Fatih ve İstanbul
Dünyanın en güzel ülkesi Türkiye, Türkiye’nin en güzel İli İstanbul’dur. Bu itibarla Peygamberimizin fethedilmesinde hedef gösterdiği bir şehirdir. Çünkü, Hz. Peygamber (a.s.m.): “Kostantiniyye elbette fetholunacaktır. O fethe muvaffak olan emir ne bahtiyar emirdir; onun ordusu da ne bahtiyar bir ordudur”1 buyurarak bir hedef ortaya koymuştur.
Peygamberimizin “ne güzel emir” ve “ne güzel ordu” müjdesine mahzar olabilmek için Hz. Muaviye zamanından beri bu müjdeye nail olabilmek her kumandan ve devlet başkanının hedefi ve rüyası olmuştur. Hz. Muaviye zamanında ilk İstanbul seferleri başlatılmış ve hicrette Peygamberimizi evinde misafir eden Ebu Eyyüb el-Ensari (r.a.) bu kuşatmada şehit olmuştu. Bundan sonra da ondan fazla kuşatma gerçekleştirilmiş, ancak 1453 yılında bu müjde Fatih Sultan Mehmed’e nasip olmuştur.
Yukarıda zikrettiğimiz hadisin dışında başka hadisler de vardır. İbn Mâce’de yer alan bir hadiste de İstanbul’un fethiyle ilgili olarak, Müslümanların maddî ve manevî nimetlere mazhar olacağını Hz. Peygamber (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: “Tesbih ve tekbir getirerek Kostantiniyye’yi feth edeceksiniz. O zamana kadar elde edemediğiniz ganimet mallarına kavuşacaksınız.”2
İstanbul ilinin İslâm âleminin serhaddi olacağına ve bunu gerçekleştireceklerin Allah katındaki makbuliyetine ve İslâm hakimiyetinin, İstanbul’un fethinden geçtiğine işaretler bulunmaktadır. Fatih ve fethin Kur’ân-ı Kerime bakan yönü de vardır. Sebe Sûresi, onbeşinci âyette “belde-i tayyibe” tabiri geçer. Bu ifadenin ebced hesabiyle rakam değeri 857’dir. Bu ise, İstanbul’un fethinin Hicrî tarihini göstermektedir.
İstanbul’un fethinin Fatih Sultan Mehmed’e nasip olması bir tesadüf değil, ancak bir tevafuktur. Çünkü; Fatih, başta Şemseddin Ahmed Molla Güranî ve Mehmed Akşemseddin gibi en kıymetli hocalardan ve bunlar gibi daha bir çok seçkin âlimlerin rahle-i tedrisinden geçirilerek fetih ruhu o zamanlar ruhuna nakşedilmiştir.
Şehzade Mehmed (Fatih) henüz çok küçükken, bir gün babası 2. Murad’ı kolundan tutup Hacı Bayram Veli’ye götürmüştü. O tarihte Hacı Bayram tekkesinde öğrenim gören Akşemseddin misafirlere hizmet ediyordu. Sultan Murad, Hacı Bayram Veli’ye, İstanbul’u alma planlarından söz etti. Hacı Bayram Veli, küçük Şehzade Mehmed’i gösterip,
“Padişahım,” dedi, “İstanbul’u şehzadeniz Mehmed ile benim köse alacak.”3
Veli’nin “köse” dediği Akşemseddin’den başkası değildi. Gerçekten Veli’nin bu kerameti yıllar sonra hakikat olacak ve İstanbul’u fetheden fatih ve onun yanında Akşemseddin, manevî fatih olarak selâmlanacaktı. Çünkü bir gün hocalarından Molla Hüsrev, kendisine Peygamberimizin İstanbul’un fethi ile ilgili hadisini okuduktan sonra genç Mehmed’i derin bir düşünce aldı ve o günden sonra İstanbul’u fethetmenin yollarını aramaya başladı.
Ve büyük gün geldi çattı. 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece hiç kimsenin gözüne uyku girmedi. Tekbirler alınıyor, Allah’a duâlar ediliyordu. Kim kimi görse kucaklıyor ve helâllık diliyordu:
”Cennette görüşürüz. Hakkını helâl et.”
Padişah, divanı dağıtmış, düşünceleriyle baş başa kalmıştı. Diz çöktü. Bir süre Kur’ân okudu. Namaz kıldı. Duâ etti:
“Allahım! Senin gösterdiğin yolda, gönderdiğin din uğruna savaşan İslâm ordusunu koru, zafere ulaştır. Kostantiniyye’nin fethini göster. Sana sığındık, Sana bağlandık, bizi sevindir, düşmanlarımızı yerindir.”
Çadırın dışından bir ses geldi: “Amin!”
Padişah hızla doğruldu. Nöbetçilere sesin sahibini bulmalarını emretti. Boylu-boslu bir yeniçeri subayını getirdiler.
“Amin diyen sen miydin?”
Yeniçeri subayı gözlerini yerden kaldırmadan cevap verdi:
“Beli (evet) padişahım, benim.”
“Otağ-ı Hümayunun bu kadar yakınında ne işin var?”
“Hacetimi arza geldim Hünkârım.”
Padişah karayağız, pehlivan yapılı genci sevmişti.
“Söyle hele, derdin nedir?” Tek tek konuşmaya başladı:
“Padişahım, yarınki hücumda ön safta bulunmak için yanıyorum. Oysa kumandanım buna izin vermiyor. İlk hücum edenler arasında bulunamayacağım.”
“Derdin bu ha!”
“Sayenizde başkaca derdim yoktur padişahım.
“Peki, bir çaresini buluruz.”
Gece bitmek bilmiyordu. Fatih, yalınayak, başı açık secdede idi.
“Hünkârım,” dedi. “Sabah namazından önce hücum emrini veriniz. Allah’ın izni ve yardımıyla gaziler ordusu, sabah namazını İstanbul’da kılacaktır.”
Padişah bu müjdeyi içine sindire sindire dinledi. Akşemseddin’in şimdiye kadar bütün söyledikleri çıkmıştı. Elbette bu da çıkacaktı. Gece yarısından sonra hücum emrini verdi. Tekbirler, mehterin savaş marşlarına karıştı. “Allah Allah” sesleri topların gümbürtüsünü bastırdı.
Molla Güranî ile Akşemseddin ateş hattında dolaşıyor, askerlere, “Ya gazi ya şehid” olmalarını telkin ediyorlardı. Ulubatlı Hasan en öne fırlamıştı. Şâhî topunun açtığı gedikten girip surlara tırmanmaya koyuldu. Oklar vücudunu delik deşik ettiği halde düşmüyordu. Sancağı dikti ve son nefesini verirken şunları söylüyordu: “Allah’ım, bu sancağı buradan indirtme.”
Sultan Mehmed, sancağını burçlarda görünce ellerini semaya açtı: Aciz, fakir kulun Mehmed’e bu günleri gösterdiğin için Sana şükürler olsun. Rabbim.”
Şanlı ordu, Peygamber Efendimizin övgüsüne lâyık ordu, Sultan Mehmed’in ardından şehre girdi. Elveda Bizans, merhaba İstanbul diyordu.
Kaynakça:
1-Müsned, c.4, s.335.
2-İbn Mece, Fiten, c. s.35.
3-Bahadıroğlu, Yavuz; Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul-1986, c.1, s.88.
[email protected]
|