|
|
|
Gül askerlerle anlaştı mı? |
27 Nisan muhtırasını internette yayınlanmadan bir saat önce üst düzey bir komutanın telefonuyla haber alan ve Türkiye’ye duyuran gazeteci Metehan Demir, Neşe Düzel’in sorularını yanıtlarken şöyle diyor:
27 Nisan muhtırasını internette yayınlanmadan bir saat önce üst düzey bir komutanın kendisine telefon etmesiyle haber alan ve muhtırayı Türkiye’ye duyuran gazeteci Metehan Demir, Neşe Düzel’in sorularını yanıtlarken şöyle diyor:
‘Tahminime göre, Abdullah Gül’le askerler bu işi oturup konuştular.
Çünkü sorun karşılıklı konuşmamaktan çıkıyor.
Hep Başbakan Erdoğan’la Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın İstanbul’da Dolmabahçe’de buluşup ne konuştukları merak ediliyor ya...
Bence Ankara’da da yakın zamanda Gül’le askerler arasında gizli zirveler gerçekleşti. Askerlerle siviller arasında diyalogun açılması ve daha sağduyulu hareket edilmesi adına Gül’le askerler arasında önemli konuşmalar yapıldı.
Yani bu ülkenin yakın zamanda başka Dolmabahçe’leri de oldu.
Oturup konuştular ve bazı krizler olsa da, beraber yaşayabilme üzerinde anlaştılar.Yani, ‘Sen benim bazı tavırlarıma müsaade et, ben de senin bazı tavırlarına müsaade edeyim’ şeklinde anlaştılar.
Ama asker türbanda geri adım atmayacak. Yaşar Paşa devletin işlerinin yürümesi için Gül’le rutin trafiğini sürdürecek ama bazı davetlere de gitmeyecek, türbanla ilgili duruşunu sergileyecek.’
***
Metehan Demir, bu anlaşmanın ‘Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ konusunda somutlaşacağı kanaatinde.
Okuyalım:
‘Bu arada Gül’ün atayacağı Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri’ne de dikkat etmek lazım. Gül, cumhurbaşkanı olarak çok şaşırtacak bizi.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği önemlidir. Bu kişi AKP’li olmayacak.
Gül’ün kafasında askeri çevreden birini atamak bile var.
Yakınlarından biliyorum, çok iyi bir ismi ataması söz konusu.
Ankara’nın, askerin kabullendiği, ayakta alkışlayacağı bir markayı getirecek oraya. Böylece Gül askere, ‘Sizinle işbirliği içinde çalışmak istiyorum’ mesajını verecek.’
***
İyi, hoş...
Denge...
Uzlaşma...
Tabii ki bunlar gerekli.
Ama sınırı ne?
Türkiye’nin iç dengeleri...
Cumhurbaşkanlığı konusundaki muhtemel gelişmeler...
Yurt dışından da izlenmekte.
Nitekim dün Yasemin Çongar da, ABD’den yazdığı ‘Kucaklamanın da bir sınırı var’ başlıklı yazısında dolaylı olarak sanki bu konuya değinmekteydi:
‘Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı da, toplumun tercihinin devletçi çizgiye galebe çalmasının sonucu.
Toplumun içinden, devletçi zihniyetin dışından birisi devletin tepesine çıkıyor; başlı başına bir dönüşüm bu.
Bir yandan, Gül’ün toplumun tümünü kucaklayacağını söylemesi olumlu.
Bir yandan da, Financial Times’ın 15 Ağustos tarihli başyazısındaki şu uyarı önemli:
‘Sayın Gül, tabii ki, Türklerin tümünü temsil etme vaadini yerine getirmeli. Ancak dengecilikte aşırıya da kaçmamalı. Onun görevi dünyaya açılan bir Türkiye’yi temsil etmek ve hepsinin üstünde de, AB ile üyelik müzakerelerini azimle kovalamaktır.’
Ben, Gül’ün ‘kucaklayıcı’ olacağına, Çankaya üzerinden gerilim yaratmak isteyenlerin işini zorlaştıracağına inanıyorum.
Ama Financial Times’ın dediği gibi, dengeciliğin de bir sınırı olmalı.
Demokrasi karşıtlarına teslim olup 2005’teki gibi durmak, Türkiye’yi tökezletiyor.
AB sürecine asılacak bir hükümet ile bu sürece destek veren bir cumhurbaşkanı, demokrasinin önünün açılması için fırsat.
Bu fırsata sahip çıkalım.’
***
Dengeciliğin sınırı ne?
Galiba kestirmeden söylersek AB standartlarını vesayetçilere kurban etmemek.
Umarız ‘Dolmabahçe’ler’ Avrupa’nın yolunu kesecek ‘uzlaşmalar’ getirmez.
Bekleyelim, görelim...
Star, 21.8.2007
|
Mehmet ALTAN
22.08.2007
|
|
|
Akıl vermek gibi olmasın ama Hayrünnisa Hanım... |
Hayrünnisa Hanım’ın Köşk’e çıkması kesinleşince, önceden hep bir ağızdan “Türbanlı olmaz” korosu, şimdilerde Hayrünnisa Hanım’ın başörtüsünün şeklinde değişiklik yapmasını, bunu da uluslararası modacılara yaptırmasını telkin ediyorlar!
Hayrünnisa Hanım’ın örtüsünün şeklini kendilerine göre yeniden belirlemeye çalışıyorlar. Modacılar harekete geçmiş de, Atıl Kurtoğlu Hayrünnisa Hanım’ın kafasına yeni bir düzen getirecekmiş de... Falan filan...
Bunları söyleyip yazıp çizenler gerçekten fetbaz bir topluluk... Şimdi, Gül Ailesi, bunu kabul edecek mi, etmeyecek mi onu bilmiyorum. Fakat şu gerçeği dile getirmek bizim görevimiz: “Eğer Gül Ailesi Köşk için H a y r ü n n i s a Gül’ün başını örtme şekline bu tarz bir müdahaleyi kabul ederlerse büyük yanlış yapmış olurlar.” Böyle bir müdahalenin ne anlama geleceğini herkesten çok kendileri daha iyi bilir.
Hayrünnisa Hamın’ın başörtüsünü öne sürenlerin derdi onun başörtüsü ile ilgili değil zaten. Onun başının içi ile ilgili. Şöyle tersinden düşünelim. Ahmet Necdet Sezer’in eşinin başı açık olsa ne olur kapalı olsa ne olur. Hiç fark eder mi? Etmez!
O halde Hayrünnisa Hanım’ın başını açtırsalar, bunlar artık tamam tehlike bitti, Köşk kurtuldu, rejim kurtuldu mu diyecekler? Demeyecekler!
Hayrünnisa Hanım, başını mesela Benazir Butto gibi örtmeye başlasa, rejimin nesi kurtulur? Şunu söylemek istiyorum: Hayrünnisa Hanım’ın başını örtüş şeklini kocası cumhurbaşkanı oldu diye birtakım sulandırmalara gidilirse bu AK Parti’ye oy veren kesimleri küstürür.
Bugün, 21.8.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
22.08.2007
|
|
|
Sezer’i sevdiniz mi? |
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Ankara’daki dairesini kiraya verecek. Eve müşteri bulacak olan emlakçı, “ Türbanlıya vermeyeceğiz “ diyor.
Mal yani daire, ev sahibinin. İstediğine kiraya verir, istemediğine vermez. Ancak diğerlerinin yanı sıra böyle bir ölçüt daha konulduğuna ve apaçık söylendiğine göre, biz de birkaç kelime edebiliriz.
Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanı Sezer “ kamusal alan “ kavramını ortaya atarak, daha doğrusu siyaset biliminin bu kavramını kendince tanımlayarak, mesela eşi türbanlı olan milletvekillerini Köşk’e ‘ damsız’ olarak çağırdı.
Niye? Çünkü türban ‘kamusal alana’ giremezmiş.
Sezer 2000 yılının Mayıs ayında Cumhurbaşkanı seçilmişti. O tarihten 2002’ye kadar eşi türbanlı olan milletvekilleri Köşk’teki resepsiyonlara karılarıyla birlikte katılmışlardı.
Ama Kasım 2002’de seçimleri AKP kazanınca tavrını değiştirdi. ‘Kamusal alan’ kavramını ortaya attı. Ardından da yukarıda sözünü ettiğim uygulamaya başladı.
Özetle: ‘Kamusal alan’ Sezer’in baştan beri savunduğu değil, değişen şartlara göre, davranışlarını meşru kılmak amacıyla sonradan ortaya attığı bir kavramdı.
Aynı Sezer, kamusal alan kavramını konuşmalarında kullanırken, inançların (yani dinin) ‘ özel alana’ ait olduğunu da ifade ediyordu. Özetle, “ Özel alanınızda ne giyerseniz giyin ama kamusal alanda başınızı örtmeyin “ diyordu.
Sezer’in kurduğu ve uyguladığı bu sistemin çelişkili, hatta saçma olduğunu defalarca yazdım:
‘Kamusal alan’ derken ‘ mülki’ alanı, yani ‘devlet’ alanını mı kastediyordu? Eğer işaret ettiği mülki alansa, o zaman türban takmak, mesela özel üniversitelerde niye yasaktı? Buna karşılık devlet hastanesine başvurmuş bir türbanlı nasıl oluyordu da tedavi edilebiliyordu?
Yoksa Sezer, ‘kamusal alan’ derken özel alan ‘ haricindeki’ tüm alanı mı kastediyordu? Eğer öyleyse, mesela camilerin konumu neydi? Özel alan olmadığı apaçık olan camiler, nasıl oluyordu da kamusal alanda ‘faaliyet’ gösteriyordu?
Dedim ya... Sezer’in kullandığı kamusal alan kavramının iler tutar bir yanı yoktu. Sadece Cumhurbaşkanlığı makamının saygınlığına dayanarak bunu dayatıyordu.
Şimdi, bu ev kiralama vesilesiyle, şunu da görüyoruz: Aslında Sezer, türbana özel alanda da karşıymış. Yani “ dini ve vicdani tercihler, özel alana aittir “ diye konuşurken doğruyu söylemiyormuş.
(...)
Hani poposunu kaşıyan cinsten bazı köşe yazarları “ Abdullah Gül benim cumhurbaşkanım olmayacak “ diyor ya...
Ne yalan söyleyeyim Sezer de ‘benim’ cumhurbaşkanım olmadı. Bir yerde görsem, konuşsam; saygıda, nezakette kusur etmezdim elbette. Ama o saygı ‘ kişiye’ değil, ‘ makama’ gösterilen saygı olurdu.
‘Sevgi’ derseniz.
O hiç yok. Hiç de olmadı.
Halkına karşı sevgi, ilgi, anlayış göstermediğini düşündüğüm bir insanı nasıl seveyim?
Sabah, 21.8.2007
|
Emre AKÖZ
22.08.2007
|
|
|
Allah mahcup etmesin |
Ben sayın Gül’ün Bilkent Üniversitesi’nden mezun olan kızının mezuniyet töreninde türbanla diploma alması sahnesini, o okullara giremeyen kızlar açısından çok incitici bulduğumu yazdım. Kıyamet koptu, olay, aile saadetini bozmak gibi dillendi. Benim incitici bulduğum, babası bakan olmayanın o muameleyi görmeyeceği bir ortamda gönül rahatlığı ile o tablonun içinde yer almaktı.
Şimdi isterseniz, konuyu biraz daha açayım. Diplomayı veren eski YÖK Başkanı Prof. İhsan Doğramacı, bu yıl TBMM Onur Ödülü’ne layık görüldü. Doğramacı, rektörlüğü döneminde, başörtüsü yasağını sıkı uygulayan biriydi, yüzlerce öğrencinin mağduriyetine razı olmuş dahası bir sürü soruşturma açmış birisi. Hadi o bu ülkenin yasalarını uygulamak durumunda olan biri, zamanında yasayı uygulamıştı, peki bu konumdan pek de rahatsız olmayan, bu yönde açıklama ve girişimi olmayan birine onur ödülü vermek, onun elinden türbanlı kızına diploma verilmesine burulmak yerine, memnuniyet tablosu sergilemek nasıl bir anlayıştır? Dahası bildiğim kadarıyla, ödül için Doğramacı ismini tavsiye eden sayın Gül’ün kendisi. Velev ki, o değil başkası tavsiye etmiş olsun, tüm bu tabloda çok rahatsız edici bir şeyler yok mu? Bu mu, demokrasi, hak, hukuk mücadelesi dediğiniz şey?
Bu ise, siz yolunuza ben yoluma, herkes kendi doğru bildiği, içine sindirdiği yoldan gitsin. Hayırlısı olsun ve de Allah mahcup etmesin. Ben, Gül’ün cumhurbaşkanlığının başörtüsü de dahil olmak üzere demokratikleşme açısından yol açıcı değil, engelleyici olacağını düşünenlerdenim. Bu açıdan bugünün demokratlarının mahcup olacağından kaygılanıyorum, umarım öyle olmaz, o durumda, bu ülkede yaşayan hepimiz kârlı çıkarız.
Radikal, 21.8.2007
|
Nuray MERT
22.08.2007
|
|
|
Yanlış referans |
Avrupa mekteplerinde okumuş aristokratik Osmanlı Kızı Latife Hanım, evlenmeden önce başını örtmüyordu. Evlenince, başını örttü, büyük bir ihtimalle Gazi’nin isteğiyle... Gazi tabii tesettüre inanmıyordu ama Türkiye’de o günkü ortam “Gazi’nin eşi”nin öyle olmasını gerektiriyordu.
Hatta Gazi’nin kendisi, mesela, Mart 1923’te Konya Kızılay Kadınlar Şubesi’nde konuşurken “dinimizin emrettiği tesettürün hem hayata hem fazilete uygun” olduğunu söylüyor, çarşafı da, fazla serbest kadın kıyafetlerini de eleştiriyordu. İyi örnek, Latife idi; çarşaf yok, peçe yok, yüzü açık, başı kapalı ama kaç göç yapmayan, topluma katılan, erkekle eşit kadın...
Zaten meselenin asıl modern tarafı, kaç göçün kalkması, kadının erkekle eşitlik bilincine ulaşması ve toplumsal hayata katılmasıdır...
Şapka devrimi yapıldığında Gazi de kalpağını çıkarıp şapka giyecekti ama Latife Hanım’la boşanmışlardı. Latife Hanım artık kendi hayatında başı açık yaşayacaktı.
Kemalist devrimin kadın kıyafeti hakkında özlemleri vardır ama hiçbir yasak koymamıştır. Genel Batılılaşma sürecinde yüksek sınıflara mensup kadınların başları açıktı.
Tarihi gerçek budur.
Atatürk’ün eşinin ya da annesinin kıyafetine “referans” yaparak bugün başörtüsünü savunmak ya da başı örtmeyi kötülemek yanlıştır! Başbakan böyle konuşmakla yanlış yapmış, yanlış “referans” seçmiştir. Kemalizmin idealindeki kadının başı açıktır; bu bir gerçektir. Bu gerçeğe “referans” yaparak başörtüsünü veya türbanı aşağılamak, yasaklamak da yanlıştır.
Referansların çağımıza ait olması lazımdır.
Çağımızda kıyafet tamamen kişisel özgürlükle ilgilidir. Bu özgürlüğün “referans”ı çağdaş insan haklarıdır, 1920’lerde “hürriyet-i şahsiye” denilen kişisel özgürlükler anlayışıdır.
“Atatürk’e referans” konusunda iki yaygın sorunumuz var: Biri Atatürk’ün hangi dönemde neyi yaptığına bakmamaktır, onun ‘tarihselliğini’ göz ardı ederek böylece sosyalist, liberal, otoriter, doğucu, batıcı türlü çeşitli Atatürk’ler yaratmaktır.
Öbür yanlış, Atatürk’e referansta bulununca bunun hukukun yerine geçeceğine, hatta hukuktan da üstün bir norm oluşturacağına inanmaktır!
“Özelleştirme Atatürkçü ekonomiye aykırıdır” diyen yargı metinleri gibi!
‘Kurucu karizma’yı hâlâ hukukun üstünde tutan böyle anlayışlarla hukuk devleti olunamaz!
Milliyet, 21.8.2007
|
Taha AKYOL
22.08.2007
|
|
|
Erdoğan’ın Latife Hanım gafı |
Anlaşılan o ki birileri Başbakan’a yeterli bilgi desteğini sağlamıyor, o da zaman zaman heyecanlı çıkışlarla yanılabiliyor. Galiba danışmanları ona yeterli servisi veremiyor. Yoksa geçen hafta çok tartışılan “Latife Hanım” gafı kolay kolay yapılır mıydı?
(...)
Başbakan’ın kritik açıklamalarında altyapısal bilgisini sağlaması gereken danışmanlarının onu böyle bir hataya düşürmesini anlamak güç. Türkiye’yi yöneten kadronun Latife Hanım’ın ailesinden bihaber oluşu da ilginç...
Kısaca özetlemek gerekirse, İzmir’in önemli ailelerinden Uşakizadeler’in kızı Latife. Zaten o dönemin İzmir’i azınlıkların, Levantenler’in yaşadığı, Türkler’inse son derece modern olduğu bir kent. Uşakizadeler de Türk aristokrasisinin temel taşlarından. Batılı yaşam tarzını benimsemişler.
Zaten pek çok mensubu da yurtdışında eğitim görmüş. Tıpkı Latife Hanım gibi. Londra ve Paris’te okuyan Latife Hanım’ın o yıllardaki pasaport fotoğraflarında başı hep açık. İzmir’deki hayatında sokağa çıktığında başına bir örtü geçiriyordu ama bu bir zorlamadan değil, o zamanki gelenek-göreneklerden kaynaklanıyordu. Nitekim kıyafet devrimlerinden sonra örtüyü tamamen attı.
Ta ki Mustafa Kemal’le evlenip, devlet görevi gereği örtünene kadar. Ancak Latife Hanım’ın asla türban ya da peçe takmadığını da eklemek gerekiyor. Dönemin şartlarına göre değerlendirmek en doğrusu Latife Hanım’ın örtünmesini.
Akşam, 21.8.2007
|
Oray EĞİN
22.08.2007
|
|
|
|