir.
Son söz olarak Sokrates’in dönemin jüristokratları önünde söylediği cümle tarihe geçmiş olması ve felsefi anlamının derinliği bakımından dikkate değerdir. Sokrates kendisini idama mahkûm eden hakimlere şunları söylemiştir: “Siz kalıyorsunuz, ben öleceğim ama, hangisinin daha iyi olduğunu kimse bilmiyor.”
Yeni Şafak, 11.5.2008
|
Akif ÇARKÇI
12.05.2008
|
|
|
İçişleri-dışişleri |
Bir kısım medya Ergenekon’u önemsizleştirme, küçümseme, karalama çabası içinde.
İşi sadece bir tanığın ifadelerine indirgemeye çalışıyorlar.
Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar, Ümraniye’de ele geçen bombalar, Danıştay saldırganlarının bu bombalarla ve bombacılarla ilintisi üzerinde durmuyorlar.
Oysa ortada bir gerçek var, o da gerekirse şiddete başvurmak amacıyla bir araya gelmiş ve şiddete başvurmuş bir çetenin varlığı.
Çıplak gözle bile bu ilişkilerin uzun bir tarihi olduğu anlaşılıyor.
Hukuk dışına çıkmakta tereddüt etmeyen bu insanları koruyan, korumaya çalışan bir odak olduğu da görülüyor.
“Hâlâ iddianame yazılmadı” teranesi altında, bu insanların kim olduğu, nelere karıştığı gürültüye getiriliyor.
Tıpkı Sarıkız ve Ayışığı darbe girişimlerinde olduğu gibi...
Türkiye’de bir kısım insanlar, muhafazakarlaşmaktan korkuyor ama daha fazla insan da hukuk dışılıktan, suikastlardan, demokratik toplumsal düzenin silah zoruyla kesintiye uğramasından korkuyor.
Üyesi olmaya çalıştığımız AB’den kapatma davasına ilişkin değerlendirmeler, kimi zaman çarpıtılarak yayınlanıp, şovenist bir hava yaratılmaya çalışılıyor.
Oysa Türkiye çağdaş dünyanın bir parçası olacaksa, bu hedefinden vazgeçmediyse, Brüksel’in de, Washington’un da kapatma davasıyla ilgili görüş açıklaması kaçınılmaz.
1930’lardan kalma “İç işlerimize karışıyorlar” teranesiyle ilkel bir tepki gösteremezsiniz.
Nasıl kendi yurttaşınıza işkence yaptığınızda tepki geliyorsa, hukuk sisteminizi zorladığınızda da tepki gelecek.
Bu yeni dünya düzeninin açık gerçeği.
Önce tarafınızı seçin... Çağdaş, demokratik, çoksesli bir düzenden mi yanasınız; yoksa zorba, AB’den uzak, içe kapalı ama kendi borunuzu öttürdüğünüz bir düzenden mi?..
Görünen o ki, siz Murat Belge’nin dünkü yazısında açıkça ortaya koyduğu gibi, Türkiye’yi AB vizyonundan uzaklaştırma, halkı bu süreçten soğutma yanlısısınız.
Ne yaparsanız yapın artık size ait bir iç işiniz yok, unutmayın.
Onun için dıştan gelen seslere kulak verin, anlamaya çalışın ki, Türkiye demokratik yürüyüşüne devam edebilsin.
Sabah, 11.5.2008
|
Ergun BABAHAN
12.05.2008
|
|
|
‘Mahalle baskısı’na karşı ‘meyhane baskısı’ çözüm mü? |
Şu anda İstanbul’da ve Türkiye’de canı alkollü içki çekip de, bunu içemeyecek durumda kimse yok.
(...)
Ama demokrasiyi ve laikliği alkole endekslemek gibi bir durum da çok açık biçimde var. Birincisi bilelim ki, bazı içki ve besinlerin dinen yasak olması, sade İslam’a özgü bir durum değil.
Örneğin Yahudiler için domuz eti, ahtapot, midye haramdır. Daha ötesi, “Koşer” kuralında et ile süt bir arada yenilmez, bunların kapları bile mutfakta ayrı tutulur.
Alkole gelince.
Örneğin Mormonlar için sade alkollü içkiler değil, çay, kahve ve tütün de haramdır. Acaba Reha Muhtar Anadolu yakasındaki meyhanelere Avrupa yakasından bakıp laiklik denetimi yapmadan önce program yaptığı televiz-yon kanalının Amerikalı yöneticisine “Yoksa sen şeriatçı mısın” diye sordu mu hiç?
Böyle bir şey sorsaydı, alacağı cevap şu olurdu:
- Sana ne benim inancımdan? Laiklik, başkasının inancını sorgulamak değil, kimseyi inancından ötürü sorgulamamaktır. Amerika’yı kuranlar inançlarından ötürü Katolik baskısına uğrayıp, kendilerini başka bir kıtaya atan Protestanlardır.
(...)
Özetle laik yaşama karşı “mahalle baskısı” olduğunu ileri sürenlerin, buna karşı “meyhane baskısı” ile çıkması akılcı bir yol değildir. Laiklik alkolizmin değil özgürlüğün aracıdır.
Sabah, 11.5.2008
|
Mehmet BARLAS
12.05.2008
|
|
|
|