|
|
Hadis-i Şerif Meâli
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Benim hükmüme razı olmayan ve benim verdiğim musibete sabretmeyen kişi Benden başka bir Rab arasın.”
Câmiü's-Sağîr, No: 2864
|
08.05.2008
|
|
Mu'cizât-ı Ahmediye (asm) Risâlesi, hangi âyetlerin tefsiri?
Ondokuzuncu Mektub’u son okuyuşuma kadar, bu risâlenin, başındaki âyetle bağlantısı üzerine hiç kafa yormamıştım. Bir vesileyle 19. Mektub’u yeniden okuduğumda kendi kendimi bu konuda uyanık olmaya zorladım ve karşıma çıkan mânâlar, Risâle-i Nur’un Kur’ân-ı Kerim’deki en uzak gibi görünen hakikatleri nasıl keşfettiğini birkez daha gösterdi.
Öncelikle, bu risâle ile ilgili bazı hususları belirtmekte fayda var. Mu’cizât-ı Ahmediye Risâlesi, Üstadın Zülfikar tâbir ettiği, yüzbinlerin imanını kurtaran veya kuvvetlendiren, aynı zamanda da birçok kerâmete mazhar olmuş bir risâledir. İlk şaşırtıcı husus, Üstad, 19. mektubun başında, “19 nükteli işaretle büyük Risâlet-i Ahmediye hakikatinin bazı lem’alarını göstereceğiz” demekle birlikte daha sonra sadece ilk 7 işarete ve 19. işarete nükteli demiştir. 8-18 arası işaretler için ise nükteli kelimesi kullanılmamıştır. Demek ki, bu risâlede nükteli tabiri ile özellikle ilk 7 ve 19. işaretlere dikkat çekilmek istenmişti.
19. Mektub hakkında dikkat çeken diğer bir husus üç yüzden fazla mu’cizenin, sahih rivayetlerle ve belki on beş senedir hiçbir kitap mütalaa etme fırsatı olmamış biri tarafından ezberden yazdırılmış olmasıdır. Fakat müellifin özellikle nükteli işaret tabir ettiği kısımlara dikkat edilirse görülecektir ki, belki de bu risâle genelinde en az mu’cizenin nakledildiği yerler bu nükteli işaretlerdir. Bu işaretlerde özellikle günümüz insanının temel sorularını cevaplandıran mu’cize, hadis, âyet veya risâlet gibi temel kavramlar en öz ve en lüzumlu şekliyle açıklanmıştır. Yani, Mu’cizât-ı Ahmediye (asm) Risâlesi kesinlikle sadece bir siyer veya tarih kitabı gibi yazılmamış, aynı zamanda risâlet ile alâkalı en temel kavramlara da en güzel bir şekilde açıklık getirmiştir.
Bu risâlede, mu’cizeler rastgele veya tarih sırasına göre değil, belirli bir sınıflandırmaya göre nakledilmiştir. Müellifinin ifadesiyle Resul-i Ekrem’in (asm) getirdiği hakikat taş, su, ağaç, hayvan, insan, ay, güneş ve yıldızlar gibi herbir taife tarafından ayrı ayrı alkışlanmıştır. Yani, kâinat kitabının âyetlerini Kur’ân vasıtasıyla okuyan Resul-i Ekrem’i (asm) herbiri yaradılış itibariyle hem bir mu’cize, hem bir âyet olan varlıklar ayrı ayrı tasdik etmişlerdir. Dolayısıyla, mucizeler de bereket-i taam, su, ağaç gibi varlıklara göre tasnif edilerek aktarılmıştır.
Söz konusu Kur’ân âyetlerine gelince; Mu’cizât-ı Ahmediye (asm) Risâlesinin başında öğle namazlarından sonra okunması tavsiye edilen Fetih Sûresi’nin son iki âyeti yer almaktadır. Bu iki âyet meâlen: “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resûlünü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah’ın Resûlüdür...” ilâ âhir şeklindedir. İlk bakışta bu iki âyet ile bu risâlede anlatılanlar arasındaki ilişki fark edilemeyebilir, ancak bu ilişki anlaşıldığında tefsirin güzelliği daha bir ortaya çıkmaktadır.
Neden ve niçin sorularının cevabını bilmeden kuvvetli iman etmenin mümkün olmadığı günümüzde elbette peygamberlikten bahsederken bu soruların cevabını vermeyen bir tefsir eksik olacaktır. Birinci Nükteli İşarette özet olarak: “Resûl gönderen şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfıdır. O da elbette bilerek ve hikmetle tasarruf ediyor. Madem yapan bilir, bilen elbette konuşur. Madem konuşacak; elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Madem zîfikirle konuşacak; elbette zîşuurun içinde en cemiyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Madem insan nev’i ile konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Dost ve düşmanın ittifakıyla beşerin en mükemmeli olan Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm ile konuşacak” denilmiştir. Yani 28. âyetin başında geçtiği gibi madem “gönderen Odur” (huvellezi ersele resûlehu), kim resûl göndermiş ve neden göndermiş sorusunun cevabı en başta verilmelidir. Yukarıda verilen cevap akılda hiçbir soru işareti bırakmayacak netlikte ve mükemmellikte bu cevabı vermektedir.
Fetih Sûresi 28. âyette “diğer dinlere üstün kılmak üzere” ifadesi de geçmektedir. Bu âyetin Yedinci Lem’ada ihbâr-i gaybîsinden bahsederken Üstad, “kendi küçük kabilesine karşı tam galip gelemeyen bir vaziyette bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâmın getirdiği din umum dinlere galip ve umum devletlere muzaffer olacağını ihbar ediyor” demiştir. Dolayısıyla yine Mu’cizât- Ahmediye (asm) risâlesinin birinci nüktesinin sonunda geçen “nev-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı arz onun hükmü mânevîsine girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üç yüz sene ışıklanmış...” cümlesi, zamanın bu âyeti nasıl tefsir ettiğini açıkça ortaya koymuştur.
Mu’cizât-ı Ahmediye Risâlesi ile Fetih Sûresi’nin 28. ve 29. âyetleri arasındaki ilişkiyi düşünürken akla gelen diğer bir soru da: Neden mu’cize kelimesinin hiç geçmediği bu iki âyet, üç yüzden fazla mu’cizenin nakledildiği bir risâlenin başında yer almaktadır? Cevap yine 28. âyetin sonundaki “şahit olarak Allah yeter” ifadesi ile alâkalı olarak ikinci nükteli işarette göze çarpan bir ifadede verilmektedir. Üstad, bu ifadesinde mu’cizeyi şöyle tarif etmektedir: “Mu’cize ise Halık-ı Kâinat tarafından, onun dâvâsına bir tasdiktir. Sadakte hükmüne geçer.” Yani her ne kadar bu âyette mu’cize kelimesi geçmese de, Halık-ı Kâinat müstemir âdetini Resûlü’nün (asm) duâsıyla değiştirerek onun risâletine şahitlik etmiştir. Dolayısıyla, üç yüzden fazla mu’cizenin herbiri Cenâb-ı Hakk’ın şahitliğini ifade eden bu âyetin en güzel bir tefsiridir.
19. Mektub’da Hz. Ali (ra), onun hilâfeti ve fitnelerin de ortaya çıkmasıyla alâkalı meselelere de oldukça fazla yer ayrılmıştır. İlk bakışta bu durum Mucizat-ı Ahmediye (asm) ile veya Fetih Sûresinin 28. ve 29. âyetleri ile pek alâkalı görülmemektedir. Cevap yine Fetih Sûresinin bu iki âyetindeki ihbar-ı gaybîden bahseden 7. lem’ada gizlidir. Bediüzzaman Hazretleri oldukça uzun bir âyet olan Fetih Sûresi 29. âyetinin “Sen onların rükû ve secde ettiklerini görürsün. Onlar Allah’ın lütfunu ve rızasını ararlar” meâlindeki kısmının tam da bu konuyla ilgili olduğuna işaret etmektedir. Aslında âyetin bu cümlesi Hz. Ali’den (ra) de bahsetmektedir ve konu bir yönüyle onun hilafeti ile alâkalıdır. Üstad, âyetin bu kısmını, “...saltanat ve hilafete kemal-i liyakat ve kahramanlıkla girdiği halde ve kemal-i zühd ve ibadet ve fakr ve iktisadı ihtiyar eden ve devamı ve kesreti herkesçe musaddak olan Hazret-i Ali’nin (ra) istikbaldeki vaziyetini ve o fitneler içindeki harbleriyle mes’ul olmadığını ve niyeti ve matlubu fazl-ı İlâhî olduğunu haber veriyor” şeklinde tefsir etmiştir. Dolayısıyla, yine ilk bakışta Fetih Sûresi ve Mu’cizât-ı Ahmediye Risâlesi ile Hz. Ali’nin hilafeti zamanındaki meseleler birbirinden çok uzak görünmesine rağmen Bediüzzaman Hazretleri bu uzak gibi görünen meselelerin birbiriyle alâkasını çok net biçimde göstermiştir.
Sonuç olarak; Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’câz-ı mânevîsinden çıkan Risâle-i Nur, Kur’ân hazinesinden yüzlerce mânevî keşfiyâtı bizlere sunmuş. Kur’ân hazinelerini keşfetmek isteyen her mü’min için Risâle-i Nur’un ne mükemmel bir tefsir olduğu apaçık ortadadır.
|
Koray ERYURT
08.05.2008
|
|
Musibetler İlâhî bir ikazdır
irinci Mesele: Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.
Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nevi, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir.
Rivayette vardır ki, “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”
Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, münâcâtında, istirahat-i nefis için duâ etmemiş. Belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman, ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcatla birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, müştekiyâne bir surette değil, belki mütezellilâne ve istimdatkârâne iltica edilmeli. Madem Onun rububiyetine razıyız; o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ithamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış elle intikam almak için o eli istimal etmek nasıl kırılmasını tezyid ediyor; öyle de, musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.
İkinci Mesele: Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:
Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.
Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.
Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet musalâhaya, husumet şakaya döner, adâvet küçülür, mahvolur, tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.
Lem’alar, 2. Lem’a, 5. Nükte
ihtar-ı Rahmânî: Cenab-ı Hakk’ın şefkatiyle yaptığı uyarı.
keffâretü’z-zünub: Günahların keffareti.
iltifat-ı Rabbânî: Terbiye ve idare eden Cenab-ı Hakkın bir lütfu.
tathir: Temizleme.
münâcât: Duâ, yakarış.
istirahat-i nefis: Vücudun istirahati.
zikr-i lisanî: Dil ile zikir.
tefekkür-ü kalbî: Kalben düşünme.
ender: -de, içinde, dahilinde
tebeddül: Yenilenme, değişme.
|
08.05.2008
|
|
Ebedî nevbahara açılan bir kapı
Gençlik… Bir insanın en güzel, en heyecan dolu dönemi... Bir çekirdeğin toprağa atıldıktan sonra, filizlenmeye başladığı bir zaman dilimi gibi… Öyle ki eğer o çekirdek gerektiği gibi can suyunu, güneşin nurunu ve ziyasını alamazsa güzelce büyüyemez. Ve ilerisinde meyve de veremez.
Gençlik, bir bahar mevsimi gibidir. Sürekli bir hareket vardır onda. İnsanın altın kıymetindeki devresidir. Bu altın değerindeki gençliği güzelce değerlendirirsek; ileriki yıllarda karşılığını daha güzel bir şekilde alabiliriz. Bugünkü ihtiyarlar da bir zamanlar gençtiler… Kimileri şimdi bir iç geçirseler de dönüp, bakıp gençlik yıllarına… Maalesef geçen geçmiştir artık. Gençlik, “geçmiş olmuştur” gayrı…
Kendi gençlik yıllarımızın da bir gün elimizden gittiğini, bir an ihtiyarlık halimizi hayâl edelim… Etmek bile zor geliyor değil mi? Zira sanki eldeki bu gençlik nimeti hiç bitmeyecekmiş gibi gelir insana. Sanki hep böyle gencecik kalacakmış gibi bir hâl gösterir insan.
Bu durumun nedeni, sadece bu dünya için yaratılmadığımızdan. Yani kalbimize, fıtratımıza öyle bir kabiliyet yerleştirilmiş ki, kalp ve fıtrat hep sonsuzluğu istiyor. İnsanlar sürekli bir gençlik iksiri arayışı derdinde olmuştur. Daha genç, güzel görünebilmeyi ihtiras sebebi yapan insanlar da var. Zira sırf bu sebepten kozmetik bilimcileri durmadan çalışıyor. Yeni yeni kremler, ilâçlar vs. yapıyorlar. Talebe göre insanlara sunuyorlar.
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Kalbin umûr-u dünyeviyeyle kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir: Görüyoruz ki, kalp, hangi bir şeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır.
“Büyük bir ihtimamla eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devamla, onunla beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam mânâsıya fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Hâlbuki umur-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalp, ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir.”1
İnsan bazen öyle hırs yapıyor ki dünya işlerini… O hırsla dünyanın peşinden koşuyor. İnsanlar arasında da adeta bir dünya yarışı var. Bu yarış sen-ben üstünlük kavgasını netice veriyor. Öyle ki, bu yarışta çoğunlukla ene başarılı oluyor. Benlik, enaniyet ön plana çıkıyor. Ve bu ene damarı zamanla gurur ve riya ile kalınlaşıyor. İnsanın bittiği an, kendini herkesten üstün görerek, gurur ile benmerkezci yaşadığı andır. İnsanın bittiği an, fani dünya üzerine fani ömrünü boş ve lüzumsuzca sarf ettiği andır. Allah daha iyi bilir, bu bitişin sonu da pek hoş değildir.
Kalp “ebed ebed” diye atarken; onu kabiliyeti haricinde fani dünya kalıbı içine koymak, kalbi demir bir kafese kapatmak gibi bir şeydir. Bu, insanı mânen ve maddeten yıpratır. “Bülbülü altın kafese koymuşlar, vatanım demiş” misâli…
İnsanı güzelleştiren, onun ahlâkıdır. Güzel bir ahlâk, bir davranış insana ebedî bir gençliği, güzelliği kazandırabilir. Gençliği ahirete bir yatırım olarak düşünürsek; bu hayatımızın nevbaharını ibadet ve şükür ile geçirirsek, neticesi de inşaallah ebedî olacaktır. Ebedî nevbaharlar bize gülümsüyor olacaktır Allah’ın lütfu ile…
Dipnot:
1- Mesnevî-i Nuriye
|
Fatma ALTUNER
08.05.2008
|
|
|
|