Zerrede var olmak
"Faniyim, fani olanı istemem; acizim, aciz olanı
istemem
"Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem.
"İsterim fakat bir Yâr-ı Bâkî isterim
"Zerreyim fakat bir Şems-i Sermed isterim.
"Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı
irden isterim." (Sözler, s. 436)
Bu şiiri ezberlemem yıllar öncesine dayanıyor. Bunu okuduğum zaman, faniliğin, zerreliğin, hiçliğin, mevcudâtın ne demek olduğunu kavrayamadığım zamanlardı. Ama bu sözler ruhumda tarif edemediğim bir ferahlık, bir sürur meydana getiriyordu.
Yıllar sonra kelimelerin anlamlarını öğrenmeme rağmen, kendimi pek de fani, aciz, zerre ve hiç göremiyordum doğrusu. Tâ ki, iki hafta önceki yolculuğa kadar.
İlk defa uçağa binecektim. Oğlumda hep pilot olma iştiyakı var olduğu için uçak yolculuğunu merak ediyordum doğrusu. Her gördüğümü anlatmamı istediklerinden, uçağa çıkınca pencere kenarına oturup gözümü hava kararıncaya kadar gökyüzünden almadım, alamadım.
Gözlerim dışarıda, kulağım yapılan konuşmayı dinliyordu. Kemerleri bağlamamız, hareket etmememiz gerektiği söyleniyor ve muhtemel düşme anında takacağımız oksijen maskelerinden söz ediliyordu. O an uçak düşerse, ne yapmamız gerektiğini, bana Birinci Lem'a hatırlattı. Öyle ya, o vaziyette sebepler sukut edecekti. O halde bana necât verecek öyle bir zât lâzımdı ki, hükmü cevv-i semâya ve yeryüzüne geçebilsin. Sahil-i selâmete çıkabilmem için yeryüzünü ve gökyüzünü emrine musahhar eden bir zât olmalıydı. Beni kurtaracak oksijen maskesi miydi? Esbâbın hakikî tesiri yoktu.
Evet ben de Hazret-i Yunus'un (a.s) ettiği duâyı etmeliydim: "Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum." (Enbiyâ: 87)
Yerden on bin küsûr metre yükseklikte gökyüzünün nasıl bir hâl aldığını gözlerim bu yazıya dökmeyi başarsa, okuyanlar anlayacaktır; lâkin yine de bunu ancak yaşayanlar tam anlamıyla idrak edeceklerdir.
Risâlelerde geçen "Allah, göklerin ve yerin nurudur" (Nur: 35) âyetini ezberlemiştim ezberlemesine ama kalbime nüfûz etmemişti. Güneşin bulutlara yansıması ile bulutların pamuk yığınları gibi o muhteşem gezintilerini fark edince hüzme hüzme o nuru görebildim. Kur'ân'da "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı?" âyetini de okumuştum ama tefekkürden uzak olduğum için veya uzağı tefekkür etmeyi beceremediğim için; Rabb-i Rahim'im beni gökyüzüne çıkartıp nurunu gösterdi. İnsanın pencereyi kırıp atlayası geliyor Allah'ın emrine boyun eğmiş bulutların üzerine; belki bana da boyun eğmeyi öğretirler diye. Gerçi, Bakara Sûresi'nin 164. âyetinde geçen "Rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah'ın emrine boyun eğmiş bulutlarda aklını kullanan bir topluluk için Allah'ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır", apaçık bir şekilde açıklıyor ama "aklını kullanan bir topluluk için".
Müzâkereli derslerde öncelikli konular arasında Âyetü'l-Kübrâ da yer alır. Önceleri, bu bahis okunduğunda "Allah'ın varlığını, birliğini, büyüklüğünü biliyoruz. Niye bu kadar üzerinde duruluyor?" derdim kendi kendime. Beni çeken, içtimâî meselelerdi. Belki de kesrette boğulmaktı benimkisi... Bu sıkıntımı pek kimseye açamıyordum doğrusu; kınanacağımı, anlaşılamayacağımı düşünüyordum. Çünkü bir çok kardeşim bunu zevkle okuyup örneklendiriyordu. "Niye bana açılmıyor?" diye de kendime kızıyordum. "Her risâlede herkesin hissesi var, fakat herkese her şeyini bilmek lâzım değildir" (Barla Lâhikası, s. 186) cümlesini de okumuştum ama tatmin olmamıştım. Belki de, Üstadın "Anlamadım" diyen talebelerinden birine çuvalla ekmek getirip "Hadi bunları birden ye bitir" demesi gibi; birden anlamak istiyordum. Niye mi? Ben de tefekkür etmek istiyordum. Kendimi bu yuvada sıyrılmış hissediyordum, bu da ruhumu acıtıyordu.
Böylesi hissedişlerim, bu uçak yolculuğuna kadar sürdü ancak. Ve şimdi Âyetü'l-Kübrâ elimde, sadece gördüklerimin yerlerini bulmaya çalışıyorum. Öyle ya, bana açılan şu anda o kadarcık.
Cevv ve sema bana: "Bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin" (Asâ-yı Mûsâ, s. 88) dedi.
"Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki:
"Atılmış pamuk gibi bu câmid, şuursuz bulut, elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet Kadîr ve Rahîm bir Kumandanın emriyle hareket eder ki...'" (Asâ-yı Mûsâ, s. 89)
Evet ben atılmış pamukları gökyüzünde gördüğümde, Rabbim bana Kadîr ve Rahîm olduğunu gösteriyordu. Yeryüzünde Rabbimi tanıdığımı zannetmiştim. Tanımak; marifetullah, muhabbetullah...
Sonra bulutların arasından yer yer görülen yeryüzüne baktım. Dağları o zaman birer "kazık" gibi görebildim. Ama nokta kadar... Uçsuz bucaksız engelsiz bir gökyüzünden yeryüzündeki varlıkları göremeyince; Bediüzzaman'ın niye kendini zerre olarak adlandırdığını bir nebze anlayabildim. Yeryüzünden gördüğümde kocaman yapılı binalar, ormanlar, araziler gökyüzünden nokta nokta görünüyordu.
"Ben veya biz insanlar, zerre misâl kâinatın yanında zerre kadar olan varlıkları kazanmak için mi çırpınıyorduk?" diye geçirdim kalbimden... Vah esefâ!.. İnsanlığın var edinme yarışında "Nasıl mal-mülk sahibi olurum? Ne kadar kazanırım?" endişelerinin, bu kazanma, maddî gelişme arzusu ile haram-helâl demeden didindiklerinin ne kadar da ehemmiyetsiz olduğunu ve bu yarışta karşısına kim çıkarsa (ana, baba, kardeş, akraba, dost, arkadaş vs.) ezip geçtiği enesiyle kâinata meydan okuyan zerrelerin halleri geldi gözümün önüne. Gözümüzde bu kadar ehemmiyet vererek büyüttüğümüz ve değer verdiğimiz, bir o kadar hayatımızı hebâ ettiğimiz bu dünya nimetlerinin, aslında zerre-miskal kadar olduklarını ancak gökyüzünden yeryüzünü görünce fark edebilmiştim.
Ve şimdiye kadar hiç bu derece "hiç ender hiç" hissetmemiştim kendimi. Fanide görmemiştim. Hele hele kendimi zerre addetmemiştim bu kadar. Ve kendini zerre kabul eden Bediüzzaman, bu yüzden bir batmayan güneş, ebedî bir yâr istiyordu. Ebedî bir sevgilide son bulmayacak mıydı sevdiğimiz her şey...
Elbette O Güneşle bütün mevcudât aydınlanacak ve bunu gören zerre, bütün mevcudâtı, 'BİR' olandan 'birden' isteyecekti. "Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim." Belki de Bir'e kavuşmak, Bir'de yokluktan varlığa çıkmak için.
Yolculuğumun geri dönüşü yeryüzünden oldu. Vücuduma giren dâvetsiz misafir, beni yeryüzü tefekküründen alıkoysa da şimdilik anladığım bana yeterdi. Ve bu dâvetsiz misafir, evimde beni yatağa mahkûm etse de, Haktan gelen emirle girmişti bir kere. Bir vazife aşkı ile vücudumda dirildi ki; yerini âfiyete ne zaman bırakır onu da gönderen bilir elbet, düşünmeye ne hâcet. Bu da bana sabır içinde şükrü öğretiyor. Kim bilir neleri öğretip terk edecek beni, bana sormadan.
|