Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

De ki: Ben, ibadetimi sadece Allah'a yönelterek ihlâs ile Ona kulluk etmekle emrolundum.

Zümer Sûresi: 11

07.02.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Beni en çok seven, benden sonra gelecek bir topluluktur ki, onlardan biri beni görmeye karşılık, çoluk çocuğunun ve malının olmamasını temennî eder.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 610

07.02.2008


İsveç’ten geri kalmamak size elzemdir

Elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyâmet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın Din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükümetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu hakikat noktasında, katiyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz; ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.

(Sözler, On Üçüncü Söz, s. 140)

***

Bu asrın Kur’ân’a şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılap kusurlarını üç dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harp ve sair inkılâpların icbarıyla yapılan tahribatları—hususan an’ane-i diniye hakkında—tamire çalışsanız, hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve ahirette büyük kusuratlarınıza kefaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak olursunuz.

(Emirdağ Lâhikası, “Eski dahiliye vekili, şimdi parti kâtib-i umumisi Hilmi Bey”e hitaben, s. 191)

***

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya, Kur’ân’ı mekteplerinde en büyük halaskâr bir kitap olarak kabul ettikleri gibi, şimdi erkân-ı İslâmiyenin birincisi olan Ramazan sıyamını tutmak niyetiyle Camiü’l-Ezher’e “Şimalin pek uzun günlerinde bir çare-i tahfifi ve tehiri yok mu?” diye sormuşlar. Demek Avrupa’nın yalnız o küçük hükumetleri değil, belki siyaset manası verilmemek için kendini izhar etmeyen, eskide büyük ve dünyanın yüksek mevkiini tutmakla beraber, gayet dehşetli bir tarzda dünyanın fena ve faniliğini dehşetli tokatla o yüksek mertebelerin hiçe indiğini görmekle hakiki teselli, yalnız ve ancak hakaik-i Kur’âniyede bulmasıyla, o küçüklerle mânen beraber tahmin edilebilir.

Evet, dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra, elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisâr-ı hayal yarasını tedavi edecek Kur’ân dan başka yoktur.

(Emirdağ Lâhikası, s. 210)

Lügatçe:

mu’cize-i ekber: En büyük mu’cize.

şiddet-i ihtiyac: Şiddetli ihtiyaç.

an’ane-i diniye: Dinî gelenek.

halaskâr: Kurtarıcı.

erkân-ı İslâmiye: İslâmın şartları.

Camiü’l-Ezher: Ezher Üniversitesi.

07.02.2008


Risâle-i Nurları sırtında taşıyan kadın: Fatma Ana, nâm-ı diğer ‘Fatı Ana’

Osmanlı Devleti’nin sona erdiği bir zamanda, dünyaya gözlerini yeni açmıştı o. Bu nedenle, daha çok Osmanlı kültürüyle yetişmişti. Yani günümüz insanının muhtaç olduğu kültür… İslâm kültürü…

İki dünya savaşına şahit olmuş, kıtlık görmüş, açlık görmüş; çile çekmiş bir hanımdan bahsediyorum. Adına Fatma Ana derler. Diğer bir adla, ilçemizin Fatı Anası, yani benim annem…

Diyeceksiniz ki, herkes kendi annesini beğenir ve çok sever, senin annenin diğer annelerden farkı ne? Ben de bütün kalbimle diyorum ki; tüm anneler değerli, fedakâr ve eli öpülecek varlıklardır. Üstadımın deyişiyle, anneler “şefkat kahramanları”dır.

Aslında Fatma Ana’yı tarif ederken Anadolu’daki annelerimizi anlatmış oluyorum. Çünkü o bir simgedir. Anadolu’muzun her köşesinde onun gibi nice isimsiz şefkat kahramanları vardır. Bunları genç anne adayları için bir örnek olsun diye yazıyorum.

Benim şefkat kahramanım, okur yazar değildi. Ancak, Kur’ân’a ve ilme aşıktı. Yetiştiği ortamdan ve cemiyetten almış olduğu meziyetlerle kendi yeteneğini birleştirmeyi başarmış; son derece görgülü bir hanımefendiydi.

Bana küçük yaşlarda öğrettiği görgü kurallarını, yirmi yıl sonra katıldığım yöneticilik kursunda, bir profesörün ağzından duyduğumda; annemin kültür seviyesine hayran kalmıştım. Halbuki o, ne okul görmüştü, ne de bir medrese…

İlkokula gittiğimde, her sabah cebime koyduğu kuru üzüm ve ceviz karışımını düşünüyorum da… Annem, sanki diploması olmayan bir beslenme uzmanıydı.

Çocukluk yıllarımda, eve çarşıdan ekmek alındığına hiç şahit olmadım. Hep, annemin evde pişirdiği kepekli ev ekmeği ve tabiî tahıl yemekleri ile büyüdüm. Evimizde hakiki yayık ayranı her zaman bulunurdu. Allah’a şükür hastalık nedir bilmezdik, ana ocağından ayrılıp büyük şehirlere gittikten sonra doktorlarla tanıştık.

Yüce Rabbimin ilk emri “Oku” idi ya! Kendisi okuyamamış fakat beni okutuyordu. Önce Kur’ân’ı öğrenmeme vesile oldu. Sonra okula başladım.

Gün geldi babamla birlikte tarlada çapa yaptılar, pamuk topladılar ve cebime harçlık koydular. Ve ben böylece ailemizin okuyan ilk evlâdı oldum…

Peki, okuma yazma bilmeyen annemin Risâle-i Nur’larla alâkası neydi?

Annem nur talebelerinin lisân-ı kâlini iyi dinler ve lisân-ı hallerini iyi izlerdi. Evimizde Risâle sohbetleri yapılırken hep kapının önünde oturur, dinlerdi. Ona göre, bu nurcu denilen insanlar, Allah diyor, peygamber diyor, Kur’ân diyordu. Ne kadar da iyi insanlardı bu nurcular.

Mahallemizdeki komşu çocuklarının İslâm’dan habersiz yaşayışlarını gördükçe, bana ve arkadaşlarıma duâ ediyordu.

Bir gün ilçeden il merkezine tayinim çıkmıştı. Eşyalarımın bir kısmıyla Risâle-i Nur Külliyatı’mı annemlerde bırakmıştım. Annem bu güzide eserlerden uzak kaldığımı düşünerek çok üzülüyordu. Sık sık “Evlâdım, kitaplarını niçin götürmüyorsun?” diyordu. Oysa ben onları orada bırakıp yenisini alma düşüncesindeydim.

Yeni taşındığım apartman dairesi, asansörü olmayan, yedi katlı eski bir binanın son katıydı. Bir gün ansızın zilimiz çalındı. Açtığımda; annemi, sırtında bir çuval dolusu kitapla karşımda görünce şok oldum.

Düşünebiliyor musunuz? Yetmiş yaşında bir insan, kitap dolusu çuvalı yedinci kata kadar sırtında taşıyor. Ve yüzünde zerre kadar bir şikâyet, memnuniyetsizlik ifadesi yoktu. O an ona hem acıdım, hem de çok mahçup oldum. Biraz da sitemle “Niye bu zahmete girdin anne!” dedim. Ve ömrüm boyunca unutamayacağım şu cevabı verdi: “Bu âyetli kitapları okumasını bilmiyorum, bari taşıyayım da bir hayrım dokunsun.”

Kendimi bildim bileli namazını kılan annem, son on yılında yaz-kış demeden birer gün arayla sürekli oruç tutardı.

Belki maddî bir serveti yoktu. Ancak, gönlü zengindi. Onu tanıyıp da ekmeğini yemeyen insan yok gibiydi. Vefat ettiğinde seksen dört yaşındaydı. Büyük bir çadırda, bir aşiret büyüğü gibi taziyesi yapılırken; sırtında hiç şikâyet etmeden taşıdığı Risâle-i Nurlar okundu, ruhuna fatihalar hediye edildi.

Vefatının dördüncü sene-i devriyesinde Cenâb-ı Allah’tan rahmet diliyoruz. Mekânı Cennet, kabri pür nur olsun. Âmin.

İbrahim Sayan

07.02.2008


Nurdan Dualar

Yâ Rabbî ve yâ Rabbe's-Semâvâti ve'l-Arâdîn! Yâ Hàlıkî ve yâ Hàlık-ı Küll-i Şey!

Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkàtı bütün keyfiyâtıyla teshîr eden kudretinin ve irâdetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlûbumu bana musahhar kıl! Kur'ân'a ve îmâna hizmet için, insanların kalblerini Risâle-i Nur'a musahhar yap! Ve bana ve ihvânıma, îmân-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshîr ettiğin gibi, Risâle-i Nur' a kalbleri ve akıllan musahhar kıl! Ve beni ve Risâle-i Nur talebelerini, nefıs ve şeytanın şerrrinden ve kabir azâbından ve Cehennem ateşinden muhâfaza eyle ve Cennetü'1-Firdevste mesut kıl! Âmin, âmin, âmin!

Lem'alar, Münâcât, s. 363

07.02.2008


Olmayın geda

Rabbim imtihan eder her inandım diyeni

İnce elekten eler, ölçer sadakatini.

Musibetler vererek sınar metanetini.

Ahiret hebâ olur dağıtsan dikkatini

Dünya için ukbayı edersen eğer fedâ.

Böyle yapan kimsenin ameli olur hebâ.

Ahiret âlemine göstermezsen hiç çaba.

Bu dünyada şah iken orda olursun geda.

İşlediğin her günah, bekada olur belâ.

Her işlenen masiyet, Rabbimden eder cüda.

Hemen tövbe edersen bir ümit vardır hâlâ.

Vakit; nakittir deyip zamanı etme hebâ.

Toprağın üstü gibi altı da var unutma.

Gereksiz işler ile kendini hiç avutma.

Helâl-haram demeden kendini hiç dağıtma.

Aklını başına al, helâle haram katma.

Acemi kaptan gibi deniz bitmesin sakın.

Uzak sandığın ölüm, hakikatte çok yakın.

Kulluk tâcını takın, şeytandan olsun farkın.

Sahil-i selâmete kavuşursun bihakkın

Zalimler zulmü ile korkutmak ister seni

Zulme rıza göstersen, çıkarmayıp sesini

Cehennem ateşinde yakarsın bu bedeni.

Hakkın yanında olsan kurtarırsın kendini.

Zulme rıza zulümdür, küfre rıza küfürdür.

Hakta sebat eylemek inci, lü’lü ve dürdür.

Bu tercihinde herkes, tam mânâsıyla hürdür.

Dosdoğru bir şekilde ömrünü böyle sürdür.

Takvada kalmak için haydi göster özeni,

Amel-i salih işle, kurtar ahiretini.

Elbette sever Allah, Allah için seveni.

Tüm hayatın boyunca imtihan eder seni.

Rabbim elbette görür ezilenle ezeni.

Başıboş hayvan gibi serserice gezeni,

Sünnetullaha uyup bozmayın bu düzeni.

Daima rehber edin Kur’ân ve sünnetini

Mehmet Kovancı

07.02.2008


Vesveseden nasıl kurtuldu?

Seneler öncesiydi. Belki 30 seneyi geçti. Üniversitede okuduğum yıllardı. Ankara’nın kenar semtlerinden birindeyiz. Bir dostumuzun evine akşam sohbetine davet edildim. Misafirler oldukça kalabalıktı. Çoğuyla ilk defa karşılaştım. Kısa bir tanışma faslından sonra ev sahibi benden bir nur dersi yapmamı istedi.

Acaba hangi risâleden okusam?

Gerçi hepsi de güzeldi. Birbirine tercih etmek zordu. Neresi olsa okunur, diye düşündüm. Sözler Risâlesini elime aldım. İçimden geldiği gibi bir yeri açtım. Karşıma Yirmi Birinci Sözün İkinci Makamı çıktı. Konusu, “Kalbin beş yarasına beş merhemi tazammun” eden vesvese idi. Aynı konuyu daha önce de defalarca okumuş ve dinlemiştim.

Okumaya başladım: “Ey maraz-ı vesvese ile mübtelâ! Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musîbete benzer; ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet vermezsen söner. Ona büyük nazarıyla baksan büyür; küçük görsen, küçülür. Korksan ağırlaşır, hasta eder; havf etmezsen hafif olur, mahfî kalır. Mahiyetini bilmezsen devam eder, yerleşir; mahiyetini bilsen, onu tanısan, gider.”1

Bir taraftan okuyor, bir taraftan da dinleyicilere göz gezdiriyordum. Dinleyicilerin tamamı okunanları can kulağıyla dinliyorlardı. Ama içlerinden birisi diğerlerine benzemiyordu. Orta yaşlarda birisiydi. O bir başka dinliyordu. Dinlemiyor, belki içiyordu. Adeta hiçbir kelimenin boşa gitmesini istemiyordu. Onu diğerlerinden farklı kılan neydi acaba? Merak etmeye başladım. Her ne ise...

Vesvese bahsini okumaya kaldığım yerden devam ettim:

“Birinci Vecih - Birinci Yara: Şeytan, evvelâ şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse, şüpheden şetme döner...

“İkinci Vecih: Mânâlar kalbden çıktıkları vakit, sûretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan sûretleri giyerler...

“Üçüncü Vecih: Eşya mâbeynlerinde, bâzı münâsebât-ı hafiye bulunur. Hattâ, hiç ümit etmediğin şeyler içinde, münâsebet ipleri bulunur...

“Dördüncü Vecih: Amelin en iyi sûretini taharrîden neş’et eden bir vesvesedir ki; takvâ zannıyla teşeddüd ettikçe, hâl ona şiddetlenir, hattâ bir dereceye varır ki, o adam, amelin daha evlâsını ararken, harama düşer...

“Beşinci Vecih: Mesâil-i imâniyede şüphe sûretinde gelen vesvesedir...”

Vecihleri birer birer okudum. Her cümlesi, hatta her kelimesi çok mânâ yüklüydü. Her vecih okundukça yüzlerde değişiklik hissediliyordu.

O akşamki ders bir soruyla bitti: “Bu derece mü’minlere muzır ve müz’ic olan vesvese, ne hikmete binâen bize belâ olmuş?”

Verilen cevap bize yeni ufuklar açıyordu. Said Nursî bu soruyu şöyle cevaplandırıyordu: “İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesîledir; lâkaydlığı atar, tehâvünü def’ eder. Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsâbakada, bize kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor. Şâyet ziyâde incitse, Hakîm-i Rahîme şekvâ etmeli, ‘Eûzü billahi mine’ş-şeytani’r-racîm’ demeli.”2

Ders ne kadar sürdü, farkında olmadım. Ders bitince bizi merakla dinleyen kişide bir hayıflanma başladı:

“Bu dersi daha önce dinleseydim 15 yılım boşa gitmeyecekti!” dedi.

“Neden?” dedim.

“Yıllar önce vesvese hastalığına yakalandım” diye yaşadığı mânevî sıkıntıları anlatmaya başladı. Vesveselerinden kurtulmak için izlediği yolu anlattı:

“Ben bu vesvese hastalığından kurtulmak için gitmediğim yer, okumadığım kitap kalmadı. Okuduğum kitaplar vesveselerimi azaltmadı, bilakis arttırdı.”

“Niçin?”

“Ben bir vesveseden kurtulmaya çalışırken, okuduğum kitaplar bana yeni vesveselerin kapılarını açtı. Her şeyden şüphe etmeye başladım. Bunlar uykularımı kaçırdı. Psikolojim bozuldu.”

“Sonra?”

“Türkiye’de hastalığıma çare bulamadım.”

“Sonra ne yaptın?”

“Suriye’ye gittim. Şam’da 15 yıl okudum. Orada da dertlerime bir çare bulamadım. Artmaya devam etti.”

“Sonra?”

“Tekrar Türkiye’ye döndüm. Bu eve bir arkadaş dâvet etmişti. İyi ki gelmişim. Hastalığıma burada şifa buldum. Allah, Said Nursî’den ve sizden razı olsun. Okuduğunuz yer tam benim hastalığıma devâ oldu. Hastalıklarımdan artık kurtuldum. 15 yılda bulamadığım devâyı 15 dakikada buldum.”

O akşam unutamadığım derslerden biri olmuştu. Bir tarafta yılların verdiği kayıplar, diğer taraftan vesveseden kurtulmanın getirdiği rahatlık. Hastalığından kurtulan bir insanın yaşadığı sevinç. Anlatmak zor...

Şair ne güzel söylemiş:

“Ol mâhiler ki, derya içredür, fakat deryayı bilmezler.”

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 248; 2- Sözler, s. 252

Ahmet Özdemir

07.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri