Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Ramazan

RAMAZAN TAKVİMİ

Kur’ân ayı başımıza tâç oldu,

Kalbe kolay, nefse biraz güç oldu

Sayılı gün, birer birer gidiyor,

Teravih dört, orucumuz üç oldu.

Abdil YILDIRIM

15.09.2007


SECDE ETMEK KANSERDEN KORUYOR

Mısır’ın başşehri Kahire’de bulunan Ulusal Işın Teknolojisi Merkezi’nde yapılan bir bilimsel araştırma, Allah’a secde etmenin insanı kanserden koruduğunu ortaya çıkardı.

Araştırmayla ayrıca secdenin hamile kadınlar için de oldukça yararlı olduğunu ve ceninin şekil bozukluğuna uğramasını engellediğini, bunun yanında yine birçok bedensel ve psikolojik hastalıklara iyi geldiği tesbit edildi.

Işın Teknolojisi Merkezi Bölümü Başkanı Biyoloji Profesörü Muhammed Ziyaeddin Hamid, bu çağda insanların her yönden elektromanyetik dalgalara maruz kaldığını ve bu sebeple daha fazla ışın aldığını belirterek, vücutta biriken bu yükün mutlaka dışarı atılması gerektiğini bildirdi.

Araştırma sonucu vücutta biriken elektromanyetik yükün Allah’a secde ile dışarı boşaltıldığının belirlendiğini dile getiren Mısırlı bilim adamı, bilimsel araştırmaların, insan boyunun küçüldükçe elektromanyetik dalgalara uğrama oranının daha da azaldığını gösterdiğini söyledi.

YEDİ AZANIN YERLE TEMASI

ENERJİYİ BOŞALTIYOR

İnsanın secde halindeyken elektromanyetik dalgalara daha az maruz kaldığını ve alnın yere değmesiyle vücuttaki elektromanyetik yükün dışarıya boşaltıldığını tesbit ettiğini kaydeden Prof. Ziyaeddin, secde halinde olan bir insanın yedi organının yerle temas etmesinin boşaltımı hızlandırdığını ve bunun yorgunluk ve bazı hastalıklara iyi geldiğini ifade etti.

Araştırmaların, elektrik yükünün vücuttan sağlıklı bir şekilde atılması için secde ânında kıbleye dönmek gerektiğini gösterdiğini bildiren Prof. Ziyaeddin, Kâbe’nin yeryüzünün merkezi olduğunu ve yeryüzünün merkezine yönelmenin vücuttaki elektrik yükünü dışarı atmak için en uygun pozisyon olduğunu söyledi.

BEŞ VAKİT NAMAZ, VÜCUTTAKİ

ELEKTRİK YÜKÜNÜ ATIYOR

Beş vakit farz namazın vücuttaki elektrik yükünün dışarı atılması için yeterli olduğunu belirten Mısırlı bilim adamı, uyku esnasında vücutta oluşan unsurların sabah namazıyla dışarı atıldığını ve insanın güne sağlıklı ve canlı bir şekilde başladığını kaydetti.

Öğle, ikindi ve akşam namazlarının günün yorgunluğunu ve stresini azalttığını ve insana psikolojik bir rahatlama sağladığını söyleyen Prof. Ziyaeddin, yatsı namazıyla gün boyu vücutta oluşan yükün geri kalanının dışarı atıldığını ve insanın rahat bir şekilde uykuya dalmasının sağlandığını belirtti.

Bu bilgiler, aynı zamanda, Bediüzzaman’ın 9. Söz’de beş vakit namazla ilgili olarak ifade ettiği mânâları ve şu sözünü de teyid etmiyor mu:

“Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem, cisme de o kadar ağır bir iş değildir.” (Sözler, s. 27)

(Kaynak: www.furkanhaber.com)

15.09.2007


Bediüzzaman’ın İbadet Hayatı

Uykusu

Bediüzzaman’ın hayatını yakından tanıyanların, neredeyse “Onun uyku uyuduğunu hiç görmezdik” dediklerini görürüz. Çok az denecek derecede bir uykusu vardı.

Onunla Sibirya’da esir kalan Bolu’nun Yığılca köyünden Mustafa Yalçın, onu anlatırken, “Ben Üstadın Sibirya’da geceleri uyuduğunu bilmiyorum” der. (Son Şahitler, 1:85)

Kardeşi Abdülmecid Efendinin hanımı Rabia Ünlükul, Bediüzzaman’ın, Van’da evlerinde kaldığı süre içinde hiç geceleri uyumadığını, odasından hep duâ sesleri geldiğini belirtir. (Son Şahitler, 1:154.)

Onun Van’daki ilk hayatında olsun, yolculuk esnasında ve daha sonra mecburî ikamete mahkûm kaldığı yerlerdeki hayatlarında olsun, şahitlerin benzer ifadeleriyle karşılaşırız.

Van’dan Burdur’a sevkiyâtı esnasında Çaykara’nın Eğridere köyünden asker Mustafa Ağralı, onunla aynı odada kaldıklarını, Bediüzzaman’ın yatağını toparlayıp sırtını ona dayayıp bağdaş kurduğunu, kendisi uyuduğunda bir ara tıkırtı duyup uyandığını, onun ise karda kışta abdest alıp geldiğini, sonra da namaza durduğunu, bütün geceyi ibadet ve duâyla geçirdiğini anlatır. Kendisine, “Uyandın mı?” diye sorduğunu, “Uyandım” dediğinde, “Vakit varken biraz daha yat. Biz Şâfiîyiz, bu sebepten erken kalkarız. Siz Hanefisiniz, birazdan kılarsınız” dediğini naklettikten sonra, “Halbuki değil erken kalkmak, hiç yatmamıştı. Ben artık yatmadım, kalktım. Beraberce namaz kıldık” diyor. (Son Şahitler, 1:137.)

Hizmetinde bulunan talebelerinden Bayram Yüksel, “Üstadımız, bir insana kâfî gelmeyecek kadar az yer ve az uyurdu. Bize de derdi ki: ‘Fıtrî uyku beş saattir’” (Son Şahitler, 3:51) şeklinde bir hatırasını naklediyor.

Diğer bir yakın talebesi, Barla’da bir gece yanında misafir kalan albay Hulusi Yahyagil, onun sabahlara kadar uyumadan ibadet ve zikir ettiğini, pek az uyuduğunu, uyur gibi göründüğünü söylüyor. (Son Şahitler, 1:325.)

Barlalı Kemal Demirtaş, Bediüzzaman’ın Barla’da kaldığı zaman içerisinde bir süre bağlarında kamıştan bir kelikte tek başına kaldığını, ancak sabah namazından sonra 1,5-2 saat kadar uyuduğunu fark ettiğini, gecelerini ise zikirle geçirdiğini anlatır. (Son Şahitler, 1:406.)

Afyon Hapishanesinde Üstadla beraber kalan Ahmet Feyzi ve Refet Barutçu, gece 12.00’den sonra Üstad’ın hiç uyumadığını, evrad ve Cevşen okuduğunu, Kelime-i Tevhid çektiğini belirtirler. Gardiyanlar bile, “Sizin Üstadınız gibi hiç görmedik. Sabah namazının dışında hiç uyumuyor” derlermiş. (Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar, s. 30, 32.)

Yine yakın talebelerinden Mustafa Sungur da beraber bulundukları Afyon Hapishanesinde Üstadın gece çok erken, takriben sabah namazına dört saat kala teheccüde kalktığını belirtir. “Sabah namazına kadar okuyup, sonra talebelerini kaldırıp cemaatle namaz kılarlarmış” der. (Son Şahitler, 4:28.)

24 saatlik hayatı tam bir intizam içerisinde bulunan, dakikalarını dahi tasarrufla kullanan Bediüzzaman Hazretleri mutlaka seher vaktinde uyanık olur, bu vakti tesbihat ve duâyla geçirirdi. (Son Şahitler, 4:31)

O birçok vücudun dayanamayacağı kadar çok az yediği gibi, çok da az uyumaktaydı. Anlaşılıyor ki, yatsıdan sonra kısa bir süre yatar, sonra kalkıp sabah namazına kadar zikir, fikir, evrad ve teheccüdle vaktini ihyâ eder, sabah namazını kıldıktan sonra sabah dersi yapar, kerahet vakti çıktıktan sonra da asıl uykusunu uyur; o da 1,5-2 saat kadar olurdu.

Şaban DÖĞEN

15.09.2007


Zekâ çeşitleri ve vicdanın unsurları

Çoklu zekâ kuramı, eğitim programlarında ve öğretim metotlarında dikkate alınması gereken önemli bir gelişmedir. İnsan fıtratı keşfedildikçe iletişim teknikleri de gelişmektedir. Eğitim-öğretim faaliyeti baştan sona her aşaması iletişim uygulamalarıdır. Bilgiyi mesaj olarak kabul edersek, öğreticiler mesajın çıkış noktası, öğrenciler ise mesajın alıcı varış noktasıdır. Mesajı ileten ve mesajın amacı değişime uğramadan hedef kitlede aynı şekli ile algılanırsa iletişim başarılıdır demektir.

Dört çeşit temel zekâ, insanı tam olarak tanımlamak için yeterli olmamakla beraber insanın iletişim kanallarını keşfetmek açısından önemli bir gelişmedir.

Bediüzzaman Said Nursî, bu temel zekâ tanımını, vicdanın dört temel unsuru olarak ifade etmiştir. Zira zekâ, beyin işlevleri ile beraber ruhun da fonksiyonudur. Zekâ, kısaca, farkındalık bilincidir. Fark etmek, hayatiyetin, aklın ve ruhun fonksiyonudur. Vicdan da ruhun fonksiyonudur.

“Vicdanın anâsır-ı erbaası (dört unsuru) ve ruhun havassı (hisleri) olan ‘irade, zihin, his, lâtife-i rabbaniye’, her birinin bir gâyâtü’l-gâyâtı var. İradenin ibadetullahtır, zihnin marifetullahtır, hissin muhabbetullahtır, lâtifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile dördünü tazammun eder (içine alır).” (Hutbe-i Şamiye, s. 143)

Dört çeşit temel zekâ tanımına bakacak olursak:

1. Ruhsal zekâ: Vicdandır. İnkişafı ve tezahürü imândır. Allah’a iman (İman-ı billah).

2. Zihinsel zekâ: Soru sormaktır. “Nereden geldim? Neciyim? Nereye gidiyorum?” Bu soruların cevabını ararken Allah’ı ve isimlerinin tecellîlerini okumaktır (Marifetullah).

3. Duygusal zekâ: Bildiği, tanıdığı Allah’a minnet ve şükran duymak, O’nu sevmektir. (Muhabbetullah)

4. Fiziksel zekâ: İradenin tezahürü, yansımasıdır. İrade terbiyesi, nefis terbiyesi bedenle yapılan bir işlemdir. Harekettir, faaliyettir. Bildiği, tanıdığı, sevdiği Allah’a teşekkür etmek olan ibadettir. (İbadetullah)

İnsan bu süreci doğru yönetebilirse, lâtifeleri de inkişaf edebilir. Müşahedetullaha kadar yükselebilir.

İnsanın gerçek gelişimi ve terakkîsi dört temel zekâyı işletmesine ve geliştirmesine bağlıdır. Ne yapılacağı açık.

İmanın hayata, düşünce ve duygulara yansıması sürecinin, dört temel zekâ ile örtüştüğünü Risâle-i Nurlarda görmek mümkündür. Mektûbât eserinin 20. Mektub’unun girişindeki şu tabirlere dikkatinizi çekelim:

“...İman-ı billah (Allah’a iman), Marifetullah (Allah’ı isim ve sıfatları ile bilmek), Muhabbetullah (Allah sevgisi) ve lezzet-i ruhaniye (ulvî duyguların lezzet alması)”

Zekâ gelişiminde bu dört süreci iyi takip edenler zekî insanlardır.

Dursun SİVRİ

15.09.2007


Ramazan’ı anlamak

Bugün Ramazan’ın üçüncü günü... Kimbilir kaç kişi bekledi yollarını, bilmem kaç kişi de gelişinle coşanları anlamaya çalıştı. En tuhafı da Ramazan’ı sultan kabul edip kalplerinde, ruhlarında yeterince hissedemeyenler olsa gerek...

Bir taklit; mânâsını, anlamını çözemeden, çözdüm zannederken sindiremeden gelip geçen günler olamazsın öyle değil mi Ramazan?

Seninle lâfzî mutluluklardan kalbî tebessümlere dönüşmeli değil mi oruçlu yüzler... Bu tebessümün hoş âhengi on bir ayı kaplamalı değil mi? Tâ ki bir daha sen gelene kadar...

Günün sonundaki ezan müjdecimiz olsun, Allah’ın Cennette vereceği ziyafetin müjdecisi... Hürmetle sevgiyle hayırlı iftarlar diliyor, açacağımız orucun günah kapılarımızı teker teker kapatmasını Sultanlar Sultanı’ndan niyaz ediyorum. Ramazan’ı anlamak, anlamlandırmak ümidiyle...

Hasan Hüseyin KEMAL

15.09.2007


Bir sırdaş: Kalem

“O, insana kalemle yazmayı öğretendir.”

(Alak Sûresi: 4)

Çok zaman fark etmiyoruz önemini… Hayatımızda fark edemediğimiz ne çok şey var; senin gibi fark edilemeyen. Seni, yazı yazmak için kullanılan âlet olarak tarif ediyorlar kısaca. Oysa, sen küçük bir âlet olmanla birlikte bir hayli önemli işler görüyorsun her zaman.

Bir nevî kalıcılığa hizmet ediyor, bir çok eseri fanilik içinde ebedîleştiriyorsun; nesiller boyu. Senin sayende buluyor; bir çok eser kıymetini.

Çünkü o yazılar içerisindeki duygu ve düşünceler, seninle kalıcı oluyor her zaman. Bir günde kim bilir kaç milyarlarca elle buluşuyor ve kaç trilyonlarca parmaklar arasında vazifeni yapıyorsun itaatlice.

Senin sayende söz uçmuyor, duygular, hüzünler, elemler, mutluluklar taşınıyor bugünden yarına... Geleceğe götürüyor, bırakıyor ve taşıyorsun hisleri. En derin hissedişlere sen şahit oluyorsun ilk önce. Hissedişler ve yürek çırpıntıları, gönül dağlarından taşarak seninle yazıya dökülüyor her seferinde.

En büyük buluşlara da sen şahit oluyorsun her zaman ilk önce. Ancak hiç müdahalen olmuyor; ne şöyle yap, ne şöyle düşün, ne şöyle yaz diye… En küçük bir tesirde bulunmuyorsun, sana dokunan parmakları harekete getiren akıllara.

En büyük eserler seninle hayat buluyor dünyamızda; ama sen her zaman mürekkebin yettiğince itaate devam ediyorsun. Yazar ve çizerlerin her zaman en yakınında bulunan, en büyük sırdaşısın aynı zamanda; hiçbir zaman vazgeçemedikleri.

Nadir NAZİK

15.09.2007


Abdullah İbn Mesud (? - 653)

Peygamber Efendimize (asm) iman edenlerin ilklerinden olup, Müslüman olan altıncı kişidir. Kâbe’de müşriklere karşı Kur’ân-ı Azimüşşanı aşikâr bir şekilde okuyan ilk Sahabedir. Suffe ehlinden olup, bizzat Peygamber Efendimizden (asm) çok sayıda hadis rivayet etmiştir. Cennetle müjdelenen Sahabelerdendir. Peygamber Efendimizin (asm) övgüsüne mazhar olmuş, “Abdullah bin Mesud’un tavsiyelerine sımsıkı sarılınız” mealindeki Peygamberî iltifata nail olmuştur. Medine’ye hicret ettikten sonra mescidin yanı başındaki bir eve yerleştirilmiş ve Resulullah’ın evine girip çıkmasına izin verilmiştir. Kendisine gösterilen yakınlık ve ilgiden dolayı yabancılar tarafından Ehl-i Beyt’ten biri sanılmıştır. Peygamber Efendimizin (asm) her halini kendine rehber edinmiş ve hayatında tatbik etmeye çalışmıştır. Bu itibarla Resulullah’a en çok benzeyen Sahabe olarak tasvir edilmiştir. Meşhur altı Abdullah’tan biri olarak da tarihe geçmiştir. Abdullah’ın ilk hayatı ve çocukluğu ile ilgili fazla bilgi yoktur. Kendisi ile ilgili bilgiler daha çok Müslüman oluşundan sonraki dönemle ilgilidir. Yoksul bir aileye mensup olup, ailenin geçimine katkıda bulunmak için çobanlık yapıyordu. Peygamber Efendimizle (asm) karşılaşması ve Müslüman oluşu da çobanlık yaptığı ve hayvanlarının başında bulunduğu sırada gerçekleşti. Risâle-i Nur’da ismi sıkça zikredilmekte ve rivayet ettiği hadislerden nakil yapılırken İslâmiyeti kabulü sırasında gerçekleşen mucizeye de kısaca değinilmektedir.

Abdullah, hayvanlarını otlattığı sırada yanına iki kişi geldi ve kendisinden süt istediler. Gelenleri tanımıyordu ve kimlerden olduklarını bilmiyordu. Bu iki şahıs Peygamber Efendimiz (asm) ve Hz. Ebûbekir (ra) idi. Abdullah, koyunların sahibi olmadığını, kendisine emanet olarak verildiğini, dolayısıyla kendilerine süt veremeyeceğini söyledi. Bu cevap üzerine, Peygamber Efendimiz kendisinden “kısır, sütsüz bir keçi” getirmesini istedi. O da kendilerine hiç süt vermeyen bir keçi getirdi. Resul-i Ekrem (asm) hayvanın memesini meshedip dua etti. Akabinde sağınca halis bir süt aldı ve içtiler. Abdullah, gözünün önünde gerçekleşen mucizeyi gördükten sonra iman etti ve Müslüman oldu. (Mektubat, s. 150.)

Abdullah, Peygamber Efendimize çok yakın bir insan olduğu için evlerine rahat bir şekilde gidip gelme izni verildi. Bu yakınlık, yabancıların onu Peygamber Efendimizin yakını ve Ehl-i Beyt’ten sanacak kadar ileri derecede idi. Peygamber Efendimiz zamanında yapılan bütün savaşlara katıldı. Bedir Savaşında önce keşif kolunda yer aldı. Savaş sırasında yaralı olarak bulduğu Ebu Cehil’i öldürdü. Ebu Cehil, Peygamber Efendimiz tarafından ümmetinin firavunu olarak vasıflandırılmıştı. Abdullah, Peygamber Efendimizin her halini kendi hayatına tatbik etmeye çalıştı. Özel hizmetinde bulundu. Ahlâk ve yaşayış bakımından Resulullaha en çok benzeyen Sahabe olarak kabul gördü. Bir taraftan Peygamber Efendimizin hizmetini yürütürken, diğer taraftan da henüz yeni iman etmiş olanlara İslâmiyeti öğretti. Kur’ân hafızlarının ileri gelenlerindendi. Sesi de çok güzeldi. Kur’ân-ı Kerim’i çok güzel okurdu. Bu özelliğinden dolayı Peygamber Efendimiz Kur’ân-ı Kerim’i ona okutur ve büyük bir zevkle dinlerdi. Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’in nazil olduğu ânın heyecanıyla okumak isteyenlere, Abdullah’ın kıraatıyla okumalarını tavsiye ederek büyük bir iltifatta bulundu.

Abdullah (ra), ilk Müslüman olanlardan olma şerefinin yanında, Cennetle müjdelenen Sahabeler arasında da yer aldı. Rivayet ettiği 848 hadisin büyük ekseriyetini bizzat Peygamber Efendimizden dinleyerek nakletti. Rivayetlerinde çok titiz davrandı. Risâle-i Nur’da nakledilen ve ismi sıkça zikredilen hadis ravilerinden birisidir. Özellikle Peygamber Efendimizin mucizelerine şahit olması ve bunları nakletmesiyle büyük bir hizmete vesile oldu. Abdullah’ın (ra) en büyük hizmetlerinden biri de tefsir alanı ile ilgilidir.

Abdullah bin Mesud, bir seferinde çevresindekilere, “Sakın İmme’a olmayınız!” tavsiyesinde bulundu. “İmme’a, ‘Benim şahsi görüşüm yoktur. İnsanlar ne yaparsa ben de öyle yaparım. Müslüman olurlarsa, Müslüman; kâfir olurlarsa kâfir olurum’ diyen kişidir,” şeklinde açıklamada bulundu. “Bütün insanlar küfre dönse bile siz İslâmiyetten şaşmayınız” ifadelerini sözlerine ekledi.

15.09.2007


Allah ve Resûlü ne dedi?

* Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

“Oruç günleri sayılıdır. Sizden biri hasta yahut yolcu olursa, tutamadığı günler kadar başka günlerde oruç tutar. Düşkünlüğünden yahut iyileşme ümidi olmayan bir hastalıktan dolayı oruca dayanamayanlar için ise, bir fakiri doyuracak kadar fidye gerekir. Her kim kendiliğinden bir iyilik yapar da fazlasını verirse, onun için daha hayırlıdır. Eğer bilseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.”

(Bakara Sûresi: 184)

* Resul-i Ekrem (asm) şöyle buyurdu:

“Ramazan ayı geldiği zaman, Allahü Teâlâ meleklere, mü’minler için istiğfar etmelerini emreder.”

Derleyen: Erhan AKKAYA

15.09.2007


Çocuklar, mutlu yaşamanın sırlarını öğretiyor

Çocuklarımıza hayatı biz yetişkinlerin öğrettiğini düşünürüz. Ama bizlerin de çocuklarımızdan öğrendiğimiz pek çok şey olduğunu biliyor muydunuz?

Onlar bizim başlangıçtaki, yani yolun başındaki halimiz, bizim kadar tecrübeli olmayabilirler, ama hayatı bizden daha iyi ve daha kaliteli yaşadıkları kesin. Onlar her ânı, geçmiş ve geleceğin sıkıntılarından uzak, doyasıya yaşıyorlar. Mutlulukları bizim gibi şartlara bağlı değil, mutlu olmak için sebep aramıyorlar.

Çocuklar nasıl bu kadar mutlu olabiliyorlar? Bildikleri ya da bilmeden yaşadıkları mutluluğun formülü ne olabilir?

Belki de bu sırlardan ilki, çocukların sebepsiz yere mutlu olmalarıdır. Onların mutlu olmaları için kocaman değişiklikler olmasına gerek yoktur; bir kelebeğin uçuşu, bir kedinin miyavlaması bile onları çılgınca mutlu eder. Onlar hayatı ertelemeden, mutluluğu bekletmeden yaşarlar. Eğer yürüyebiliyorlarsa ve koşabiliyorlarsa, bu bile onlar için yeterli bir sebeptir. Kendi kendini mutlu edebilme yeteneğini çocuklarımızı taklit ederek ve onları dikkatli bir şekilde gözlemleyerek öğrenebiliriz. Onlar bizi model alarak büyüyorlar, biz ise onları taklit ederek içimizdeki çocuğun keyifli neşesini yakalayabiliriz.

İkinci sır, sürekli meşguliyet içinde olmaları olabilir. Onlar için hayat uyandıkları anda başlar, yani gözlerini açtıkları an. Yatakta oyalanmak ve vakit geçirmek, onlar için zaman kaybından başka bir şey değildir. Boş durmayı sevmezler, sürekli yaptıkları hareket onlara yaşadıklarını hissettirir. Harcadıkları enerjiyle birlikte bütün olumsuzlukları da dışarıya akıtırlar. Harcanmayan enerji nörotik kişiliklerin oluşumuna zemin hazırlar. Bu yüzden sürekli engellenen, hareketleri kısıtlanan çocuklar daha agresif ve daha problemli kişilikler geliştirirler.

Meşgul olmak, yetişkinler için de çoğu zaman psikolojik bir tedavi metodudur. Üreten ve sevebilen insan mutlu insandır. İnsan bir şeylerle meşgul olurken, sorunlarının girdabından uzaklaşır. Onların karanlığından üretirken uzaklaşır ve kendine bir ışık, bir çıkış yolu bulur. Hayatı keşfeden, onu hayretle seyreden aslında onda üretebilecek bir şeyler bulabilendir. Yaparken mutlu olan, mutlu olduğunu da yapmaya devam eder. Aynı çocukların sürekli, hiç bıkmadan oynadıkları oyunlar gibi…

Üçüncü sır ise, istedikleri konusunda ısrarcı olmalarıdır. Ne istedikleri ya da neyi istemedikleri konusunda çocuklardan daha kararlı olan var mıdır? Çocuklar duâlarında ısrarcıdırlar. Bazen abartsalar da, taleplerini uykuları bile unutturamaz.

Bu asrın insanı için, asıl sorun da bu değil mi? Ne istediğini bilememek.

Ne istediğini bilememek ve duâsında ısrarcı olamamak.

Çocuklar bu işin sırrını çözmüş gibiler. Çocuk eğitimi ile ilgili bilgileri tarafların yerlerini değiştirerek tekrar planlarsak, biz yetişkinlerin onları model alarak öğreneceği çok şey var. En azından kaliteli bir hayat için...

Psikolog Banu YAŞAR

15.09.2007


İftar Sofrası

Güllaç

Malzemeler:

* 10-11 güllaç yufkası * 2,5 lt süt * 750 g toz şeker * 1 paket şekerli vanilin * nar taneleri * dövülmüş ceviz veya antep fıstığı

Hazırlanması:

1. Süt ve şekeri kaynatın. Vanilini ekleyip ılıtın. Bir güllaç yaprağını parlak kısmı yukarı gelecek şekilde tepsiye serin. Üzerine bir kepçe ılınmış sütten gezdirin. Diğer yaprağı bunun üzerine koyup tekrar süt gezdirin. Bu işlemi tüm yapraklar bitene kadar tekrarlayın. Kalan sütü en üstteki yaprağın üzerine dökün. (Süt fazla gelir diye merak etmeyin, yapraklar çok fazla süt çekiyor) tepsiyi buzdolabında 1,5 saat bekletin.

2. Servisten önce üzerini nar taneleri ve dövülmüş ceviz (veya antepfıstığı) ile süsleyin.

Not:

Güllaç ince olsun isterseniz, daha geniş bir tepsi kullanın. Ayrıca yaprakların arasına nar veya ceviz koyarsanız güllacınız koyu renkli olacaktır.

Sudenaz SERDAR

15.09.2007


RAMAZAN TAKVİMİ

Ramazan'ın üçüdür

Şeâirdir, ölçüdür

Bil nimeti Rabbin'den

Oruç çok hikmetlidir.

NURSEVEN

15.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri