|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Biz onların boyunlarına öyle halkalar geçirdik ki, çenelerine kadar dayanır da hakka boyun eğmezler.
Yâsin Sûresi: 8
|
12.07.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Bir kadın güzel koku sürünüp bunu hissetsinler diye bir topluluğa uğrarsa, zinâ etmiş olur.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 251
|
12.07.2007
|
|
Vazifemiz tebliğ etmektir
Tarîk-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risalesinde vardır ki:
Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”
Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki:
“Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”
Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:
“Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”
O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.”
İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir sûrette çok defa muzaffer olmuştur.
Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” (Nur Sûresi, 24:54.) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” (Kasas Sûresi, 28:56.) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.
Öyleyse, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.
Lem’alar, 17. Lem’a, 13. Nota, s. 182
|
12.07.2007
|
|
Eyvah! Sermayem eriyor
Gazetemizin “Dünya eriyor” başlıklı haberi (07 Haziran 2007) karşısında ben de bir parça eridiğimi hissetmiştim. Buz tutmuş, katılaşmış yanlarımın erimesi ve suların gözlerime doğru yükselişiydi bu.
Söz konusu haber, Dünya Çevre Günü sebebiyle Norveç’te toplanan uzmanların açıkladığı bir BM raporundan bahsediyordu. 70 bilim adamının çalışmasıyla hazırlanan raporda buzulların erimesinin küresel ısınmayı hızlandırabileceği ve erimenin dünya çapında hissedilebileceği vurgulanıyordu. Bunun yanı sıra uzmanlar Himalayaların hızla erimekte olduğunu, sıcaklıkların artmaya devam etmesi halinde 50 yıla kadar buzul ve karların tamamının eriyeceğini söylüyorlardı.
Erime oranlarının aylara göre saptandığı ve detaylı olarak görüşüldüğü toplantıda uzmanların gelecekle ilgili yaptığı açıklamalar gösteriyordu ki, dünyanın 50 sene sonraki hâli onları oldukça endişelendirmişti. Bu haber bana dünyanın 50 yıl sonraki halinden çok kendi 50 yıl sonraki halimi düşündürdü. Düşündüm de, yarına çıkmaya bile senedim ve ihtiyarım yokken, 50 yıl daha yaşayacağımı da bilemem. 50 yıl sonra ya kabirde olacağım, ya da bedeni hızla eriyen bir ihtiyar olacağım. Beni bekleyen böyle bir hadise karşısında dünyanın geleceğinden çok kendi geleceğimden korkup titredim.
Saatin her tik tak’ı ömür sermayemin gittikçe eriyen damlalarının sesiydi. Her ölen hücrem vücut binamın bir taşının düşmesi demekti. Dünyanın erimesinden çok kendi bedenimin erimesini düşündüm. Hani bir kıssa vardı ya, onu hatırladım. Eskiden buzdolabının henüz icat edilmediği devirlerde içecekleri ve bazı yiyecekleri korumak için dağlardan buz kesilir ve pazaryerlerinde satılırmış. Sıcak bir yaz günü velî bir zat talebeleriyle şehirde dolaşırken işte böyle bir buz satıcısına rastlar. Adam “Ey mü’minler! Sermayesi eriyip akan şu adama merhamet ediniz” diye bağırmaktadır. Satıcının bu sözlerini işiten mübarek zat ânîden fenalaşarak bayılır. Yanındakiler kendisini gölgelik bir yere taşırlar ve saatler sonra kendine geldiğinde bayılma sebebini sorarlar. O da anlatır. O mübarek zat, satıcının eriyip giden buzlarında kendi hayatını görmüştür. O satıcı küçücük sermayesinin ziyan olmaması için çırpınıp dururken, kendisine sonsuz, ebedî cennet saadetleri kazandıracak olan ömür sermayesinin eriyip gidişine karşı ne kadar kayıtsız kaldığını düşünmüştür.
Keşke biz de o mübarek gibi küçücük bir buzun eriyişinde bile ömür sermayemizin eriyişini düşünebilseydik. Bizim hayatımız eriyor, hem de gözlerimizin önünde, biz ise hâlâ oyunda oynaştayız. Boşa harcadığımız dakikalarımızın haddi hesabı yok. Hâlbuki her dakika bir daha gelmemek üzere sermayemizden gidiyor. Âhiretimizi kazanmak için verilmiş zamanımızın hayırlı işlerle geçirilmeyen her dakikası kim bilir bize hangi bâkî, Rahmânî hediyeleri, cennet saraylarını ve daha neleri kaybettiriyor bilmiyoruz.
Bugün dünya üzerinde yaşayan bütün insanlarla ortak sorunumuz olan “Küresel Isınma” karşısında hepimiz kaynaklarımızı daha dikkatli kullanmaya çalışıyoruz. Bu konuda ortak çalışmalar yapıyor, çeşitli önlemler alıyoruz. Tüm ülkelerde çevreyi koruma ve iktisatlı olma konusunda halk bilinçlendiriliyor. Bunlar çok güzel ve sevindirici gelişmeler. Ancak hepimizin başında en az dünyanın eriyişi kadar önem taşıyan büyük bir hâdise vardır ki, o da ömür sermayemizin erimesidir. Her birimizin başında olan böyle bir sorun için acaba hangi tedbirleri alıyoruz? Ömrümüzün eriyip gitmesine seyirci mi kalıyoruz, yoksa her ânımızı en değerli hazinemiz bilerek, en güzel şekilde değerlendirmeye mi çalışıyoruz?
Bu hususta da kendimizi durmadan bilinçlendirmemiz, sermayemizin eridiğini bir an olsun aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Hatta dünyamız için nasıl tüm ülkeler ortak çalışmalar yapıyor, önlemler alıyorsa; hepimizin başında olan ömrümüzün erimesi gibi bir durum karşısında da birbirimize destek olmalıyız. Ömür sermayemizi daha dikkatli kullanmamız hususunda birbirimizi uyarmalıyız. Zaman israfını önlemek ve vaktimizi en verimli şekilde değerlendirmek için ortak çalışmalar yapmalıyız. Kişisel kaynaklarımız olan, duygu, düşünce, hayal gibi sair lâtifelerimizde bulunan potansiyellerimizi kullanırken iktisatlı ve olumlu yönde kullanmalıyız. Kendimize ve tüm insanlara merhamet etmeli, kendimizin ve başkalarının sermayesini erimekten kurtarmayı en mühim vazife bilmeliyiz.
Sermayemiz daha fazla tükenmeden, gençliğimizi ebedî bir gençliğe dönüştürmek çaresi de elimizde varken “insânî erime” karşısında birlik olalım. Tüm sermayemizi ebedî hayatlarımızın kurtuluşu için harcayalım. Fâni cam şişelere değil de bakî elmaslara yatırım yapalım. Acele edelim yoksa ömür sermayemiz boşu boşuna eriyip gidecek.
[email protected]
|
Mehtap YILDIRIM
12.07.2007
|
|
Barla sevdası
Barla, hasret kaldığımız mekân, seni özlemiştik, seni hayal ediyorduk, bazen rüyalarımıza giriyordun Çam Dağı’nla, Mus Mescidi’nle. Üstadımın ayağının değdiği, risâlelerin yazıldığı, Süleymanların mübarekleştiği yerleri görme arzusuyla yanıp tutuşuyorduk. Herkesi bir heyecan sarmıştı. Bu bir gezi heyecanı değildi, bu heyecan çok farklıydı. Haftalar öncesinden belirlemiştik yola çıkacağımız tarihi. Yılların hasreti ve özlemi bitecek, canana kavuşmanın huzurunu, sevincini yaşayacaktık.
Gecenin bir yarısı, Barla yollarına düşmüştük, Üstad sevdalıların Üstada kavuşma anıydı bu an. Otobüsümüzün içerisinde kelimelerle ifade edemeyeceğimiz manevî bir hava vardı. Bu hava tekrar Konya-Ereğli’ye dönene kadar bizleri saran manevî bir havaydı. Sabah namazıyla birlikte Gelendost’taydık. Artık çok yaklaşmıştık, ilk hedefimiz Çam Dağı’ydı. Üstadımın ayağının değdiği yerleri görmek, su içtiği o çeşmeden kana kana su içmek ve onun gibi zirvelere çıkıp bu âlemi sabahın serinliğinde temaşa etmek istiyorduk. Arabamız ağır ağır o yokuşu tırmanırken bizdeki heyecan da doruk noktasına ulaşmıştı. Artık hedefimize ulaşmıştık. Soluğu Üstadımızın su içtiği yerde almış, ellerimizi donduran fakat kalbimizi ısıtan o sudan doyuncaya kadar içmiş ve bizlere bu kadar çok nimetler sunan Allah’ımıza binlerce kez şükretmiştik. Ağabeylerimizle beraber medeniyetin tek dişi kalmış olan canavarına karşı tepelice marşını söyleyerek, ‘Sen kessen de, sen yıksan da yine geleceğiz ve yine onu anlamaya ve anlatmaya çalışacağız’ diyerek, Üstadımızı sevdiğimizi ve bize emanet olarak bıraktığı Risâle-i Nurları son nefesimize kadar okuyup yaşacağımızı haykırdık. Artık tepeye doğru yavaş adımlarla yol almaya başladık. Yolumuz zor ve çetindi ama Risâle-i Nur talebesi hizmette önüne gelen her türlü engelleri aşmakla mükellefti. Zorlukları aşarak tepeye ulaşmış, gördüğümüz manzara bizi hem heyecanlandırmış hem de hüzünlendirmişti. Heyecanlanmıştık çünkü “Risâle-i Nurların telif edildiği yerler cennetten bir bahçedir” buyuruyordu Üstadım. İşte böyle bir cennet bahçesinde olmak bizi heyecanlandırmıştı. Hüzünlenmiştik, Üstadımın tefekkür ettiği heybetli çam ağacı, artık boynunu bükmüş yerlerde yatıyordu. Yaprakları kurumuş, yeşilliği kalmamıştı. Fakat heybetinden hiçbirşey kaybetmemişti. Ey akılları gözlerine inenler, sevdiklerini maddede arayanlar! Siz kessenizde biz üstadımızı hep dimdik duran o çam ağacında tasavvur edip, Risâlelerimizi bize yeniden yazdıyor gibi temâşâ edeceğiz.
Hayatım boyunca gördüğüm en güzel kahvaltı sofrasıydı. Ömür boyu tadı damağımdan gitmeyecek güzel bir kahvaltı yapmıştık. Yediklerimiz mi tatlıydı, hayır onları tatlandıran aramızdaki muhabbet olmuştu. Bir kez daha bizlere bu nimetleri bahşeden Allah’a şükrettik. Çamdağı’nda hayatımızın en güzel üç saatini geçirmiş, artık Barla’ya dönmüştük.
“Birgün bulaşık yıkıyordum, Üstadımız da balkonda (Barla’daki Hacı Enver’in balkonunda) okuyordu. Aramızda on beş metre kadar mesafe vardı. ‘Bu Barla çok mahrumiyetli bir yer, mübarek Üstad, geldiği zaman burada duruyor. Hâlbuki Isparta daha güzel, her şey mükemmel ve Isparta’da hem talebe çok, hem hizmet geniş, vasıta filan da bol’ diye içimden böyle konuştum. Üstad beni çağırdı. ‘Gel evlâdım Bayram’ dedi. ‘Evlâdım sen burayı kerih görme, burası çok mühim, cidden çok mühim, burası ileride nurlanacak inşallah’ dedi.”
Üstadım böyle diyordu. Üstadım dediği olmaz mı... Ve Barla taşıyla toprağıyla nurlanmıştı. Bayram Ağabeyden nakledilen bu hatırada Üstadım bunun müjdesini veriyordu. Gerçekten Barla’ya girdiğinizde her yerde nur merkezlerinin olduğunu görüyorsunuz. Barla’nın her köşesinde Nurlar okunuyor ve nuryüzlü insanları görüyorsunuz. Öğle namazını Üstadımızın evinin yanındaki camide kılmayı Allah nasip etti ve orada güzel bir tevafuk olarak Mehmet Fırıncı Ağabey’le konuşmak nasip oldu.
Barla ve Isparta gezimizden sonra tarifi mümkün olmayan duygularla Konya-Ereğli yollarına düştük. Yazımı Mehmet Fırıncı Ağabey’in anlattığı bir hatırayla sonlandırmak istiyorum. Üstad Hazretleri bir gün talebelerine ‘Sizler çok değerlisiniz. Çünkü taş olmadınız, ot olmadınız, insan oldunuz. Hıristiyan, Yahudi olmadınız, Müslüman oldunuz ve Nurun hizmetkârı ve talebesi oldunuz’ demiş. O zaman değerli olmaya çalışalım bütün sa’yimizi ve gayretimizi hizmet için harcayalım. Ağrı’da askerlik yaparken değerli bir ağabeyimiz “Kardeşim, aklın ve kalbin sürekli hizmetle meşgul olacak, yatağa girdiğinde ‘Ben hizmet için bugün ne yaptım?’ sorusunu soracak ve hizmeti düşünmekten beynin zonklayacak” derdi. Yaz rehavetinin üzerimize çöktüğü şu günlerde beynimizi ve ruhumuzu hizmete vakfetmeye ne dersiniz.
(Isparta’da bizleri bir ağabey şefkatiyle kucaklayan bizlere kapısını ve sofrasını açan fedakâr Nazmi Ağabeye ve nur talebesi ablalarımız ve bacılarımıza çok teşekkür ediyoruz ve hepsinden Allah razı olsun.)
|
Şener KAYMAZ
12.07.2007
|
|
Dâvâ kardeşliği, nesebîlikten ötedir
“Siz, birbirinize en fedakâr nesebî kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder.” (Şuâlar, s. 304)
Üsteki ifade eğer yaşanılırsa, ne kadar hak ve hakikat olduğu anlaşılır. Ve muhabbettulah içindeki lezzet-i ruhaniyenin ne kadar leziz olduğu anlaşılır. Kardeşini Allah için sevmek, Allah’ı sevmektir.
İnsan niçin sever nesebî kardeşini sizce? Hiç bir bağı olmasa, hatta hiç görmemişse bile kardeşini karındaşı olması hasebiyle sever. Ve birçok dünyevî cihette rabıtaları var diye sever...
Dâvâ kardeşini niçin sever? Aynı Allah’a inanıyor diye sever. Aynı dâvâda beraber koştukları için, omzundaki iman vazifesinin yükünü hafiflettiği için ve manevî şirkette bölünmeden her hisseden sahip olduğu için. Hatta öldükten sonra dahi defterinin kapanmamasına vesile olduğu için. Ve, ve, ve…
Eğer ki bu cihetler galip gelmezse, nesebîlikten de öte değilse dâvâ kardeşine muhabbet, her kusurda kalbe giriyorsa adavet, biz bu hakikati anlamamışız, anlamışsak bile sindirmemişiz demektir.
Veyahut da bu kadar manevî cihetin önemini hâlâ derk etmemişiz. “Her şeye rağmen sevgisi” ehl-i dünyanın dahi dilinde dolanırken, bu kadar manevî rabıtayı yok saymak örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz şeylerle uğraşmak, “Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim” diyen Üstadın talebesi olmaya çalışan bizlere yakışmaz! Eğer ki bu hakikatlere inanıyorsak, yaşamalıyız.
Risâle-i Nurlar sadece okunmak için değil, okunup fiiliyata dökülsün diye yazılmamış mıdır? (Maalesef birçok hakikati çiğnemiyoruz, sindirmiyoruz ve dem ve damarlarımıza karıştırmıyoruz. Okuyoruz, yani ağzımıza koyup çiğnemeden yutuyoruz ve sindirilmesi de zor oluyor.)
Rabbim yaşamayı ve yaşayarak yaşatmayı nasip etsin. Ve iman kardeşliğini, doruğunda yaşayan Risâle-i Nur talebelerinden eylesin...
|
Hatice DURAK
12.07.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Rabiatü’l-Adeviyye’ye iki misafir gelmişti.
Hazret-i Rabia misafirlerine tam yemek koyacakken kapı çaldı. Kapıda beliren kişi günlerdir aç olduğunu söyledi ve Allah rızası için yiyecek bir şeyler istedi.
Rabia Hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Dilenci sevinerek gitti.
Bir saat kadar sonra başka bir kişi kucağında bir yığın ekmekle çıkageldi.
Rabia Hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki:
“Ekmekler yirmi olsa gerektir.”
Meğer ekmeği getiren kişi, ekmeğin ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi ve ekmekler yirmiye tamamlandı.
Misafirler buna hayret ettiler. Birisi sordu:
“Ya Rabia! Bu ne sırdır? Gelen ekmeğin eksik olduğunu nasıl bildin? Kerâmet mi gösterdin?”
Hazret-i Rabia dedi ki:
“Kerâmet göstermekten Allaha sığınırım. Allah bire on vermiyor mu? Bakın şu âyet bunu bildiriyor: ‘Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır.’ (En'am Sûresi: 160) Siz geldiğinizde aç idiniz. O iki ekmeği size ikram edecektim. Fakat o sırada gelen dilenci daha çok ihtiyaç içindeydi. Ben de Allah’ın bu vaadine güvenerek ekmekleri ona verdim. Bu yüzden, iki ekmeğe bedel yirmi ekmek geleceğini Allah’ın rahmetinden umuyordum.”
|
Süleyman KÖSMENE
12.07.2007
|
|
|
|