|
|
|
Genelkurmayologlar |
Çok genç olmayanlar hatırlayacaklardır, eskiden Amerika’da “Kremlinolog” tabir edilen uzmanlar vardı...
Bunlar genellikle Harvard mezunu, bülbül gibi Rusça bilen ve “derin Amerikan devletiyle” de gereğinden fazla içli dışlı genç adamlardı, şimdi hepsi tohuma kaçmıştır... Kimilerine gazeteci kılıfı da uydurulurdu.
Sovyet yayınlarını izleyip Pravda’dan, İzvestia’dan analiz manaliz de yaparlardı ama, asıl işlerinden biri de çeşitli törenlerde, özellikle Ekim Devrimi’nin yıldönümü kutlamalarında Kızıl Meydan’da Kremlin Sarayı’nın balkonuna çıkan (hani şu Lenin mozolesinin üst kat taraçası) Politbüro üyelerine bakıp ahkâm kesmekti...
Brejnev’in yüzü mü asık? Kosigin sırıtıyor mu? Suslov birinci sekretere iki metre mi uzakta duruyor üç metre mi? Haydar Aliyev geçen seneye oranla kaçıncı sıradan kaçıncı sıraya yerleşmiş? Bayan Furtseva’nın kalçasına şaplak atan kimse var mı?
Daha önceleri de tabii, Mikoyan Bulganin’e yan mı bakıyor, Malenkov Kaganoviç’le enseye tokat mı, Kirilenko Kalinin’le ne fısıldaşıyor, falan...
Bu göstergelerden, Sovyetler Birliği’nin üst yönetiminde olup biten gelişmeler hakkında sonuçlar çıkarırlar, tahminler yürütürler, yorumlar yaparlardı.
Çünkü başka türlü bilgi alınamıyordu, orada herşey kaplı kapılar ardında “saray entrikası” yöntemiyle gelişiyordu...
Bizde de bu Kremlinologlar’a benzer bokyedibaşılar türedi.
Bizimkiler özellikle basında... Koskoca Milli İstihbarat Teşkilatı’nın bu tür zevzekliklere tevessül edeceğini hiç sanmam.
Bizimkiler de Genelkurmay davetlerine ve basın toplantılarına bakıp ötüyorlar.
Paşa falanca soruya cevap verirken bakışlarını nereye yöneltmiş?... Filanca gazeteciye “evet sizi dinliyorum” demiş de, berikine “buyurun Emin Bey” şeklinde fevkalade iltifat etmiş... Ne demek istemiş?
Şimdi de gözler 30 Ağustos resepsiyonuna çevrilmiş... Bizim Genelkurmayologlar öyle diyorlar...
Kimsenin göz çevirdiği falan yok, gazetelerin Ankara bürolarında birkaç işgüzardan başka, ama olsun...
Bu yıl resepsiyon, Gazi Orduevi yerine Kara Kuvvetleri Karargâhı’nın bahçesinde verilecekmiş... Bak sen! Acaba bunun ne anlamı varmış?
Çünkü birinde “kameriye” kuruluyor (askerler kameriye severler) ve cumhurbaşkanıyla birlikte ayaküstü de olsa memleket meseleleri tartışılıyormuş, ötekinde kameriye yokmuş, böylece o gün cumhurbaşkanı seçilmiş olacak Abdullah Gül’le hiçbir şey konuşulmayarak anlamlı bir tavır takınılacakmış...
Yok canım, aslında orduevinin bahçesi yetersiz kalıyormuş da, o bakımdan değiştirilmiş yani... Bu da bir yorummuş...
Peki hipodrom törenlerine başı bağlı Hayrünnisa Hanım’ı sokabilecek miymiş, yoksa First Lady’yi kapıdan çevirecekler miymiş?
Son günlerin moda deyimiyle, vay vay vay!
Ortalığı karıştırmaya ve germeye yönelik, değerli komutanlarımızı da karanlık ruhlu Sovyet yöneticileri düzeyine düşürmeye kalkan, bürokrat olmayan hiçkimseyi de ilgilendirmeyen bu tür “Ankara gazeteciliği” çabalarını, bu gülünç gayretkeşliği kınıyorum.
Hep Basın Konseyi mi kınayacak, azıcık da biz kınayalım.
Akşam, 19.8.2007
|
Engin ARDIÇ
20.08.2007
|
|
|
Kemalizm savunmada |
Sezer cumhurbaşkanlığı yaptığı sürece, kaynağını Kemalizm’den alan bazı ilkeleri ‘dinci’ AKP hükümetine karşı korudu. Benim çıkış noktam da şu çerçevede bu yani bu ‘koruma’ tavrı.
Bugünün Kemalizm’inin bu kolunda ağır basan ruh hali, bu ‘savunmacı’ duruş. Dünya hakkında yeni bir şey söyleme çabası yok; tersine söylememe ve söylenirse bunu susturma eğilimi ağır basıyor. Dolayısıyla bu ‘savunma’ tavrı hemen bir ‘statükoculuk’ kılığına bürünüyor. Böyle olunca, Kemalizm’in dışında duranlar için dahi ‘referans noktası’ oraya kayıyor ve biz bir cumhurbaşkanının karısının başını örtmesi veya örtmemesinin ne anlama geleceğini, şu yaşadığımız dünyanın sosyolojik olguları, dinamikleri çerçevesinde ele alamıyoruz; benzer yapılanmaların nerede ne sonuç verdiğini somut örnekler ışığında tartışmaya hiç yönelmiyoruz. Latife Hanım’ın başına ne bağladığı gibi absürd bir sorunsal merkezinde tartışmayı tercih ediyoruz. Bu da, ta başından belli olduğu gibi, bizi bir yere götürmüyor. Kapalı ideolojik dünyamızda, önceden benimsediğimiz değerler çerçevesinde, zaten aldığımız tavrın takviyesine yarıyor bütün bu ‘tartışma’.
12 Eylül’le başlayan 80’ler dönemini, özellikle darbe yıllarını, Türkiye’de ‘Kemalizm’in restorasyonu’ olarak yorumlayabiliriz. ‘Restorasyon’ adlandırması doğruysa, demek ki zaten ortada bir erozyon, bir aşınma vardı ki, onu ‘restore etme’ ihtiyacı doğmuştu.
Bu kelimeler hep yanıltıcı. ‘Restorasyon’ denince, eskiden olanın yeniden hayata kavuşturulmasını anlarız. Oysa bu hiçbir zaman mümkün değildir. Kenan Evren’in Atatürkçülük restorasyonu, Saadettin Tantan’ın ‘Zeyrek evleri’ restorasyonundan daha ‘otantik’ sonuçlar vermedi. Ortaya 80’lerin muhafazakâr-statükocu zihniyetinin duyduğu ihtiyaçların dikte ettiği bir ‘Kemalizm restorasyonu’ çıktı: zorlama, yapay, arkaik. Her yere asılan ‘Atatürk 100 Yaşında’ yazılarının pleksiglas malzemesinin ‘modern’liği ve böyle bir ‘estetik’ anlayışın çaresiz, acıklı çağdışılığı, bir arada.
Tabii en temel olay, Türkiye’yi dünya ile buluşturma projesi demek olan Kemalizm’in, bu dönemde, Türkiye’yi özellikle ileri dünyadan ayrıştırma ideolojisine dönüşmüş olmasıydı. Bunu, Kemalizm’e, Kemalistler yaptı.
Radikal, 19.8.2007
|
Murat BELGE
20.08.2007
|
|
|
Örtünme karşısında kadınların bin bir yüzü |
Kız evladı için “başörtüsünü çıkarmaması kaydıyla okula yollarım” diyen babaları işitip, “başörtüsüyle gideceğine hiç okula gitmesin” diyerek kızları eve hapsetmekle sorunu çözmeye kalkan kadınlar var bu ülkede.
Onlardan bazılarının ise “haydi kızlar okula” kampanyasına destek vermiş oldukları bir vakıa. Tıpkı başörtüsüne sığınarak büyük bir ‘kurnazlık’la neredeyse tüm ‘kamusal iyiniyet’i suiistimal eden şu kadınlar gibi:
Başörtüsü karşıtlarının en gür haykırdığı büyük şehirlerimizden birinde, geç vakit evlerine arabasıyla dönen kadınlar arasında bir eğilim giderek yaygınlaşmaktaymış. Polise yakalanıp alkol kontrolünde ehliyetlerini teslim etmek zorunda kalmasınlar diye, eve dönerken başlarını örtüyorlarmış. Rejimi tehdit ediyorlar diye karşı çıktıkları kadınlar gibi, örtülerini tek bir saç teli görünmeyecek biçimde bağlayarak.
Gelenekle, toplumsal önkabullerle alay etmeleri bir yana, örtünen kadının alkol almayacağına güvenen, böyle görmüş öğrenmiş polis memurlarını etik dışı bir biçimde kandırmayı kendilerine nasıl yakıştırıyorlar, anlamak zor. Polis memurlarını örtünerek kandıran kadınlar arasında yaşam tarzının tehdit altında olduğuna inananlar ve türbanlıları irticacı hatta neredeyse terörist ilan edenler çoğunlukta mıdır, bunu da kesin olarak tespit etmek zor.
Ama ülkemizde alkol yüzünden birbirinden vahim ve ölümcül kazaların vukuu bulması karşısında türbanı kendi suçlarına paravan edip alkolle araba kullanmaya devam edenlerin yüzünün kızarmadığı apaçık. Ne tür kaza ve ölümlere sebebiyet verebileceklerinden hiç çekinmemeleri ise dehşet verici değil mi?
‘İrtica tehdidi’ne karşı aynı şehirde gösteri yapan kimi mitingci kadınların ise onların türban karşısındaki peşin hükümlerini eleştiren bir kadın köşeyazarına (tam da şahsi hakaret bağlamında) şöyle yüklendiklerini okudum geçtiğimiz günlerde: “Vatan sevgisinden uzak, kadınsal kıskançlıklarını aşamamış, yazarlığın yanından geçmemiş, güzel kadın gördükçe tırnaklarını kemiren, konu sıkıntısı çeken biri olmalısınız... Ben böylesi bir kadın düşmanı görmedim. Okumuş fakat gelişmemişsiniz...”
Mağazada karşılaştıkları başörtülülere (bu modern tüketim mekânlarında ne işleri olabilir diye hesap sorarcasına) saldırgan bir üslupla laf atan, bindikleri asansörde bayrak açarak (!) onları tehdit eden kimi kadınlar dünyaya dokunmakta, bugünün ruhuna nüfuz etmekte, evrensel kavramların hakikatine kendi mecazlarını katmada yetersiz kaldılar. Çoğu ne Dostoyevski’den zevk aldı örneğin, ne hamur açmayı kendine yakıştırdı. Meselelerin izini sürmek, tarihin ve siyasetin görünmez bağlantılarına odaklanarak olan bitenin öte tarafını anlamaya çalışmak gibi zihinsel çabalara girmektense, en acımasız slogan ve klişelerle ‘tank kardeşliği’ yaptılar.
Ülkemizin taşralarında son beş yıldır hayat nasıl dönüşmüştür, neye benzemektedir, bakmaya gerek duymadılar. Başörtüsünü siyasi simgeye, gericiliğe, sınıfsallığa, töreye ve tarihselliğe indirgemek için tüm enerjilerini tüketip durdular. Bir kez olsun örtünmenin metafizik boyutunu ve bunun beşeri hayattaki tezahürünü görmeye çalışmadılar. Her şeyin en doğrusunu zaten onlar biliyordu.
Yine de saygın olmak, herkes tarafından bugünün yegâne güçlü kadınları olarak kabul görmek, hiç susmaksızın konuşmak istiyorlar. Ve yüksek sesle: Hep haklı olmak. Haklı olmanın hudutlarını ise hiç umursamıyorlar.
Beni bir o kadar inciten başkaları da var: Bugüne dek başörtüsü yasaklarına karşı çıkanların ‘Çankaya’daki eş’ söz konusu olduğunda, meseleyi bambaşka bir boyuta saptırmaları. Ve argümanlarını türban gerçeği üzerinden değil, mevkii ve iktidar sembolleri üzerinden kurmaya çalışmaları. Bu kişilerin başörtüsü yasağının acıtıcı sonuçlarını çözmeyi değil, iktidara gelenlerin mevkilerini nasıl dolduracağını dert ettiklerini görmek, memurları örtünerek kandıran kadınları görmek kadar incitici oldu benim için.
Zaman, 19.8.2007
|
Leyla İPEKÇİ
20.08.2007
|
|
|
Deprem tam bir “titre ve kendine gel” hadisesi... |
Depremi yaşayan herkes benzeri duygular içinde oluyor. Bütün ülkenin neredeyse kimyası değişiyor. Bir büyük psikolog toptan bu coğrafyada yaşayan insanların ruhlarına psikolojilerine hükmediyor.
Onları aşırılıklardan uzaklaşmaya yönlendiriyor ve Allah’ın rahmeti olmadığı takdirde yeryüzünde insanın emniyet içinde tek adım dahi atmasının mümkün olamayacağını ihtar ediyor! Allah’ım, ayaklarımızı yere sağlam bastığımızı bilmeden, en ufak bir kıpırtıda alabora olabileceğimizi hatırlayıp böyle yaşamak ne zormuş! Merhametinle, bize her an her şey olabileceğini, ansızın ölümün gelip çatabileceğini unutturmasan yaşamak ne mümkün.
Efendimiz’in “Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız?” sözünü neden şimdi hatırlıyorum? Öyleyse “Bilmez misiniz göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnız Allah’ındır? Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”
Deprem öyle bir şey ki, onun bir “gadab-ı ilahi” neticesi tecelli eden bir şey olduğunu ancak yaşayanlar anlayabilir. Depremi yaşayanlar ile yaşamayanlar arasındaki olaya bakış farkı da buradan gelmekte. Depremi yaşamayana anlatamazsınız onun nasıl dehşetli bir şey olduğunu. Çünkü dünyada bildiğimiz başka hiçbir korkuya benzemiyor o. Her deprem, her sarsıntı bizi biraz daha Richter’e benzetiyor.
Aslında o çok hoş, mütevazı bir adammış. Sabahları üniversitesine geldiğinde “bir deprem olmuş” diye heyecanlanır, oraya buraya koşarmış. Aletlere bakar, saçını başını yolarmış. Richter derslere oldukça derbeder bir şekilde girermiş. Yeleğini ters giyerek derslere geldiğini hatırlıyor öğrencileri. 17 Ağustos’ta Yalova’da depremden sağsalim kurtulduktan sonra ben de tişörtümü ters giydiğimi ancak Ankara’ya evime geldiğimde anlamıştım.
Deprem tam bir “Titre ve kendine gel” olayı. Bunun dışındaki bütün izahlar insanın kendi kendini aldatması ya da makul bir izah bulmaya çalışmasından öte bir şey değil. Yaşadığım için biliyorum ki, eminim benim gibi diğer yaşayanlar da biliyor ki, deprem her insana ancak kendi ile baş başa kaldığında anlayabileceği bir ilahi mesaj biçimi. Herkes mutlaka kendi algı düzeyine göre o mesajı alıyor olmalı!
Depremin olduğu gece Yalova’daydım ve o gece orada hayatımın depremini yaşadım. Depremi önce yüreğimde sonra da adeta topuklarımda hissettim.
Beni ve ailemi bu depremden sağsalim kurtaran, uzayda saatte binlerce kilometre hızla döne döne hareket eden bu dünya gemisinde bizi emniyet içinde seyahat ettiren Rabbime yıldızları adedince şükürler olsun.
Bugün, 19.8.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
20.08.2007
|
|
|
Depremlerin faydaları! |
Aradan geçmiş bunca yıl. Ama ben hâlâ deprem rüyaları görüyorum.Yalova’da ailemle birlikte yaşadığım o korkunç gece, 17 Ağustos, bazen öyle oluyor ki, sanki bütün hayatımı ipotek altına almış gibi geliyor bana.
Hele o ses. O sesi tanımlamam mümkün değil. Dünyada bu kulaklarımızla duyduğumuz herhangi bir sese benzemiyordu. Acaba o sesin kaydını yapan birisi var mıdır? Müthiş bir ses. Daha önce hiç duymadığımız bir ses...
Önce o ses geldi. Kürt kadınlarının zılgıtı gibi bir ses. Ama metalik biraz. Müthiş tizlikte bir ses. Duvarların yıkılması, çatıların çökmesi sesleri ile bizim bulunduğumuz binanın demir bağlantılarının sarsıntı sebebiyle birbirine vurmasının ortaya çıkarttığı çat çatlarla birlikte tam bir felaket senfonisi...
Rabbim ne dehşet bir şey bu deprem. Yataktan fırladığımda senfoni başlamıştı. Nasıl sesimin çıktığı kadar “Allahuekber” diye bağırmışım korku refleksiyle peş peşe iki defa. Her şey birden susmuş bu sesi dinlemiş gibi geldi bana sonradan. Aman Allah’ım, herkesi de rahatsız ettim galiba gece gece diye düşündüm.
Dışarı fırladık. Kimseler yoktu. Aman Allah’ım, hakikaten gece yarısı milleti rahatsız ettim bağırarak diye düşünürken, birkaç saniye geçmedi ki, binalardan dışarı çıkan karartılar gördüm. Herkes ne olduğunu merak ediyordu. Bu bir deprem miydi, yoksa bir bomba filan mı patlamıştı? Gözlerimizi kendi binalarımızın bulunduğu siteden dışarıya çevirdiğimiz zaman gerçekle karşılaştık. Komşu binalarda yıkıntıdan sonra yangın başlamıştı. Aslında bir deprem kadar insanoğlunun acziyetini aşikâr eden başka bir olay daha yoktur. Ne yapacağını, ne yöne gideceğini, nasıl hareket edeceğini bilemiyor insan. Aslında “biletimiz kesilmiş”, “fişimiz de çekilmişse” “vakit, saat gelmişse” hiçbir şey bizi kurtarmayacaktır!
Sarsıntı vaktinde bizi kurtarabilecek tek zat, o vakitte bütün benliğimizde hissettiğimiz ve o çaresizlik zamanı dışında hiçbir vakit kendimize öylesine yakın hissetmediğimiz; fakat gerçekte bize “şahdamarımızdan daha yakın olan”, her şeye gücü yeten, her şeyi bir şey kadar, bir şeyi her şey kadar kolay var eden, Yaratan olabilir.
Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit kesik olduğu gibi, yer sarsılmakta, içinde bulunduğumuz bina üzerimize doğru çökmektedir. O vaziyette her şey aleyhimize ittifak etmiştir. Kurtuluşumuza ancak Hz. Yunus Aleyhisselam’ın balığın karnında iken yaptığı “La ilahe illa ente sübhaneke innî küntü mine’z-zalimîn” duası vesile olabilir.
Bu duanın sırrı şöyle açıklanıyor: “O durumda her şey bütünüyle sükut etti. Çünkü o halde ona kurtuluş verecek öyle bir zat lazım ki, hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem semaya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece, deniz ve balık ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir zat ancak onu selamet sahillerine çıkarabilir.”
Yer sarsılıyor, deniz çalkalanıyor, binalar insanların üzerine çöküyor. Herkes rast gele yönlere kaçışıyor! Demek ki sebeplerin tesiri yok ve yer sarsıldığında, gece çöktüğünde, felaket kapımızı çaldığında Allah’tan başka bir kurtarıcı olmadığı bizzat yaşanıyor.
Sarsıntının şiddeti Allah’tan başka her şeyin fani ve fakat ancak O’nun emrinde, O’nun emrine amade olduğunu şiddetle ikaz ediyor. Depremi değil, bu gerçeği unutmamalıyız!
Bugün, 18.8.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
20.08.2007
|
|
|
|