|
|
|
Hukukun siyasetle sınavı |
Danıştay Başsavcısı Sayın Tansel Çölaşan, Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla yaptığı konuşmada, bugünkü Türkiye’de artık CHP’nin bile sahiplenemeyeceği marjinal siyasi görüşleri savunuyor...
27 Mayıs darbesini ‘devrim’ diye övüyor. Neyse, övsün, diyelim.
Daha vahimi, Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesini savunuyor:
“Kimse idam cezası istemez ama o dönemde bunlar idam edildiğinde toplumsal bir coşku vardı. 27 Mayıs’ı burada ihtilal olarak görmek hata olur. 27 Mayıs aslında bir devrimdir...”
Sayın Prof. Aysel Ekşi de, o dönemde genç bir kızken idamlara sevindiğini ama yurtdışına gidip de siyasi idamların nasıl utanç verici olduğunu görünce, Menderes ve arkadaşlarını idam etmenin nasıl hata olduğunu fark ettiğini anlatır.
Danıştay Başsavcısı ise “o dönem”de idamlara sevinenler olduğunu söylemekle yetinmiyor, Prof. Ekşi gibi eleştirmiyor da, aksine, savunuyor:
“İdam edilen Menderes hükümeti üyeleri çocuk ve bebek davalarından değil, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete ihanetten yargılanmalıydılar!”
Hatalar zinciri
Başsavcı’nın konuşması hukuk ve tarih hatalarıyla dolu. Evvela, ceza mevzuatımızda “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete ihanet” diye bir suç tanımı yoktur; ceza hukuku böyle genel tanımlamalar yapamaz.
İkincisi, ceza hukukunda ancak “Anayasa’yı ihlal” suçundan bahsedilebilir. Sayın Danıştay Başsavcısı’nın bunu bilmesi, hukuki terimlerle konuşması lazımdır.
Üçüncüsü, Menderes ve arkadaşları zaten “Anayasa’yı ihlal” suçundan yargılanmış ve bu suçlamayla idam edilmişler ve ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardı!
Dördüncüsü, Sayın Çölaşan, 27 Mayıs’ta toplumun orduya görev verdiğini söylüyor! Bunu bir politikacı, bir gazeteci söyleyebilir ama hukuk adına kamu erkini kullanan bir görevli, “toplumun orduya görev vermesi” gibi hiçbir hukuki ölçüsü olmayan, tamamen keyfi bir terimi kullanamaz.
Sayın Çölaşan 1950’den sonra eğitimin durma noktasına geldiğini falan da söylüyor! Bu kadar büyük laflar etmeden önce biraz eğitim istatistiklerine bakması gerekmez miydi?! Menderes’i gerici gösteren sözleri de yoğun politik tartışma konusudur. “Tarafsız” bir başsavcı bu kadar politize olmamalı, siyasi görüşlerini emeklilik dönemine saklamalıydı.
Tarafsız yargı?
Kaldı ki, hukuk adına kamu erkini kullanan bir başsavcı siyaseten böylesine kin duyacak kadar “taraf” olsa bile, öncelikle hukuku, hukukun evrensel değerlerini savunmalıdır: Doğal hâkim gibi, geçmişe yürüyen ceza yasaları çıkarılamayacağı gibi hukukun evrensel ilkeleri...
Bu noktada Sayın Başsavcı’ya, emekli Danıştay Başkanı Ender Çetinkaya’nın, Menderes’i yargılayan mahkemenin hukuki niteliğine ilişkin sözlerini hatırlatmak isterim:
“Güdümlü bir mahkeme. Yargılama değil, mahkûm etmeye yönelik bir senaryoydu. Dünya tarihinde görülmemiş bir yargılama yapıldı. Yargı büyük yara aldı.” (Basın, 4 Nisan 2006)
Çetinkaya, sözlerinin devamında, Deniz Gezmiş’in yargılanmasını değil idamını eleştiriyor haklı olarak; darbelerin hukuku nasıl ezdiğini anlatıyor. Hukukçu hukuku savunarak konuşmalıdır böyle.
Bir başsavcı Yassıada’daki “olağanüstü mahkeme”yi savunabilir mi? “Tarafsız” olduğunu, “adil yargılama” yapıldığını söyleyebilir mi?!
Yargı mensupları politize olmaktan sakınmalıdır!
Milliyet, 11.3.2008
|
Taha Akyol
12.03.2008
|
|
|
Allah söyletiyor |
Dünkü Bakanlar Kurulu toplantısı beş saate yakın sürdü. Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek birçok konuda açıklama yaptı. Bunlardan birine dikkatinizi çekmek isterim...
Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, bir sempozyumda konuşurken, 27 Mayıs 1960’taki askeri darbeyi, hem gerekçeleriyle, hem de sonuçlarıyla olumlayan, öven, kutlayan bir konuşma yaptı.
Çölaşan’ın konuşmasının can alıcı bölümlerinden biri Başbakan Menderes ve iki arkadaşının idam edilmesinin “ toplumsal bir coşku “ ile karşılandığı şeklindeydi.
Doğrudur: Toplumun bir kesiminde böyle bir coşku oldu. Ama bu dar bir kesimdi. Vatandaşların çoğunluğu ise idam kararını nefretle karşıladı.
Sonuçta ne oldu? Demokrat Parti’nin devamı sayılan Adalet Partisi darbeden birkaç yıl sonra rakiplerini ezdi geçti. Adnan Menderes artık anıt mezarda yatıyor. 27 Mayıs darbecileri ise silindi gitti.
Gelelim bugüne... Cemil Çiçek, Tansel Çölaşan’ın konuşmasıyla ilgili şunları söyledi:
“ Eğer böyle bir açıklama yapılmışsa son derece yanlıştır. Hukuk adamlarının, hukukun dışında olan bir durumu tasvip etmesi hiç uygun olmayan bir durumdur. Hele bir de bu açıklamayı yapan yargı mensubuysa bu çok daha vahimdir. Kim bu ülkede bir çözüm arıyorsa bu hukukun içinde olmalıdır. 27 Mayıs gibi konuyu böyle yorumlamak hatadır. Konuşacaklarsa da emekli olduktan sonra konuşabilirler. “
Cemil Çiçek hukukçular açısından güzel söylemiş. Ancak bir noktanın altını çizmek istiyorum.
Çölaşan’ınki gibi açıklamalar... Sadece hukuk açısından değil... Tarih açısından yanlış, vicdan açısından sorunlu ve yaralayıcıdır.
Bu tip konuşmaların tek bir iyi yanı vardır. O da “ şerrin içindeki hayır “ yani kötünün içindeki iyi kabilindendir.
O da şu...
Devletin belli konumlarına gelmiş, yetki ve sorumluluk sahibi insanların “aslında” nasıl bir zihniyete sahip olduklarını görüyoruz.
Mesela kimi rektörler “ Türbanlıya hak ettiği notu vermeyiz “ dediğinde... Ben hem kızmış ve üzülmüş... Hem de “ işte faşist zihniyetleri apaçık ortaya çıktı “ demiştim.
Bu da benzeri bir durum...
Eğitimden sonra, yargının da hangi zihniyetin elinde olduğu apaçık ortaya çıkıyor. Tek tesellimiz, yıllardır anlatmaya çalıştığımız zorbalığın, bu tip ifşaatlarla kanıtlanmasıdır. Tam bir “ Allah söyletiyor “ vaziyeti.
Sabah, 11.3.2008
|
Emre Aköz
12.03.2008
|
|
|
İdamlar tarihin utanç sayfalarıdır |
Darbeleri savunmak, her darbenin mutlaka kötü sonuçlar doğurmayacağını beyan etmek, Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan’a zaten yakışmaz da, bir ‘kadın’ olan vatandaş Tansel Çölaşan’a hiç yakışmıyor.
Çünkü, 27 Mayıs bir devrim değildir...
Bir ‘darbe’dir...
Bir ‘cunta’ ve ‘konvansiyon hareketi’dir...
Devrimlerle murat edilen ‘iyileştirmeleri’ getirmediği gibi, siyaset (ve halkın tercihleri) üzerindeki bürokratik baskıyı (vesayet rejimini) kurumsallaştırmıştır.
Sizin çok beğendiğiniz 27 Mayıs olmasaydı, muhtemelen eleştirdiğiniz ve ‘kötü darbeler’ kategorisinde gördüğünüz 12 Mart ve 12 Eylül de olmayacaktı.
Bunlar, birbirinin mütemmim cüzüdür...
İkincisi, Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesi, hiç de ‘toplumsal coşku’yla karşılanmamıştır.
Bu olay, Türk siyasetinin ‘utanç sayfaları’ndan biridir.
Üçüncüsü...
Israrla ‘Cumhuriyet’in kazanımlarının yok edildiğini’ söylüyorsunuz.
Bana yok edilmiş üç adet ‘Cumhuriyet kazanımı’ sayabilir misiniz?
Fazla değil. Üç adet...
Sakın ‘Türkçe ezan’ demeyin...
Danıştay Başsavcısı kimliğinizle, Türkçe Ezan konusunda bir yasak bulunmadığını, ezanın asli lisanıyla da okunabileceğine ilişkin TBMM kararının altına CHP’lilerin de imza attığını en çok sizin bilmeniz gerekir...
Star, 11.3.2008
|
Ahmet Kekeç
12.03.2008
|
|
|
İntihar sessizliği... |
Bu ülke cinayetlere şaşırmıyor. Ne insanların öldürülmesi ne de kurumların yok edilmesi bu toplumu irkiltiyor.
Öyle sessizce bakıyor.
Hukuk sisteminin en önemli kurumlarından biri olan Danıştay’ın başsavcısı, “darbeyi ve idamları” öven bir konuşma yaptı.
Bazı “darbelerin” iyi olabileceğini söyledi.
Eğer bir ülkede darbe varsa hukuk yoktur, hukuk varsa darbe yoktur.
İkisi bir arada olmaz.
Hukuk sisteminin en üst makamlarından birinde bulunan biri darbeyi övebiliyorsa, bu, hukuku yok saymak anlamına gelir.
Bütün hukuk sisteminin, medyanın, üniversitelerin bir “refleks” olarak buna tepki vermesi, “hukuku yok sayan” bir hukukçuya karşı hukuku koruması gerekir.
Ama bizde bu refleks gösterilmiyor.
Bir hukukçu hukuku öldürüyor ve herkes sessizce sanki dünyanın en doğal olayını seyreder gibi seyrediyor.
Ne hukukçular ayağa kalkıyor, ne medya hesap soruyor, ne üniversitelerden bir ses geliyor.
Danıştay Başsavcısı’nın hukuka karşı gelmesi, darbeleri övebilmesi bu kadar doğalsa, bu toplum hukuksal refleksini böylesine yitirmişse zaten bir hukuk sisteminden söz edemeyiz demektir.
Hukuk sistemi yoksa Yargıtay ve Danıştay neyi temsilen varlıklarını sürdürecekler peki?
Hukuk yoksa Yargıtay’a da, Danıştay’a da, mahkemelere de ihtiyaç bulunmuyor.
Bütün bu kurumlar varlıklarını hukuka borçlular.
Hukuk olmayınca onlar da olmuyor.
Danıştay Başsavcısı hukuku inkâr eden konuşmasıyla aslında bu kurumların varlığını anlamsızlaştırıyor.
Yok ediyor Yargıtay’ı da, Danıştay’ı da, mahkemeleri de...
Ve bu kurumlar kendi ölümlerini sessizce seyrediyorlar.
Eğer bu sessizliklerini sürdürürlerse, hukukun aslında bu ülkede varolduğunu söylemezlerse, hukuka uygun bir tepki göstermezlerse, bu kurumların “hukuk adına” verecekleri kararlara nasıl güveneceğiz?
Hukuk varsa, Danıştay Başsavcısı o koltukta oturamaz.
Hukuk yoksa Yargıtay da, Danıştay da hiçbir konuda hukuken geçerli bir karar veremez.
Ama bir ses çıkmıyor.
Bu ürkütücü sessizlik “hukukun olmadığının” ikrarı değilse, nedir?
Bütün sistemin intiharı bu sessizlik.
Gözümüzün önünde ölüyor.
Ve, medya da tepki göstermiyor.
Sanki o da hukuksuzluğu benimsemiş.
Hukuksuzluk demek, bu ülkede hiç kimse güvence altında değil demek.
Güçlü zayıfı rahatça ezer demek.
Başınıza her an kötü bir şey gelebilir demek.
Savunmasızsınız demek.
Böyle bir durum medyayı telaşlandırmıyor mu?
Telaşlandırmıyor.
Darbeyi ve hukuksuzluğu öylesine benimsemişler, öylesine kendi varlıklarının bir parçası haline getirmişler ki toplumu savunacak bir refleksleri kalmamış.
Bütün adaleleri erimiş zavallı bir mefluç gibi hareketsizleşmişler.
Bu toplumun insanlarını korumakla ilgilenmiyorlar bile...
Bakın, “hukuksuz” bir hukuk sistemi sadece zorbalığı getirir.
Böyle bir zorbalığa karşı bu toplumun insanlarını kim koruyacak?
Hukukçular susarsa...
Medya susarsa...
Siyasi partiler susarsa...
İktidar susarsa...
İnsanları savunmak için kim konuşacak?
İnsanların canını da, malını da tehlikeye atan, bunları koruyacak bir hukuk sistemini çalıştırmayan bir ülkede nasıl yaşayacağız?
Bu ülke cinayetlere şaşırmıyor, biliyorum...
Ama bu sefer silah sizin alnınıza dayanmış.
Sizi hukuktan başka savunacak hiçbir güç yok...
Ve, siz o gücün ortadan kaldırılışına hiç ses çıkarmıyorsunuz.
O Danıştay Başsavcısı o koltukta oturduğu sürece bu ülkede hukuktan söz etmeye, “hukuk adına karar vermeye” kimsenin yetkisi olmayacak.
Yargıtay da, Danıştay da sessizlikleriyle intihar ediyorlar şu anda.
Bu sessizlikleri sürerse kendileriyle birlikte devleti ve toplumu da ciddi bir tehlikeye atacaklar.
Devlet sizin devletiniz...
Toplum, sizsiniz...
Sesinizi çıkarmayacak mısınız gerçekten?
Taraf, 11.3.2008
|
Ahmet Altan
12.03.2008
|
|
|
Devrimcilik mi darbecilik mi? |
Budur işte; adalet kimlere emanet! Köşesinde, aklına esenleri yazan bir gazeteci yok karşımızda, bir üst mahkemenin Başsavcısı duruyor, Tansel Çölaşan...
Konuşması hukuku ayaklar altına sermekle birlikte, Türkiye’nin en önemli meselesinin de altını çiziyor: Adli sisteme egemen olan militan, ideolojik bakış. Türkiye değişiyor; değişmeyen, yargının statükocu, dünyayı kavramaktan uzak ve yobaz zihniyet dünyası. Öyle bir dünya ki bu, hâlâ 1960 model bir darbe özlemi içinde. Aynı zihniyetin kendini sürekli yeniden ürettiği bir oligarşi içinde bu kafalar içe gömüldükçe gömülüyor. Türkiye’nin en büyük sorunu, yargıya egemen olan oligarklar...
Yargının bu ‘meziyeti’ni bilenler, son yıllarda demokrasi ve milli iradeden kaçış ve hatta kurtuluş yolu olarak ülkeyi bir ‘yargıçlar devleti’ne dönüştürmeye çalışıyorlar. Bunların kafalarındaki devlet modeli cumhuriyet bile değil, basbayağı oligarşi; bürokratik oligarşi. ‘Bunlar idam edildiğinde toplumsal bir coşku vardı’ diyecek kadar, kendilerini idamların cezbesine kaptıranlar konuşuyor. Halkın elli yıllık suskunluğunu, sessizliğini, olgunluğunu bile anlamaktan acizler...
Halkın elli yıldır, darbeye yakın duran siyasetçileri cezalandırmasından da bir şeyler öğrenmemişler. Bunlar ne demokrat, ne modern; dertleri ne hukuk, ne adalet, çağdışı bir ideolojinin arkasına gizledikleri çıkarları ve güçleri... Demokrasiye yenilenler direniyor, direnecekler de. Bu kafa, Mendereslerin 1950’lerde önünü açtığı sosyal, siyasal ve ekonomik dinamikler tarafından tarihin dışına sürükleniyor. Biliyorlar bunu. Menderes düşmanlıkları bundan. İşte tam da aynı nedenle, bu bürokratik zümrenin zulmünden milleti kurtaran süreci başlatmış olmalarından dolayı da millet, Menderes’i sevdi, seviyor. Nasıl olmuşsa, Menderes’in idamını ‘coşku’yla karşılayan halk, bir ay sonra gidip DP geleneğinin devamı olduğunu ancak ihsas edebilen AP ve YTP’ye vermişti oylarının %49’unu. Darbecilerin, iktidarı devretmeye hazırlandıkları İnönü’nün CHP’si ise ancak % 37 oy alabilmişti, 1957 seçimlerinin bile gerisine düşerek. Başsavcı gibi halkın idamlara sevindiğini sanan darbeciler, bu sonuç karşısında Meclis’i açmamayı düşünmüş, nedense o kadarına da cesaret edememişlerdi. Halkın sabrını taşırmaktan mı korkmuşlardı, ne?
İşte böyle, halkın tercihlerini ve tepkilerini anlamamakta direnen darbeciler ve onların yargıdaki, siyasetteki, medyadaki uzantıları hâlâ aynı yerdeler, demokrasi tarafından terbiye edilmeye bile yanaşmıyorlar...
27 Mayıs bir ‘devrim’miş. Toplum orduya görev vermiş. Devrimden sonra güzel bir cumhuriyet kurulmuş. Ama ‘kendi menfaatine düşkün Türk toplumu’, darbecilerin bu iyiliğini anlamamış tabii... Ne de olsa ‘halk okumaz’mış...
Kimin okumadığı Başsavcının bu sözlerinden çok net anlaşılıyor. Aşağıladığınız bu halk, dünyayı öyle güzel okuyor ki, bu ülkede bürokratik oligarşinin devrinin tamamlandığını çok iyi biliyor.
Cevabını tahmin edebiliyorum ama bir sorum olacak bu Başsavcı’ya; bugün de böyle bir ‘devrim’e ihtiyaç var mı sizce? Birkaç soru da savcılarımıza; Anayasa’yı zor kullanarak kaldırmak veya değiştirmek suç mudur? Darbeler anayasanın zor kullanılarak ortadan kaldırıldığı tecavüzler değil midir? Dolayısıyla darbe, suç mudur? Peki, bu ülke yasalarına göre suçu ve suçluyu övmek suç mudur? Darbeciler ve darbe çığırtkanları neden kovuşturulmaz o zaman? Hani bazılarının bir aralar çok sevdiği biçimde sorarsak: Demokrasiyi demokrasi düşmanlarından kim koruyacak?
DYP Genel Başkanı Soylu’yu tebrik ediyorum, Başsavcıyı istifaya çağıran açıklamasından dolayı... Demokratlar, darbeciler kadar cesur olmadıkça demokrasiyi kurumsallaştıramayız. Başsavcıda ifadesini bulan anlayışa karşı sığınılabilecek tek kapı, demokrasidir. Demokrasi, hukuksuzluğa, adaletsizliğe ve zorbalığa karşı en iyi rövanştır.
Zaman, 11.3.2008
|
İhsan Dağı
12.03.2008
|
|
|
Filmin sonunda ne mi oldu? |
Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, Dünya Kadınlar Günü’nde düzenlenen bir sempozyumda 27 Mayıs Darbesi’ni “yücelten” bir konuşma yapmış…
27 Mayıs ihtilalini “devrim” olarak niteleyen Tansel Hanım, Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesini “yerinde bulan” cümleler kurmuş:
“-Aslında Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete ihanetten yargılanmalılardı. Öyle olmadı. Tarih o noktada bu cezayı verdi. Ama cezalandırılmaları gerekirdi. Sonra ne oldu? Çok güzel bir cumhuriyet dönemi yaşadık…”
Çölaşan, bu ülkeye gelmiş gelmiş en büyük kötülüğü yapan 27 Mayıs Darbesi’ni ve ellerinde üç masum insanın kanı bulunan darbeci zalimleri savunuyor…
Kendisinin “devrim” dediği ihtilali, Amerika’ya göbekten bağlı “Gayrımilli Derin İktidar” yapmıştı!
Menderes hakkındaki dava dosyalarının tamamı kurgusaldı/düzmeceydi…
“Menderes, Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete ihanet etmişti” şeklindeki laikçi palavraya gelince…
Rahmetli Başbakan, Türkiye’nin kim tarafından, nasıl yönetildiğine dair “büyük sırrı” çözdüğü için…
“Ankara’daki Washington Yapılanması”nın “kitabına” itiraz edip, ayak dirediğinden dolayı…
Önce akla ziyan işkencelere uğrayıp, sonra da asılmıştı…
Atatürk’ü, laikliği istismar eden Tansel Çölaşan’ın “devrim” dediği işte budur!
Tansel Hanım, “Resmi Tarih”in Menderes dönemi hakkındaki gözbağcılığını ve yalanlarını yıllar yılı hiç sorgulamadığı için “Türkçe Ezan” konusunda da bugün hala o bildik laikçi sakızı çiğniyor…
DP iktidarında ezan Arapça aslına çevrilirken dönemin iktidar partisine Meclis’te en büyük desteği kim vermişti: Cumhuriyet Halk Partisi!
Buyursunlar, inkar etsinler de göreyim…
* * *
Tansel Çölaşan, “İyi, Kötü, Çirkin” adlı western başyapıtından tanıdığımız Hürriyet eski yazarı Lee Van Cleef’in eşi…
Tansel Hanım, Danıştay saldırısından hemen sonra çıkmış, tetikçi Alparslan Arslan’ın kurşun yağdırırken “Allah’ın askeriyiz!” diye bağırdığını öne sürmüştü…
Tam bu noktada, Arslan’ın savcılıktaki ifadesinde ne dediğini hatırlayalım:
“Türban kararı nedeniyle mahkeme başkanını vurmaya karar verdim. Odaya girdiğimde Allahuekber diye tekbir getirdim. Ayrıca kaçarken polisle boğuştuğum sırada da tekbir getirmiş olabilirim...”
Bu satırları, “çöl kovboyu” Lee Van Cleef Hürriyet’teki köşesinde “Gördünüz mü, katil bal gibi de dinci” bağlamında kullanmıştı…
Hürriyet’in eski kovboyu, 16 Temmuz’daki (2006) yazısında “Saldırganın ‘Allah’ın askerleriyiz’ diye bağırdığını 30 Danıştay çalışanı zaten duymuştu…” iddiasındaydı…
Alparslan Arslan ifadesinde Tansel Çölaşan’ın söylediklerini destekliyordu!
Cinayeti “dinci” bir saldırganın işlediğine kamuoyunun inanması için, yazılan senaryoya uygun bir replik kullanması gerekiyordu, tetikçinin!
Komiser Columbo’luk püf noktası da burada saklı:
Yani? Tetikçinin saldırı esnasında bu repliği söylemeyi unutmuş olduğu anlaşılıyor!
Danıştay’daki saldırıda yaralanan yargıç Ayfer Özdemir taburcu olduktan hemen sonra hadiseyi komşularına anlatırken “Tekbir getirmedi, hiçbir şey söylemeden ateş etmeye başladı” demişti…
Arslan, savcılık ifadesinde tekbir getirdiğini söyleyerek, hatta bunu da yeterli görmeyip polisle boğuştuğu esnada da tekbir getirmiş olabileceğini öne sürerek unuttuğu repliği böylece telafi etmeye çalışıyordu!
Saldırgan “dinci katil” portresine uygun davranışlar noktasında açık vermek istemiyordu…
Tetikçinin, müebbet hapis cezasına çarptırıldığı son duruşmada “Şeriat istiyorum” diye konuşması da hesaba dahildi…
Ergenekon çetesinin “Ulusalcı Bomba Kardeşliği” odaklı ilişkilerinin ortaya çıkması Arslan’ın “dinci” değil “ulusalcı” olduğunu ispatladı…
“Ulusalcı” ama “Gayrımilli” Ergenekoncular “darbe” planlıyorlardı, ama…
27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın ardındaki “derin iktidar” 62 yıl süren hakimiyetini kaybetmiş olduğu için; “Amerikancı Güç Odağı”nın günümüzdeki kalıntıları darbeyi gerçekleştiremediler…
Danıştay Başsavcısı ise darbe nostaljisi yaparak “27 Mayıs devrimdi” plağını çalıyor!
Yeni Şafak, 11.3.2008
|
Tamer Korkmaz
12.03.2008
|
|
|
|