|
|
|
Güvenlik ve hukuk |
Kavramların, yetkilerin, kuralların karıştığı bir dönemden geçiyoruz. Herkes bir boşluktan yararlanıp kafasındaki düzeni oturtmaya çalışıyor.
Görev süresi dolmuş ama veto yetkisini kullanabilen bir cumhurbaşkanımız var.
Anayasa değişikliği yapabilen ama cumhurbaşkanı seçemeyen bir Meclis’imiz var.
Belki Irak’a askeri müdahale kararı verecek kadar yetkili görülüyor ama kararı o mu veriyor, yoksa verilmiş bir kararı onaylama mercii mi olarak görülüyor o da net değil.
Milli irade, yetki gibi kavramların flulaştığı bir dönemde, fısıltı gazetesinin kulaklara korkular doldurduğu bir dönem bu.
Korkular bombalarla, mayınlarla destekleniyor.
Kör topal ayakta tutmaya çalıştığımız sistemin hukuk reformları ayağı ise erimeye başlıyor.
4.5 yıllık iktidar sürecinin en önemli övünç kaynağı olan düzenlemeler bir bombayla geri alınıyor, üstelik başladığımız noktadan daha da geriye gitmek zorunda kalıyoruz.
Polis, uzun süredir bastırdığı yetkilerin daha fazlasını Ankara’daki bir bombayla elde ediyor.
Evet, yurttaşların güvenliği önemlidir.
Polis, sürekli olarak Batı’daki yasaları örnek göstermektedir bu da doğrudur.
Ancak Batı’da bu yetkilerin yurttaşlara karşı uygulandığı örnekler yok denecek kadar azdır.
Bu ülkede ise terörle mücadele adı altında alınan yetkilerin bizzat yurttaşlara uygulanma, terörle mücadele adı altında bir örtülü sıkıyönetim uygulaması başlatılması ihtimali yüksektir.
Ankara’daki canlı bomba polise verilen bu yetkiler yetersiz olduğu için mi patlamıştır yoksa yeterli istihbarat çalışması olmadığı için mi kuşkuludur.
Hrant Dink cinayeti polisin yetkisizliğinden mi yoksa daha derin nedenlerle mi işlenebilmiştir hala aydınlatılamamıştır.
Sivil haklar alanında verilecek tavizin sonu yoktur.
Sonuç itibariyle demokratik, laik hukuk devletinin sadece laik niteliğiyle yetinmek zorunda kalacaksak ülke gerçekten yaşanmaz hale gelebilir.
Reformlardan taviz vererek ayakta durmaya çalışmak sonuç itibariyle dayanacak hiçbir güç kalmaması sonucu doğurabilir.
Dileriz Ankara’daki sorumlular bu gerçeği görüyordur.
Sabah, 26.5.2007
|
Ergun BABAHAN
27.05.2007
|
|
|
80 yılda bir arpa boyu yol… |
Önce üç alıntı: “Erkân-ı Harbiye Reisi olan zatın vazifei asliyesi yalnız vaziyatı askeriyeyi tetkik değil, tefekkürle iştigal etmesidir...” (Genelkurmay Başkanı olan kişinin asıl görevi yalnız askerî durumu incelemek değil, aynı zamanda düşünce üretmektir...)
Mustafa Kemal.
“Teşkilâtı askeriye vatanımızı esbabı müdafaası ve muhtelif cephelerde icra edilecek (askerî işler kadar), siyaseti dahiliye ve hariciye ile (de) yakınen alakadar bulunuyor. Ve mesailde Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi’nin mütaleası bulunmak ve diğer haizi mesuliyet olan zevatın noktai nazarlarına yakınen vakıf olmak için onlarla bir arada çalışmak ve bir mesele hakkında Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi’nin rey ve mütaleası olan zevat gibi İcra Vekilleri meyanında olması teklif edilmiştir...”
Mustafa Kemal.
“Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’nin vazifesi ordunun teşkilini, tensikini fenni olarak düşünmek ve memleketin esbabı müdafaasını nazarı dikkate almak ve bunlarla iştigal etmek. Harbiye Nezareti (Millî Müdafaa Vekaleti) umur ile kendi vezaifi arasında büyük fark vardır. Harbiye Nezareti, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’nin tensip ettiği yahud onun planına göre teşkil ve tensik ettiği bir orduyu iaşe eder, ilbas eder ve saire. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi nasıl harb edecek, vatanı nasıl müdafaa edecek, nasıl hazırlanmak lazım geldiğini düşünür...”
Mustafa Kemal.
Ne diyor bu alıntılar?
Şöyle özetlenebilir:
1. Silâhlı Kuvvetler sadece askerî işlerle değil, iç ve dış siyasetle doğrudan ilgili olması gereken, dolayısıyla siyasî karar verilme ve alınma safhasında ve yapılarında bulunması gereken bir kurumdur.
2. Silâhlı Kuvvetlerin karargâhını oluşturan Genelkurmay Başkanlığı millî savunma ve millî güvenlik konularında ve kendisini ilgili hissettiği iç ve dış siyasî konularda tek karar verici mercidir. Millî Savunma Bakanlığı ise ona bağlı çalışan lojistik işler, askerî alımlarla ilgili bir birimdir.
3. Türkiye’de askerî otorite gerek kendi iç örgütlenmesi gerek diğer savunma kuruluşlarıyla ilişkisi gerekse aldığı veya katıldığı diğer politik kararlar açısından yetkileri dereceli olarak dağıtmayan, tersine tek makamda, hattâ tek kişide toplayan bir yapıdadır.
Bu üç unsurun altını çizen yukarıdaki alıntıların işaret ettiği model, tarihlerinin de gösterdiği gibi Kurtuluş Savaşı sırasında ortaya çıkmıştır ve savaşla yakından ilgili bir modeldir.
Aslında tam olarak bir “savaş yönetim modeli”dir.
Nitekim Genelkurmay Başkanlığı’nın bir bakanlık olarak tasarlanması savaşın doğrudan bir sonucudur.
Ayrıca, o dönem ordunun vergi toplamadan askere almaya ve iç isyanları bastırmaya kadar oynadığı etkin ve kaçınılmaz rol ortadadır…
Ancak sorun odur ki, bu model 1920-1923 arası uygulamalarla sınırlı kalmamış, ileri tarihlere taşınmış, dahası bugüne kadar uzamıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında I. TBMM’de güç ilişkileri çerçevesinde oluşturulan, dönemin yönetim anlayışını, yani devlet-siyaset, asker-siyaset ilişkilerini kuşatan savaş modeli, savaş sonrasında da korunmuştur.
Modelin ana eksenleri 80 yıl boyunca sistematik geliştirilip, kurumlaştırılmıştır. Fikrî olarak; “savaş”, “tehlike”, “topluma ve siyasete duyulan güvensizlik” üzerine oturan, değişimin ana merkezi olarak devleti gören, devlet iktidarının kontrolünü tek siyasî amaç haline getiren, böyle yaptıkça devletçiliği mutlaklaştıran bu model, olağan ya da olağanüstü her yeni dönemde yeni gerekçelerle pekiştirilecek, meşrûlaştırılacak ve yeni unsurlarla yasallaştırılacaktır…
Öykü 80 yıllıktır...
Ve meselemiz hala budur...
Yeni Şafak, 26.5.2007
|
Ali BAYRAMOĞLU
27.05.2007
|
|
|
Her şey layt Müslümanlık yüzünden mi? |
Bizim laikler neden dindarlara karşı bu kadar haşin diye düşünüp duruyorum.
Tamam bir sınıf çatışması, köydekinin, kasabadakinin, kenar mahalledekinin güçlenmesine karşı hazımsızlık dedim evet ama hadise neden bir din düşmanlığı şeklinde tezahür ediyor anlamaya çalışıyorum.
Nedir bu ağır nefretin, kinin kökeni analiz etmeye çalışıyorum.
Neden sokaklarda kadınların baş örtülerine veya onların deyimiyle türbanlarına saldıracak kadar öfkeliler merak ediyorum. (Doğduğundan beri Arnavutköy’de yaşayan tesettürlü komşum sırf bu saldırılar yüzünden başka bir mahalleye taşındı.) Saldırmasalar da illa ki laf etmelerinin, çık çık etmelerinin, küçük görmelerinin, otomobil kullanmalarına hayretle bakmalarının, gözlerinin önünde olmalarını istemelerinin altındaki nedeni merak ediyorum.
Bütün sahiller açıklara yönelik binlerce otelle kaplıyken onların kendilerine özel 20-30 otelleri, tatil köyleri olmasına sinirlenmelerinin, hadiseyi bir “işgal” veya “mevzi kaybetme” gibi görmelerinin altındaki gerçek nedeni bulmaya çalışıyorum.
Kapalı insanlarla hiçbir şekilde ilişki kurmak istememelerinin nedenini bulmaya çalışıyorum. (Bire bir tanımak merhamet ve anlayış sağlar diye mi acaba?)
Radikal politikacı ile sokaktaki insanı ayırt edemeyecek kadar gözleri kör eden nedir bulmaya çalışıyorum. Kadın hakları savunucularının BİLE üniversiteye başı kapalı kızların alınmamasını savunmalarının altında ne var bilmek istiyorum.
Neden “onların” yaptığı her şey bir tehdit olarak algılanıyor hakikaten anlamak istiyorum.
(...) Zeki Başeskioğlu istediği kadar (...) sansürlendiğini iddia ederek bedava PR’ını yapsın, çıplaklık reklamlarda olsun, TV’lerde olsun gırla gitmekte. (Ki çıplaklık neden bu kadar seviliyor laikler arasında o da ayrı bir mevzuu..) Okullarda dini propaganda evet çok yaygın ama büyük tepkiyi gösterenler bu propaganda altında olanlar değil.
Peki o zaman nedir?
Bir dert var. Tepki gösteren kesimde kimsenin hayatının İslami mânâda değiştiği/değiştirildiği yok ama bir dert var. Etrafım onlarla dolu ve klişe bir takım laflar dışında (“gelecekler ve hepimizi asıp kesecekler!!” gibi) doğru dürüst bir neden açıklayan yok ne yazık ki. Çoktan geldiler, kimse asılıp kesilmedi dediğim zaman da beni müthiş bir öfkeyle gaflet ve dalalet içinde olmakla suçladıkları için, adam gibi teati etme imkanı da olmuyor.
Sen ben değil ama çocuklarımız bunların beyin yıkamalarıyla büyüyor, gelecek karanlık denmekte ama bunu diyenlerin hepsinin çocuğu özel ve de “laik” okullarda okumakta. Bu okullar da her geçen gün fazlalaşmakta ve para basıp durmaktalar. (“Kim kazançlı bu çatışmadan?” sorusuna cevap bir)
Ama belli ki bir dert var.
Tam da “acaba tam olarak riayet edemedikleri/etmek istemedikleri ama mensubu olduklarını da iddia etmeye devam ettikleri dinlerini birileri sözle değilse de giyimleri, kuşamlarıyla hatırlattığı için mi bu kadar rahatsızlar? Farkında olmadan vicdani bir eziklik/yükümlülük mü getiriyor dinlerine harfiyen uyanlar? Layt Müslümanlıklarının vicdan azabını mı çekiyorlar farkında olmadan?” diye düşünürken..
Ayşe Arman şöyle yazmış: “Giyinmek güzeldir” sloganlı başörtüsü reklam afişini görünce şöyle hissettim: Bana diyorlar ki “Sen çıplaksın, giyinmiyorsun, örtünmüyorsun. Bu yüzden vicdan azabı çekmelisin, kendini düzeltmelisin...”
“Ve o ilan, o gün, benim kendimi soyunuk gibi hissetmeme sebep oldu. Sanki yanlış bir şey yapıyormuşum gibi...”
Bu ilanlar sadece beni mi rahatsız ediyor diye de sormuş (23 Mayıs 2007, Hürriyet)
Beni rahatsız etmiyor. Giyinmem gerektiğine dair derinlerimde bir yerlerimde baskıladığım, üzerini örtmeye çalıştığım bir fikrim/inancım olmadığı için mi acaba?
Vatan, 26.5.2007
|
Tuğçe BARAN
27.05.2007
|
|
|
Kuzey Irak’a müdahale ne getirir? |
Teröristlerin elindeki bütün patlayıcıların Irak’tan geldiği ve Genelkurmay Başkanı’nın belirttiği gibi Avrupa’da PKK’ya destek veren birçok örgüt ve kurum bulunduğu doğrudur. Ancak şunu hatırlamak gerekir: Irak’ta bugün 140 binin üstünde Amerikan askeri var. Yine de çeşitli direniş ve terör örgütlerinin eline bol bol silah ve patlayıcı geçmesine mani olunamıyor.
Biz de anlaşılan Irak’tan şu veya bu şekilde gelen patlayıcıların Ankara ve İstanbul’a nakledilmelerini engelleyemiyoruz. Avrupa’ya gelince, AB ülkelerinin PKK faaliyetlerine mani olmak konusundaki isteksizlik veya gevşekliği yanında, oradaki 600-700 bin kadar Kürt kökenli vatandaşlarımızdan PKK sempatizanı olanların çok iyi örgütlendiklerini ve bazı illegal faaliyetlerin kendilerine geniş mali imkánlar sağladıklarını unutmamak gerekir. Bunlara karşı bizim ayrıca bazı önlemler almamız veya yaptırımlar uygulamamız imkânları araştırılmalıdır.
* * *
Askerî bakımdan Kuzey Irak’a bir müdahalenin kesin netice vereceği çok şüphelidir. 1996 ve 1998’de, o yıllarda bize Kuzey Irak’a girip çıkma serbestisi sağlayan “Kuzey Keşif”in şemsiyesi altında sınırlarımızın ötesinde iki büyük operasyon düzenlendi.
Bu operasyonları 40-50 bin kişilik bir kuvvetimiz, Barzani’ye bağlı 30 bin kadar peşmergenin desteğiyle yürüttü. Ağır bir darbe yiyen PKK yine de toparlanabildi. Bugün ise koşullar çok daha elverişsiz. Barzani destek değil, köstek olacak.
BM Güvenlik Konseyi’nin kararı ile ABD ve diğer koalisyon güçleri halen Irak’ın güvenliğinden sorumlu. Onların ve Irak hükümetinin her alanda muhalefetiyle karşılaşacağız. BM Şartı’nın 51. maddesinin verdiği meşru müdafaa hakkına dayanmak zor. ABD gibi bataklığa saplanmamız olasılığı yüksek.
BM Güvenlik Konseyi’nin toplanarak bizi kınaması ve Irak topraklarını derhal terk etmemizi talep etmesi muhakkak gibi. ABD ile kırılgan olan ilişkilerimiz büsbütün zedelenir. Hatta Türk ve ABD kuvvetleri arasında sıcak çatışma bile olabilir.
Zaten Sarkozy yüzünden kırılma noktasına gelmiş olan AB ile müzakere süreci tamamen sona erebilir. Müdahalenin ekonomik bedeli de son derece ağır olur, Türkiye son yıllardaki kazanımlarını bir anda kaybedebilir.
Irak’a müdahaleye bir duygusal tepki dalgasıyla sürüklenmek akılcılıkla ve gerçekçilikle asla bağdaşmaz. Seçimlerde avantaj sağlamak amacıyla Kuzey Irak’a müdahale çağrıları yapmak ise sorumsuzluğun en son haddi olur.
Tarihimizde böyle sorumsuzlukların ne çok felaket getirdiğinin örnekleri az değildir.
Hürriyet, 26.5.2007
|
İlter TÜRKMEN
27.05.2007
|
|
|
Yargı tarafsız olmazsa... |
Yeni değil, senelerden beri Türkiye’de yargı bağımsızlığının bulunduğunu, ama yargının tarafsızlığı konusunda sorunlar olduğunu yazıyorum.
Yargının siyasi bir silah gibi çalışmasının en utanç verici örneği elbette Yassıada mahkemesiydi. Sonra, askeri müdahale dönemlerindeki mahkeme kararlarını, utanç verici profesör fetvalarını, Genelkurmay brifinglerini ayakta alkışlayan yargıçları gördükçe, siyasi kararları inceledikçe daha bir gördüm ki; Türkiye’de “yargının tarafsızlığı kültürü” maalesef yeterince yerleşmemiştir!
“Koruma kollama” ideolojisi yargıda da hayli etkilidir. Bu sadece benim kanaatim değil. Dünya bilim literatüründe çok saygın bir yeri olan çeşitli hukukçularımız da bunu belirtiyor. Mesela AİHM’deki Türk yargıç Rıza Türmen de 31 Ekim 2006 günlü açıklamasında, “Türk hâkimlerinde düşünce özgürlüğü anlayışının eksik” olduğunu, buna karşılık “devleti koruma güdüsünün ağır bastığını” söylüyor.
Devleti korumak
Devleti elbette koruyalım ama nasıl? Fransa’da Dreyfus Davası’nda Genelkurmay’ın talimatıyla verilen haksız mahkûmiyete isyan eden ünlü yazar Emile Zola’nın sözüdür:
- Cumhuriyetin şerefi, adaletidir!
Türkiye gibi Fransa’da da bizim gibi yargının tarafsızlığı değil, devlete hizmet etmesi kültürü güçlüydü. Devrim, her iki ülkede de “kuvvetler birliği” ilkesiyle gerçekleşmiş, yani yargıyı da devrimci siyasetin emrine vermişti. Zamanla iki ülke de kuvvetler ayrılığına geçti. Ama yargıya siyasi ödev yükleyen anlayış, şu veya bu ölçüde devam etti.
Dale van Kley’in yayımladığı “The French Idea of Freedom” adlı akademik eserde belirtildiği gibi, Devrim’in kavramları bir “devlet dini” haline getirildi, yargı da bu yönde işletilerek hürriyet ve çeşitlilik gibi liberal değerleri reddeden bir yargı kültürü oluşturuldu. (Sf. 123-153)
Anglosakson geleneğindeki “tarafsız yargı” ve “sınırlı devlet” kültürleri yakın zamana kadar Fransız geleneğinde gelişmemiş, yargının ideolojik tarafgirliği yargıya güveni sarsmıştı!(Sf. 218-239)
Fransa bunu aştı, biz tam aşamadık. Merhum Ecevit, bunu “Bizde yargı devrimci, ilerici unsurların elindedir” diye ifade etmişti!
Hâkim ve hakem
Fransız yargısı bu sorunları aştı. Ama bizim hâlâ bazı sorunlarımız var.
“Özelleştirme Atatürkçü ekonomiye aykırıdır... Batı tipi laiklik savunulamaz... Laiklik özgürlüğe kıydırılamaz... Atatürk ilke ve inkılaplarına uymayan her hareket irticadır...”
Bilimsel ve felsefi hiçbir içeriği olmayan bu ‘siyasi’ sloganları yargı kararlarından, yargı konuşmalarından aldım!
“Yargının tarafsızlığı” ilkesiyle bağdaşmayan, açıkça devletçiliği, laikliğin Jakoben yorumunu ve kapalı ekonomiyi savunan birçok yargı kararı vardır.
Peki yargı tarafsızlığı nedir? Prof. Ergun Özbudun diyor ki:
“Yargının tarafsızlığını futbol hakemine benzetmek mümkün: Hakem kural koyamaz, konulmuş kuralları tarafsızlıkla uygular. Yargı da kural koyamaz, yorum yoluyla kuralları değiştiremez. Yasama organının koyduğu kuralları tarafsız olarak uygular...”
Yargı, tarafsızlık ilkesine titizlikle uymazsa, siyasi ve sosyal ihtilafları çözen tarafsız bir hakem olamaz, aksine, siyasi ve sosyal sorunları derinleştirir. Tarihimizde bunun da örnekleri çoktur maalesef.
Milliyet, 26.5.2007
|
Taha AKYOL
27.05.2007
|
|
|
AKP için en kötü senaryo |
Tam yazımı bitiriyordum ki telefonum çaldı, AK Parti’den bir dostum... Biraz konuştuk, telefonu kapatırken en son şunları söylüyordu:
“Kader... AK Parti için en kötü senaryoyu yaşıyoruz. Cumhurbaşkanı Sezer’in ayrılacağı günü iple çekiyorduk. Hep onu engel görüyorduk. Şimdi süreç öyle kötü yönetildi ki Türkiye’de cumhurbaşkanı olmasını en son isteyeceğimiz kişi, belki 5-6 aylığına daha fazla bir süre olarak Köşk’te oturacak.”
Akşam, 26.5.2007
|
İsmail KÜÇÜKKAYA
27.05.2007
|
|
|
|