|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Allah buyurdu ki: "Ey İblis! Kudretimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun; yoksa gerçekten yücelerden misin?"
Sâd Sûresi: 75
|
26.01.2008
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Her bakımdan cömert ol ki, sana da öyle davranılsın.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 597
|
26.01.2008
|
|
Kış mevsimi, Celâl ve Sübhan tecellîlerine mazhardır
"O herşeyi en güzel şekilde yarattı" (Secde Sûresi: 7.) âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribâtı, hazin firâk perdeleri arkasında, tecelliyât-ı Celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nâzenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nâzenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, vebâ gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşv ü nemâsız kalan birçok istidad çekirdekleri, zâhiri çirkin görünen hâdiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güyâ umum inkılâblar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.
Fakat insan, hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana âit gàyesi bir ise, Sâniinin esmâsına âit binlerdir. Meselâ, kudret-i Fâtıranın büyük mu'cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkkî eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zâhiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ, "kar"ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gàyeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Hem insan, hodgâmlık ve zâhirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhâkeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilâf-ı edeb zanneder. Meselâ, âlet-i tenâsül-i insan, insan nazarında bahsi hacâletâverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san'ata ve gàyât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacâlet ona hiç temas etmez.
İşte, menba-ı edeb olan Kur'ân-ı Hakîmin bâzı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san'at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zâhirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir.
Sözler, 18. Söz, 2. Nokta, s. 210
|
26.01.2008
|
|
Eşsiz bir mu'cize: Kar tanecikleri
Rabbimizi bize târif eden küllî muarriflerden kâinat kitabının kış sahifesindeki kar tanecikleri, tevhid-i İlâhîyi akıl ve şuur sahiplerine ilân ediyor.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, "Hem 'kar'ı pek baridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki tarif edilmez"1 der.
Gaflette olanlar bu hikmetleri görmediğinden kışın soğuğundan, yazın sıcağından, her şeyden şikâyet ederler. Hâlbuki düşünülse ve bilinebilse, ne kadar ulvî gayeleri ve neticeleri vardır.
Fizik profesörü Kenneth Libbrecht, kar tanelerinin fotoğraflarını hem laburatuar ortamında, hem de arazide görüntülemiştir.
Kar tanelerinin kristal yapıları hep altı kareli olup birbirinin aynısı olmadığını gözler önüne sermiştir.
Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda kar tanecikleri arasında aynı büyüklükte, aynı şekilde, aynı sayıda su molekülü ihtivâ eden iki kristal bile bulunamamıştır. Yani birbirinin aynı iki kar taneciği bile yoktur.
Yeryüzüne sadece bir yıl içinde düşen kar taneciklerinin sayısını tahmin etmek çok zordur. Her yıl sayısı belirlenemeyecek kadar çok kar tanesi düşmektedir.
25 cm'lik kar yağışında 18 cm²'lik alanda bir milyon kar tanesi bulunduğuna göre, bütün dünyada bir yılda yağan kar tanelerini hesâp ettiğimizde, hayalin bile zorlanacağı kadar rakamlar çıkar karşımıza.
Bütün kar taneciklerinin esasta birbirine benzemesi: "Cenâb-ı Hakk'ın Vahdetini, Ehadiyetini, Samediyetini gösterir."2 Kar taneciklerinin her biri diğer kar tanecikleriyle "Muvafık ve mutabık olduğu cihetle Hâlık ve Sâni'in vahdetine şehadet ediyor."3
O kar taneciği lisân-ı hâliyle bağırıyor ki; "Bana bu simayı ve âzâyı veren kim ise, bütün esâsât-ı âzâda bana benzeyen"4 kar taneciklerinin "Sani'i dahi O'dur. Ve hem bütün zîhayatın Sâni'i dahi O'dur."5
Hiçbir kar taneciğinin birbirine benzememesi ise; "Sani'in ihtiyârını, iradesini, meşîetini ve rahmet-i hassâsını ve hiçbir kayıt altında olmadığını bağırıp gösteriyor."6
Her kar taneciğinde "hem delil-i vahdaniyet var, hem ihtiyar ve irade-i İlâhiyenin hücceti vardır."7
Her bir kar taneciği, bir dost gibi, bir arkadaş gibi gaflete dalmış bizlere "Dost acı söyler" hesabı, burûdetiyle gafletimizi dağıtıp, hiçbir kişinin parmak izlerinin bile birbirine benzememesi gibi "Beni dikkatle oku! Tevhid mühürlerini her taneciğimde gör, iman ve itaat et" mesajını vermektedir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri; "Güneşin emr-i İlâhî ile cevv-i havayı, denizin yüzeylerini birer ayna ederek sâfî ve kâlî ve gölgesiz in'ikâsı var. Sonra o güneş, denizin kabarcıklarına ve havanın reşhalarına ve KARIN ŞİŞECİKLERİNE her birine birer cüz'î aksi, birer küçük timsâlini verir"8 sözleriyle Şems-i Ezelî'nin isim ve sıfatlarının tecellilerini tefekkür edersek, tahkikî imanın mertebelerine urûc ederiz.
Yeryüzüne inerken birbiriyle çarpışarak birleşseydi, yaklaşık iki yüz kilogramlık toplar halinde başımıza düşerdi. O zaman halimiz nice olurdu diye bizi düşünmeye dâvet ediyor.
Her bir kar tanesini, nâzır melek kaptanlığında yere indiren Cenâb-ı Hakk'a ne kadar şükretsek yine azdır.
Kar, bitki ve toprağın üzerinde bir hava tabakası bırakarak, bu bölgeyi sıfır derece olacak şekilde örter. Kış boyunca toprak ve bitkileri donmaktan koruma görevini hakkıyla yerine getirir.
Yazın kuraklığına karşı toprak ve bitkileri koruma görevini bihakkın edâ eder.
Çünkü yeryüzü ve yeraltı su rezervlerinin ana kaynağıdır. Ayrıca bitkilerin azot ihtiyacını da karşılar. Karda bulunan amonyak, karların erimesiyle birlikte toprakta kalır. Bu amonyak, azot bakterileri tarafından kalsiyum nitrat gibi azot tuzlarına çevrilerek bitkilerin azot ihtiyacı karşılanır. Bu ve buna mümasil faydalı neticelerine bakıldığında Cenâb-ı Hakk'ın bize ikram ettiği nimetlerin büyüklüğü anlaşılır. Elbette nimet şükür ister.
Hülâsa kar, bizlerin okuyup anlaması için kâinat kitabının kış sayfasında yazılan Rabbâni bir mektuptur.
Yağan karda Celâl ve Cemâl isimlerinin harikulâde buluşması vardır.
Kar'ın yağdığı her yer, "Bir"e boyanır. "Bir" için ve "Birlik" için akıl, kalp ve hayal gibi pek çok duygularımıza birer dâvetiyedir, birer mektuptur.
Her kar taneciği, gaflete düşüren "kesret"ten, "Vahdet" dairesine dönüşün ilânıdır. Şu zemherîde içimizi ısıtan güneştir.
Dipnot:
1- Sözler, 211;
2- Lem'alar, s. 162-163;
3- A.g.e.;
4- A.g.e.;
5- A.g.e.;
6- A.g.e.;
7- A.g.e.;
8- Sözler, s. 304.
|
Mehmet Kovancı
26.01.2008
|
|
Siz, hiç Bediüzzaman Mevlidlerine katıldınız mı? (3)
Van Kalesinin altında göle akan Horhor suyundan kana kana içtik. Öğle namazını çayırlar üzerinde edâ ettik. Öğle yemeğinin arkasından Nur risâlelerinden dersler yaptık. Yurdun çeşitli yerlerinden gelen Nur talebeleriyle tanıştık.
Van Gölü kıyısında biraz yürüyüp çocuklarla konuştuk. Saçları kına yakmış gibiydi. "Boyalı mı?" diye sorduk. "Gölün suyundan. Göl suyu sodalı olduğu için saçları sarartıyor" dediler. Gölün biraz ilerisinde çamaşır yıkayanları görünce hak verdik. Gölde yüzmeyi biz de denedik. Sodanın izleri yüzümüzde uzaktan okunuyordu.
Cumartesi günümüz, tanışmalar ve Üstadın hatıralarını aramakla geçti. Bu arada Van'ın nüfusu epeyce çoğalmıştı. Şehir ikinci defa Üstadın sevenlerini bağrına basmaya hazırlanıyordu. Yeni Camide her şey baştan başa yeni idi.
Van'da o pazar sabah bir başka idi. Güneş yüzünü bir başka gösteriyordu. Nurun bayramına şahitlik etmeye hazırlanıyordu. Misafir olduğumuz evden ayrılırken ev sahibi ve diğer kardeşlerle helâlleşerek vedalaştık.
Nurlu yüzler mevlid okunacak camiye doğru yönelmişti. Mevlid-i şerif öğleden sonra okunacaktı. Caminin önünde kalabalığın sayısı gittikçe artıyordu. İnsanlar birbirleriyle kucaklaşıyorlardı. Biz insanların, akrabalarıyla ya da çok yakın arkadaşlarıyla kucaklaştıklarını bilirdik. Bu manzarayı hangi kelime ifade edebilirdi? Akraba desen, bu kadar akraba nerede bulunur? Yakın arkadaş desen bir araya nasıl getireceksin?
Bu soruların cevaplarını herhalde "İhlâs Risâleleri"nde bulabiliriz: "Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.
"Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resûl ıstılâhatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi'l-ihvân sûretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyât-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
"Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü'l-esası, samîmî ihlâstır."1 Kısacası ihlâs ve kardeşliktir.
Öğle ezanı okunmadan cami dolmuştu. İçeride yer bulamayanlar avluda kaldılar. Her ne kadar Van'a erken gitmiştim ama camiye geç kalmıştım. Mevlid, Risâle-i Nur'dan okunan bir dersle başladı. Arkadan güzel sesli hafız ve mevlithanların okuduğu Kur'ân, mevlid ve ilahilerle devam etti. Sonunda yanlış hatırlamıyorsam Merhum Osman Demirci Hocanın nefis duâsıyla mevlid programı sona erdi.
O gün Van belki de ilk defa böyle şenlenmişti. Müstesnâ bir gün yaşamıştı. Mevlid sonrası dönüş hazırlıkları başladı. Bu sefer insanlar ayrılmak için kucaklaşıyorlardı. Ama bu da bitmek bilmiyordu. Daha önce Ankara'da tanıştığım bir kardeş beni bırakmak istemedi. "Bu kadar yol geldin, biraz geç dönsen olmaz mı?" Nereye gideceğimizi sordum. "Patnos" dedi. Razı oldum.
Terminalin yolunu tuttuk. Bir izdiham vardı. Yazıhanelerden hangisine gitsek herkes "başım gözüm üstüne" diyordu. O gün bütün otobüsler dolmuştu. Ertesi güne razı olduk. Böylece Van seyahatimiz zorunlu olarak bir gün daha uzamış oldu. O gün de bizi Muzaffer Ağabey misafir etti. Ev arkadaşlarımız değişikti. Ama ev yine kalabalıktı. Akşam sohbetimizin konusu Bediüzzaman, mevlid ve Van idi. Ev sahibine misafirleri için ne düşündüğünü sorduk: "Ehl-i dünya misafirlere her türlü ikramı yaparım, en güzel yataklarda yatırırım ama bir türlü memnun edemem. Mevlid için gelen misafirlerimden çok memnunum. İsterse bir otobüs dolusu Nurcu olsun. Hiç fark etmez. Önlerine ne koysam yerler, nereyi göstersem yatarlar. İtiraz etmezler. Ben yeteri kadar hizmet edemediğim için üzülürüm" dedi.
Bir gecemiz daha Van'da böyle geçti. Ertesi gün Muzaffer Ağabeyle vedalaşıp ayrılmak istedik. Ama o bizi bırakmak istemedi. Yaşlı ve kilolu idi. Ne dediysek ikna olmadı. Bizi terminalden yolcu etmek istedi. Peşimize takıldı. Biz önde, o arkamızda otobüse son anda yetiştik. Muzaffer Ağabeyle kucaklaşabildik.
Van'a ve Vanlılara el salladık. Muzaffer Ağabeyle yıllar sonra Isparta mevlidinde tekrar karşılaştık.
Misafir olduğumuz ağabeylerin bir kaç sene arayla vefat ettiklerini duydum. Vefat eden başta Üstad Said Nursî olmak üzere bütün Nur talebelerine Allah'tan rahmet diliyorum.
-Son-
|
Ahmet Özdemir
26.01.2008
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Peygamber Efendimiz'in (asm) muhterem eşlerinden Hafsa vâlidemiz bir gün evine gelen Sevde validemize: "Ey Sevde! Deccal çıktı!" deyiverdi.
Bunun üzerine Sevde validemiz korkusundan titremeye başladı. Öyle dehşet aldı ki, yüzünün rengi birden soldu, neşesi birden kaçtı ve: "Peki, ben nereye saklanayım?" demeye başladı.
Hane-i saadetin yanında hurma dalları ve yaprakları ile dolu, toz toprak içerisinde, örümceklerin ağ bağladığı bir odacık vardı.
Hz. Hafsâ validemiz bu odacığı gösterdi ve:
"İşte oraya saklanabilirsin!" dedi.
Deccal korkusundan titremesi devam eden Hazret-i Sevde (ra) de toza toprağa ve örümcek ağlarına aldırmadan gidip o odacığa girdi.
Hazret-i Hafsa (ra) gülmeye başlamıştı.
Peygamber Efendimiz (asm) geldiğinde Hazret-i Hafsa (ra) gülüyordu. Peygamber Efendimiz (asm): "Ey Hafsa! Bu gün pek neşelisin!" buyurdu. Hafsa validemiz (ra) Hazret-i Sevde'nin girdiği odayı gösterdi.
Hz. Peygamber (asm) odanın kapısını açtıklarında içerde korkudan titremekte olan Sevde'yi gördüler ve: "Ey Sevde! Ne oldu sana? Niçin buraya saklandın?" buyurunca, Hazret-i Sevde (ra): "Ey Allah'ın Resulü! Deccal çıkmış; doğru mudur?" dedi. Hz. Peygamber (asm) ise iki kere: "Henüz çıkmamıştır; fakat kesinlikle çıkacaktır!" buyurdular.
Ardından Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Sevde'yi oradan çıkardılar ve üzerindeki toz ve örümcek ağlarını sildiler.
(Hayatü's-Sahabe)
|
Süleyman KÖSMENE
26.01.2008
|
|
|
|