|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Ey kullarım! Bugün size bir korku yoktur; artık mahzun da olmazsınız.
Zuhruf Sûresi: 68
|
23.06.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah bir kulu hakkında hayır dilerse rüyasında hatâ ve kusurlarından dolayı ikaz eder.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 219
|
23.06.2007
|
|
Fikr-i milliyet, İslâmiyete hizmetkâr olmalı
—Dünden devam—
Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlûm ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevî adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!
Dördüncü Mesele: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimâiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.
Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'înden ahmakane bir cinayettir.
İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ “Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler” (Mâide Sûresi, 5:54.) âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.
(Mektubat, s. 311, Y.A.N.)
Lügatçe:
anâsır: Unsurlar, milletler.
kabâil-i İslâmiye: Müslüman kabileler, milletler.
cenup: Güney.
mehâlik: Tehlikeler, helâketler.
teâvün: Yardımlaşma.
tesanüd: Dayanışma.
uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği.
|
23.06.2007
|
|
“Gazâlî bu asırda olsaydı, Risâle-i Nur’u okumak, onu çok sevindirirdi”
Başörtüsü yasağının katı baskısıyla, kendi öz vatanında garip kalarak, okuyamayan (aynı zamanda Yeni Asya’nın fahrî bir yazar ve muhabiri olan) kızım Fatma Nur’u tahsil için Mısır’a göndermiştim. Onu ziyaret maksadıyla 17 Mart-17 Mayıs 2007 tarihleri arasında iki aylığına ailece oraya gitmiştik.
Tabiî bu arada hizmetlerimizle ilgili ne gibi faaliyetlerin bulunduğunu araştırma neticesinde “Sözler Neşriyat”ın oradaki icraatını tesbit ettik ve onlarla irtibata geçtik. Allah razı olsun, kardeşlerimiz orada iyi hizmet yapıyorlar. Dershane ve neşriyat (Arapça risâle) ile meşguller. Birkaç defa hem Türkçe, hem Arapça derslere iştirak ettim. Genellikle El-Ezher olmak üzere, orada eğitim gören Türk ve Endonezyalı talebe kardeşlerin kaldığı yerler vardı.
Hizmet organizesiyle meşgul olan ve on seneden fazladır orada yaşayan, Ankara İlahiyat mezunu, aslen Ordulu ve bana “Risâle-i Nur’ları tanımama vesile olan, Yeni Asya okuyan bir ağabeyimizdi” diyen Ahmed kardeşe bir sohbet esnasında şunu sormuştum: “Ahmed kardeş, biliyorsun Türkiye’deki bazı ilahiyatçılar, Üstad ve Risâle-i Nur’lar hakkında bir enâniyet gösteriyorlar. Burada, Ezher şeyhlerinin, hocalarının Risâle-i Nur ve Üstad Hazretlerine bakış açısı nasıldır?” O da bana şevk verici bazı şeyler anlattı.
Özellikle Ezher hocalarından Dr. Muhammed Ebû Leyla’nın söyledikleri çok dikkatimi çekmişti. Bunları, bizzat kaynağından not etmek için beraberce El-Ezher’e gidip, küçük de olsa, onunla röportaj tarzı bir şey yapmak istedim. Ahmed kardeş de, sağ olsun hocayla konuşup ayarladı ve beraberce Ezher’e gittik. Tabiî, ben Arapça bilmediğim için, onun aracılığı ile (ki bizzat insanın kendisi muhatap olmayınca zor oluyor. Orada lisan bilmemenin eksikliğini daha iyi hissettim. Çünkü muhatabın söylediğini çevirmek tam anlaşılır olamıyordu herhalde. Sonradan düzeltme yapıp, mânâları yerine koyarken biraz zorlandım) tesbit edebildiğim konuşmaları takdim ediyorum.
*Hocam! Bediüzzaman Hazretleri ve Risâle-i Nur’lar hakkında malûmatınız var mı? Bu konuda görüşlerinizi alabilir miyim?
Risâle-i Nur’ları İngiltere’de bulunduğum 1980’li yıllarda duymuştum, fakat okumaya fırsatım olmamıştı. Daha sonra 1990 yılında El-Ezher Üniversitesi Usûlüddin Fakültesi’nin yanında açılan bir kitap fuarında tanıyıp, incelemek nasip oldu. Zaten kitaplara karşı eskiden beri bir alâka ve aşinalığım vardı, ama bu Risâle-i Nur’ları sergide görünce bir acaip olmuş, içimde tarifinde zorlanacağım bir duyguya kapılmıştım. Risâle-i Nur’ları serginin hemen ön tarafına dizmişlerdi. O acaib tesir altına girince, daha hiçbir tarafa bakamadım ve bütün dikkatimi o kitaplara verdim. Adeta dalmış ve kendimden geçmiştim. (Hâlâ da o tesir altında bulunuyorum). Nasıl olduğunu anlayamadan o halde tam bir saat ayakta o kitapları incelemiştim. O bir saatin sonunda, ancak yorulduğumu hissedince, o kadar uzun müddet ayakta kaldığımı anlayabilmiştim. “Bu kitaplar kaça satılıyor?” diye sormak yerine, bunların çok kıymetli ve pahalı olduğunu düşünerek “Bu kitapların sayfası kaça satılıyor?” diye sorabilmiştim. Fakat, o anda yanımda para yoktu ve alamadığımdan dolayı çok üzülmüştüm.
*Peki sonra nasıl oldu?
Daha sonra o kanaate vardım ki; eğer, ben bu kitapları almazsam ilim noktasında çok büyük noksanlıklar olacak! Cenâb-ı Hak’a şükür olsun ki, bu kitapları elde ettim ve kütüphanemin baş köşesine koydum. O zaman Sözler’in tamamını ve diğer ciltlerin bir kısmını okumuştum. Bu eserler, okudukça bende ayrı bir tesir meydana getiriyordu, hayretler içerisinde kalıyordum. Halbuki Ezher bir İslâmî ilimler merkeziydi, burada binlerce kitap vardı, ama Bediüzzaman Said Nursî’nin Risâle-i Nur Külliyatında acaib bir hayattarlık vardı. Yani, insana hayat veriyordu, acaib bir duyguya kapılıyordum. Yani, Risâle-i Nur sadece siyah mürekkeple yazılmış bir eser değil. Dediğim gibi, hayattar ve insana hayat veren bir şey gördüm onlarda.
*Yani siz bunu anlamışsınız ve çok güzel bir şekilde de izah ve ifade ettiniz.
Evet, bu kitaplar İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin kitaplarıyla aynı mesabededir. Fakat, Risâle-i Nur’ların daha mühim bir yeri var. Meziyeti, özelliği daha farklı. Çünkü, Risâle-i Nur’lar bu asrın hastalıklarını tedavi ediyor. İmam-ı Gazâlî bu asırda olsaydı, Risâle-i Nur’ları okumak onu çok sevindirirdi. İhyâ-i Ulûmü’d-Din nasıl önceki asırların Kur’ân tefsiri ise, Kur’âna bağlılığı varsa ve Kur’ân-ı Kerim gibi her zaman okunuyorsa, Risâle-i Nurlar da asrımızda öyledir. Asrın hastalığını teşhis ettiği gibi, çok güzel de tedavi ediyor. Hiçbir gün geçmiyor ki risâleleri okumamış olayım. Ya ilim öğrenmek için veya teberrüken de olsa hergün açıp bakıyorum.
El-Ezher’e dünyanın her tarafından meseleler soruluyor, bunlara cevaplar veriliyor. Bu mevzularla da alâkalı olarak benim, Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden sonra en çok istifade ettiğim ve açıp okuduğum Risâle-i Nur’lardır. Biz Ezher bünyesinde Usûlüddin Fakültesi’nde yakın zamanda İngilizce eğitim veren bölüm de açtık. Halen de o bölümün başkanı benim. Allah nasip ederse biz fakültemizde, bu bölümde Risâle-i Nur’lar ve Bediüzzaman’la ilgili olarak doktora çalışmaları ve master tezleri vereceğiz.
*Hocam vaktinizi fazla almayalım, son olarak neler söylemek istersiniz?
Bediüzzaman Hazretlerinin kitaplarını neşredenlere çok teşekkür ediyorum. İnşaallah sizlere de muvaffakiyetler diliyorum!
* Biz de size teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun.
|
Osman ZENGİN
23.06.2007
|
|
Her şeyi yaratan Allah’tır
Geçmişte büyük gayretlerle yürürlükten kaldırılan Türk Ceza Kanununun 163. Maddesi, neredeyse ‘Rabbim Allah’ diyenleri bile hapse tıkmak için bahane oluyor ve bütün şiddetiyle dindarlar aleyhine uygulanıyordu.
Risâle-i Nurları satmak, okumak, evinde ve iş yerinde bulundurmak kesinlikle yasaktı. Cezası beş seneden sekiz seneye kadar hapis ve derhal tutuklanma idi.
İman ve Kur’ân hakikatlarını öğrenmek, imanını kuvvetlendirip devletimizce de matlup olan güzel ahlâkla donanmak dünya ve ahiretini mamur etmek isteyen herkes ağır risk altında, canı cenderede, her an yakalanıp karakollarda işkenceye uğramak ve hapse atılmak tehlikesine maruzdu.
Böylesine boğucu bir ortamda Risâle-i Nurları camilerde bile okumanın suç oluşturmayacağına dair savcılıkça verilen takipsizlik, yani beraet kararı hayli ses getirdi. Bu kararın gazetelerde intişarından kısa bir müddet sonra rahmetli Adnan Menderes ve arkadaşlarının idamı ve DP milletvekillerinin hapsedilmeleriyle sonuçlanan 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden sonra alınan takipsizlik kararını vermemden dolayı derhal hakkımda idarî ve adlî soruşturmalar açıldı. Bazı mahrumiyet bölgelerine tayin edildim. Daha sonra Hakkari’ye karakışta sürgüne gönderildim.
1964 yıllarında henüz PKK faal değildi. Ancak karayollarında eşkiyaların soygunu yüzünden emniyet ve asayiş çok bozuktu. Bin bir zorluklarla Van’dan Hakkari’ye gittim. Mübarek Ramazan’da çocuklarım ve eşimden ayrı ve yapayalnızdım. Namaza yeni başlayan bir hâkim arkadaşımla sözde il merkezi olan şehrin tek camiinde teravih namazından çıktık. Çay içmek için memurların devam ettiği salaş, tek katlı gecekondu odalarından farksız Klüp’e gittik. Vali de dahil orada memurlar, müdürler hararetli bir şekilde iskambil kâğıtlarıyla oyun oynuyorlardı. O kadar dalmışlardı ki masadan başlarını kaldırıp kimse yüzümüze bakmak gereği duymadığı için tek başına bir masada oturan İl Millî Eğitim Müdürünün yanına oturduk. O burnunun ucuyla camiyi göstererek istihfaf eder bir ifadeyle “Namazdan mı geliyorsunuz?” diye lâf attı.
Ona cevap vermem gerekti:
- Elhamdülillah kulluk görevimizi yapmaya çalıştık. Rabbimize çok borçluyuz. Bunca nimetlerine karşı şükürden aciziz. Gerçi bazıları “Her şeyi yaratan tabiattır” diye saçma iddialara kalkışıyorlar. Onların ne kadar yanıldıkları şundan belli ki; çarpma ve toplama bile bilmeyen bir cahilin hesap makinesi icad etmesi, bir sağırın radyo televizyon bulması, bir görme özürlünün fotoğraf makinesi ve sinema icad etmesi nasıl mümkün değilse toprak, ateş, hava ve sudan ibaret olan tabiat denilen cansız varlıklar hiçbir şey yaratamaz. Çünkü o da yaratılmıştır. İnsan gibi görme, işitme, konuşma, dileme gibi nice duygularla donanmış bir varlığı; kör, sağır, hiçbir ilmi olmayan tabiatın yaratması ne kadar imkânsız, ne kadar ahmakça bir iddia ve akıl dışı olduğunu en akılsız adam anlamaz mı?
Bu çıkışıma hiçbir cevap veremeyen müdür, lâfın mecrâsını değiştirmeye mecbur oldu.
Üstad Bediüzzaman, Münâcât’ında “Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm” diye niyaz edip ehl-i imanın duygularına tercüman oluyor.
Açık, berrak ve net oluşun en ileri derecesiyle anlamını ifade eden bu sihirli terkib, yani ‘şiddet-i zuhur’ ifadesi ne güzel şerhedilmiş. Bu şerhle yazımı noktalıyorum:
“Bazı şeyler o derece açık ve göz önündedir ki, bu açıklık onların görülmemesine, fark edilmemesine sebeb olur. Her yemekten sonra Allah’a şükrederiz. Ama her an aldığımız nefesler için şükür aklımıza gelmez. Çünkü bu nimet devamlıdır ve devamlılık onun saklanmasına, unutulmasına sebeb olmuştur.
“Güneşi hayalen büyütelim ve bütün gökyüzünü kaplasın. Artık semada ondan başka bir şey görünmez olur. Böyle bir ortamda dünyaya gelen bir insan için güneş şiddet-i zuhurundan saklanır, görünmez olur, varlığı unutulur.
“Allah’ın varlığı da her şeyde görülür. Çünkü her şeyi O yapmış, O yaratmıştır. Ne sema âleminde, ne yeryüzünde O’ndan başkasının yarattığı bir varlık yoktur, düşünülemez. Buna göre Allah’ın varlığı her şeyden daha açık olmasına rağmen bu şiddet-i zuhur O’nun gizlenmesine, görülmemesine sebep olmuştur.”1
Dipnot:
1- Nurdan Kelimeler, A. Başar.
|
Abdullah BATTAL (Emekli Başsav
23.06.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Abdullah b. Cedan bir gün vadide yürürken, dağda bir yarık ve mağara gördü ve oraya doğru yöneldi. Mağaraya girdiğinde, orada yılanbaşlıklı, gözü ışıldayan bir yakut gördü. Mağaranın arka kısmında ise ev gibi bir yer gördü ve merak edip girince, orada uzun bir kemik yığını buldu. Kemiklerin başuçlarında da üzerinde tarihleri yazılı ve kendilerinin Cürhüm kabilesinden olduğunu bildiren levhalar vardı. Orada Cürhüm kralının kemiklerine de rastladı. Az ileride yakut, lü’lü, zeberced, altın, elmas gibi çeşitli mücevherlerden destelenmiş bir define buldu.
Defineden alabildiği kadar alan Abdullah, kapıyı kapayıp işaretledikten sonra oradan ayrıldı. Evine dönünce cömert desinler diye herkese dağıtmaya, yedirip içirmeye başladı.
İnsanlar istifade etsinler diye bağlıklar, bahçelikler, gölgelikler yaptı. Bu sırada aşiretinin başına geçti ve aşiretini yönetti. Hazinesinden de daima iyilik yapmaya devam etti.
Fakat yaptığı iyilikleri kendisini övmek ve övdürmek maksadıyla yaptı. Bir defa olsun şükretmedi, günahlarına üzülmedi.
Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuşlardır:
“Abdullah b. Cedan’ın büyük gölgeliğinin altında, öğleden sonranın şiddetli sıcağında gölgelenirdim.”
Hazreti Aişe validemiz (r.a.) Peygamber Efendimize (asm):
“Onun iyilikleri kendisine hiç fayda sağladı mı ya Resulallah?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz (asm):
“Hayır sağlamadı.” buyurdu. Aişe validemiz:
“Neden ya Resulallah?” diye sorunca da Peygamber Efendimiz (asm):
“Çünkü o, bir gün olsun ‘Ey Rabbim, kıyamet günü benim günahımı bağışla!’ demedi” buyurdu.
|
Süleyman KÖSMENE
23.06.2007
|
|
|
|