|
|
|
Görevini yapan savcıların ve askerlerin başına neler geliyor... |
Şu garabete bakın! Bir yayın organı “Şu tarihlerde iki darbe atlatmışız, işte delili” diyor. Ama ülkedeki savcılarda tıs yok! Öyle ki, Başbakan bile savcıları kamuoyu önünde uyarma gereği duyuyor, yine yok bir şey.
Şimdi... Peki savcılar neden bu tip olayların üzerine gidemiyor? Çok basit... Eğer Şemdinli dosyası’nın savcısı harcanmasaydı, bugün darbe iddialarına soruşturma açacak cesur savcılar bulabilirdik. Bu hükümetin belki de en büyük hatalarından birisi Van Savcısı’nı harcamak oldu! Şimdi size iddialı bir cümle söyleyeceğim: Bu güne kadar üst düzey çetrefil konularda dava açan bütün sivil savcılar bir şekilde görevlerinden olmuştur. Aynı şekilde “ordu içinde darbe girişimleri var, cunta kurdular vs.” gibi iddialarla ortaya çıkan ve darbeleri ve darbecileri ihbar eden askerlerde hep tutuklandılar ve sonra tımarhaneyi boyladılar. 12 Eylül İhtilali’nden başörtüsü sorununa, kontrgerilladan askeri suçlara kadar bir çok önemli soruşturmaya imza atan ve dava açan savcılar sonunda bu iddia ve davaların mağduru haline getirildiler. Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya hazırladığı Şemdinli İddianamesi nedeniyle harcandı. Türkiye, savcı Ferhat Sarıkaya’dan önce de dişe dokunan hukukî konularda hazırladıkları iddianameleri nedeniyle savcılarını harcamıştı.
12 Eylül Darbesi’ni iddianamesine taşıyarak dönemin generallerinin yargılanmasını isteyen Sacit Kayasu...28 Şubat sürecinde Erciyes Üniversitesi rektörü ve bir fakülte dekanının yargılanmasının yolunu açan Reşat Petek... Kontrgerilla İddianamesi yüzünden öldürülen Doğan Öz... Türkiye’de ne zaman çetrefil konularda dava yolu açılsa nedense kaybeden hep savcılar oluyor Polismafya- siyaset üçgenindeki kirli ilişkilerin gün ışığına çıktığı Susurluk’un belki de ilk ipuçlarını yıllar önce savcı Doğan Öz yakalamıştı. Sağ-sol çatışmalarının ortasında, hukuka en çok ihtiyaç duyulduğu bir dönemde; 24 Mart 1978’de öldürüldü! Onun ölümü sağ-sol çatışması bağlamında düşünüldü hep. Oysa Öz öldürülmeden önce kontrgerillayla ilgili dava açma hazırlığındaydı. Şiddet olaylarının gizli örgütlerce yönlendirdiğini belirten raporunu dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e iletmişti. Sacit Kayasu... Adana Cumhuriyet Savcısı iken 12 Eylül darbesinin yapan askeri yönetimin yargılanması için DGM’ye sunduğu iddianamesi yok sayıldı. Ardından da görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle savcılıktan uzaklaştırıldı. Bunun bedelini avukat bile olamamakla ödüyor. Gülhane Askerî Tıp Akademisi eğitim yılı açılış töreninde Tuğgeneral Prof. Yalçın Işımer’in İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy hakkında hakarete varan sözler söylediği için suç duyurusunda bulunan Hatay Cumhuriyet Savcısı Ali Karcı da sürgün gibi iki doğu tayini ile işini kaybetmişti. Meşhur “bu adamları belleyeceğiz” sözleri de Işımer’in o konuşmasında söylenmişti. Yozgat Cumhuriyet Başsavcısı iken ‘okullarına alınmayan başörtülü 6 öğrencinin suç duyurusunu’ kabul etmesiyle hukuku mumla arar hale gelen bir başka isim ise Reşat Petek. Petek’in savcılık serüvenini bitiren olay, okullarına alınmayan bir grup öğrencinin Yozgat Fen Edebiyat Fakültesi dekanı ve güvenlik görevlilerine yönelik ‘gayrımeşru olarak öğrencilerin fakülte binasına girmelerine engel olarak eğitim ve öğretim hürriyetini kısıtlamak ve bu konuda kanunsuz emir vermek’ istemiyle Yozgat Cumhuriyet Başsavcılığı’na müracaatlarıyla başlar (Ekim 1998). Ordu içinde “Cunta var”, “Darbe yapacaklar” iddialarıyla ortaya çıkan askerlerin sonu da bu savcılardan farklı değil.
Silahlı Kuvvetler’de darbe yapmak isteyen generallerin bulunduğu iddiasıyla Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, ve kuvvet komutanları dahil bir çok askeri ve sivil yetkiliye ihbar mektubu gönderen bir üsteğmen 11 Ekim’de askeri mahkemede yargılandı. Bu asker Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nda görevli görevli Deniz Pilot Üsteğmen İsmail Kitapçı’ydı. 29 Temmuz 1995 tarihinde (tarihe dikkat!) mektubundan amirleri haberdar olunca 6 Eylül’de tutuklandı. Aralık 1957’de Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu, bazı DP yöneticileri ile temas kurarak bazı subayların darbe hazırlığı içinde olduklarını ihbar etti. Kuşçu’nun isimlerini verdiği kurmay albaylar Cemal Yıldırım, Naci Aşkun ve İlhami Barut, Yarbay Faruk Güventürk, Binbaşı Ata Tan, Yüzbaşı Kazım Özfırat ve Yüzbaşı Hasan Sabuncu tutuklandılar. Harbiye’de dört ay tutuklu kalan bu subaylar daha sonra Genelkurmay Başkanı olacak olan Cemal Tural başkanlığındaki askeri mahkemede yargılanarak beraat ettiler. Samet Kuşçu’ya ne oldu dersiniz? Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu 2 yıl hapis ve ‘’ordudan tart’’ cezasına çarptırıldı. Galiba bu örnekler yeter durumun vahametini anlatmak için. Bakalım Nokta dergisinin iddiaları nasıl sonuçlar getirecek
Bugün, 7.4.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
08.04.2007
|
|
|
YÖK ve hukuk? |
YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç’in okuduğu Rektörler Komitesi Bildirisi’nin iki bölümü var. Birinci bölümünde cumhurbaşkanının tarafsız ve şaibesiz bir kişi olması, uzlaşmayla seçilmesi gerektiği belirtiliyor.
Kimse şaibeli, tarafgir, kavgacı bir cumhurbaşkanı olsun istemez. O bakımdan bildirinin bu bölümünü herkes paylaşır. Rektörler de paylaşmış zaten.
Rektörler Bildirisi’nin ikinci bölümünde ise, cumhurbaşkanı seçmek için Meclis’in en az 367 üyeyle toplanmasının şart olduğu söyleniyor! Ve pek azı hukukçu olan rektörlerin hepsi bu görüşü onaylıyor, ayakta alkışlıyor!
Hukukçuların bile anlaşamadığı çok tartışmalı “367 oy” konusunda bütün rektörlerin anlaşmış olması çok ilginç değil mi?
Neden acaba? “367 oy” tartışmasız hukuki bir gerçek olduğu için mi, yoksa YÖK’ün otoriter yapısı farklı görüşlere fırsat vermediği için mi?!
YÖK hiyerarşisinde ne kadar fikir hürriyeti var acaba?
Hukukçular tartışıyor
Türkiye Barolar Birliği ocak ayında “Cumhurbaşkanlığı Seçimi Öncesi Cumhurbaşkanlığı” konulu bir panel düzenledi. Orada, Prof. Teziç’in öğrencisi Prof. Necmi Yüzbaşıoğlu ve Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Süheyl Batum, “Cumhurbaşkanı seçmek için Meclis’in en az 367 üyeyle toplanması şarttır” görüşünü savunuyorlar; peki...
Ama buna şiddetle karşı çıkan hukuk profesörleri de var!
53’ü devlet, 25’i vakıf üniversitesinden olmak üzere toplam 78 rektör çarpışan görüşlerden birini ittifak halinde nasıl benimseyebilir?!
Barolar Birliği’nin panelinde de ayrıntılı olarak görüyoruz, mesela Prof. Ergun Özbudun gibi uluslararası itibara sahip bir Anayasa profesörü, Hikmet Sami Türk gibi siyasi tecrübe ve birikime sahip bir hukuk profesörü buna karşı çıkıyor, “Toplantı için 367 oy şarttır” iddiasını “hukukun çarpıtılması” olarak niteliyorlar. Cumhurbaşkanı seçmek için Meclis’in 184 üyeyle toplanabileceğini belirtiyorlar.
(...)
Sorular, sorular...
Hukuk profesörleri arasında bile tartışmalı olan, bu yeni icat edilmiş “367 oy” iddiasını YÖK ve Rektörler Komitesi nasıl olur da “tek hukuki hakikat”miş gibi kamuoyuna empoze edebilir?!
Bazı rektörleri biliyorum, bildiri yayımlandıktan sonra da konuştum; içlerine sinmemiş. Ama öyle bir yapılanma var ki sorumlu yöneticiler olarak YÖK’le çatışmayı göze alamıyorlar!
Çünkü 1982 Anayasası YÖK çatısı altında bir tür “milli şef” hiyerarşisi kurmuştur. YÖK, yetkilerini öyle kullanabilir ki bir üniversiteyi abat veya berbat edebilir!
Öyle değil de, 78 rektör içinde hukuki kanaat olarak “Hayır, toplantı yeter sayısı 367 değil, 184’tür” diyecek kimseler yoksa, bu nasıl “tek yanlı” ya da “tek görüşlü” yapılanmadır?!
Bakın sosyal demokrat Prof. Hikmet Sami Türk ne diyor:
“YÖK, cumhurbaşkanında olması gereken genel nitelikleri sayabilir ve yükseköğretime önem verecek bir cumhurbaşkanı istediklerini söyleyebilirdi. Ama hukuken tartışmalı bir konuyu, YÖK’ün ağırlığını kullanarak ve hukuki hakikatmiş gibi açıklaması görevi kötüye kullanmaktır!”
Teziç Hocam, gerçekten içinize sindi mi?
Milliyet, 7.4.2007
|
Taha AKYOL
08.04.2007
|
|
|
Akademik özgürlük ayaklar altında |
YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç başkanlığında toplanan “Rektörler Komitesi” bir bildiri yayımlamış. Buna göre Cumhurbaşkanı seçilecek kişide aranması gereken şartlar şunlarmış: “Tarafsız” olması... “Başta laiklik ilkesi olmak üzere Cumhuriyet’in değiştirilemeyecek niteliklerini ve bunun ayrılmaz parçası ve temeli olan çağdaş bilimi benimsemiş ve sindirmiş” olması... Temsil açısından bir zafiyet olmaması için TBMM’de uzlaşma ile seçilmesi...
Bildirinin ardından yaptığı yorumlarda da YÖK Başkanı Teziç şunları söylemiş: “Anayasa’nın 102. maddesine göre Cumhurbaşkanı’nın TBMM üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir. Bu bakımdan parlamentonun, Meclis Başkanı hariç, üçte iki çoğunluk toplantı nisabı olmadan herhangi bir karara gitmesi mümkün değildir.”
Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tosun Terzioğlu, “Rektörler Komitesi”nin bildirisi ve YÖK Başkanı’nın yorumları üzerine dün kendi üniversitesinin öğretim üyelerine şu açıklamayı yaptı:
“Bildiğiniz gibi, Rektörler Komitesi’nin 5 Nisan 2007 tarihinde Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak yayınladığı duyuru, medyamızda geniş yankı bulmuştur. Ben Rektörler Komitesi’nin dünkü toplantısına katılamadım. Ancak, basınımızda yer alan haberlerin bazı açılardan yanlış algılandığı kanısındayım. Bu konu ile ilgili kişisel görüşlerimi sizlere sunmak isterim.
Üniversitelerimizin işlevi öğrencilerini en çağdaş bilgi ve becerilerle donatmak, bilimsel araştırmaları ile toplumun her yönden gelişmesine öncülük etmektir. Üniversite öğretim elemanları, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nun 59. maddesine göre siyasi partilere üye olabilirler. Ancak rektörler, dekanlar, enstitü müdürleri, bölüm başkanları ve bunların yardımcıları gibi yönetici konumunda olanlar hiçbir siyasi partiye üye olamazlar. Dolayısıyla bu maddenin bir yorumu da, üniversitelerin kurumsal olarak bir siyasi görüşe taraf olmamasıdır.
Üniversitelerimizin bir taraf gibi gösterilerek, siyasi tartışmalar içine çekilmesi tarihimizdeki örneklerinden de görüleceği gibi kimseye fayda sağlamaz. Buna karşın akademik özgürlük anlayışımız gereği ve doğal olarak üniversitemiz öğretim elemanları, çalışanlarımız, öğrencilerimiz farklı düşünce ve siyasi görüşe sahip olabilirler ve bu görüşlerini değişik platformlarda özgürce ifade edebilirler.
Kamuoyuna yansıyan açıklamalardan yanlış anlaşılan bir başka konu da, Anayasa’nın 102. maddesindeki ‘nitelikli toplantı ve karar yeter sayısı’dır. YÖK’ün resmi web sitesinde yer alan 5 Nisan 2007 tarihli ‘Rektörler Komitesi Duyurusu’nda da görüleceği gibi bu konuda herhangi bir sayı dile getirilmemiştir. Saygılarımla.”
Terzioğlu’nun tümüyle katıldığım görüşlerine ek olarak şunların altını çizebilirim: YÖK Başkanı’nın ve “Rektörler Komitesi”nin yaptığı şey, akademik özgürlüğü ayaklar altına almaktır. Öğretim üyeleri, elbette ki siyasi konulardaki görüşlerini tek tek veya toplu olarak ifade edebilirler; bu akademik özgürlüğün bir gereğidir. Ama üniversitelerin başta rektörlükler olmak üzere yönetim organlarının, hele üniversite rektörlerinin seçiminde söz sahibi olan YÖK’ün siyasi konularda taraf olması, öğretim üyelerinin görüşlerini serbestçe ifade etmelerinin engellenmesinden, daha vahimi onların görüşlerine ipotek konmasından başka bir anlam taşımaz.
YÖK Başkanı, bulunduğu makamın kendisine yüklediği tarafsızlığı ihlal ederek, belirli bir siyasi partinin, CHP’nin sözcülüğünü üstlenerek, ne yazık ki saygınlığına ağır bir darbe indirdi. Kırk yıllık dostum olan, YÖK Başkanlığı’ndaki kimi icraatına gelinceye kadar, kişiliğine ve bilim adamlığına büyük saygı beslediğim Prof. Teziç hakkında bu satırları yazmak zorunda kaldığım için çok üzgünüm.
Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesine neden karşı olduğumu bu köşede çeşitli defalar, gerekçeleriyle açıkladım. Fakat bu seçimin nasıl yapılacağı ve kimin bu makama uygun görüleceği, sadece ve sadece Türk demokrasisinin en üst organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bileceği iştir.
Zaman, 7.4.2007
|
Şahin ALPAY
08.04.2007
|
|
|
Hayat rektör dinler mi? |
12 Eylül. Üniversiteleri kışlaya çevirdi. Akademik hayatı siyasallaştırdı...
Bilim öksüz ve yetim kaldı.
Kuşkuculuğun...
Sorgulamanın yerini...
Resmi ideolojinin abartılı propagandası aldı. 12 Eylül bununla da yetinmedi.
Üniversiteleri tek merkezden yönetilen şubelere dönüştürdü.
Yüksek Öğretim Kurumu...
Bilimselleşmeyi değil...
Siyasal bir körleşmeyi yelpazeledi.
Öyle ki...
Liberal bir disiplin olan iktisat eğitimi bile...
‘Köktendevletçi’ bir zihniyete esir düşer hale geldi.
***
Kurumların tarihçeleri...
Kimliklerini de söyler aslında.
Örneğin YÖK.
Askeri darbe çoçuğu.
Demokratik...
Özgürlükçü...
Liberal...
Akademik derinliğe özenli olabilir mi?
Bunlar, kromozomlarına aykırı.
***
Ama ne yalan söyleyeyim, bu ölçüde bir siyasallaşma da beklemiyordum.
Tempo tutularak söylenen bir tek şey var:
‘Başbakan, cumhurbaşkanı olmasın.’
Bu, üniversitelerin bırakın asli işi olmayı, tali konusu bile değil.
Bürokratik zümre egemenliği...
Halka karşı kendi iktidarını okullar aracılığıyla koruyor.
Atanmışlar...
Akademi dünyasını kullanarak seçilmişlere tavır koyuyor.
Varoluşunuzun temelini oluşturan akılcılık...
Ankara’da ‘akıl tutulmasına’ dönüşmekte sanki.
***
Üstelik bu hırçınlığın...
Ne içerde, ne de dışarda fazla da bir taraftarı yok.
Bizim kendini ‘elit’ sanan bürokratik tayfa...
Biraz daha sakin bir ‘okuma’ yapsa...
Zaman ve zeminin...
Onları çok gerilerde bıraktığını görecek...
ABD’den TÜSİAD’a her yerde rüzgar onların arzuladıklarından çok daha farklı esiyor.
***
Demokrasiye karşı tek partiyi...
Genel seçime karşı askeri darbeyi...
AB’ye karşı içe kapanmayı...
Piyasaya karşı devletçiliği...
Yerinden yönetime karşı merkeziyetçiliği...
İnsana karşı devleti savunanlara...
En kahkahalı cevap borsadan geldi.
***
Önceki gün...
Borsa 46 bin puanı gördü.
Hem de on üç ay aradan sonra.
Sade bu mu?
Dolar düştü...
Faiz geriledi...
Hayat Ankara’daki tamtamları duymadı, duymuyor.
***
Üstelik baktım..
Dün de farklı bir durum yok.
Düşündüm...
Hayatı okuyamayan...
Hayatı sezemeyen...
Nasıl bilim yapacak ki?
Star, 7.4.2007
|
Mehmet ALTAN
08.04.2007
|
|
|
Üniversite ve darbeler |
Üniversite, Türkiye’de de her zaman ülke meselelerinin içinde olmuştur. Bütün dünyada olduğu gibi. Bu, üniversitenin yapısının gereğidir.
***
Ülkemizde 1960 öncesinde Demokrat Parti’ye karşı üniversiteler bir bütün olarak muhalefet etmiştir. Askeri müdahalenin ardından ise Milli Birlik Komitesi üniversitede “temizliğe” girişmiş, o dönem için çok yüksek bir sayıda, 147 öğretim üyesi, ki aralarında solcu bilinenler fazladır, üniversiteden uzaklaştırılmıştır.
12 Mart 1971 öncesinde üniversitelerde yoğun boykot ve işgal eylemleri olmuş, bu da müdahaleye giden süreçte etkili bir rol oynamıştır. Askeri müdahalenin ardından da üniversitelere “sıkı düzen” getirme faaliyeti başlamış, en “siyasi” ve “solcu” bulunan üniversitelerin, fakültelerin kapatılması bile gündeme gelmiştir.
12 Eylül 1980 öncesindeki kaos ortamını üniversite de yaşamış, okullar sağcıların ve solcuların çatışma alanı olmuştur. Bu dönemde üniversitelerin daha da “ısıtılması” için karanlık operasyonlar yapılmış, bunlardan bazıları hâlâ aydınlanmamıştır.
Askeri yönetimin ilk icraatlarından biri, bütün üniversiteleri tam bir “disiplin” altına alma girişimi olmuş, bu disiplin ve “düzen”i sağlamak uğruna üniversitelerde büyük tasfiyelere gidilmiş, üniversitenin temel özelliklerinin çiğneniyor oluşuna aldırılmamıştır.
***
Her ara rejim, üniversitenin temel niteliklerinden geriye gidilmesi, bilimsel yapıdan taviz verilmesi, dolayısıyla da düzeyin düşmesi sonucunu doğurmuştur.
Demokraside açılan her gedik, demokratik gelişmelerden her taviz, en başta üniversiteyi etkilemiştir.
Herhalde bunu en iyi bilecek durumdakiler de üniversitede bulunanlardır. YÖK ve rektörler kurulunun cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili çıkışındaki tutarsızlıkların ötesine de geçerek bir “ara rejim” istemeleri mümkün değildir, olmamalıdır.
Üniversite, yeni cumhurbaşkanından, seçime girecek bütün partilerden bilimsel ve idari özerkliğini güçlendirecek, kaynakları artıracak, eğitim kalitesini artıracak tedbirler ve destekler istemekle yükümlüdür. Hatta demokrasiye katkıda bulunmak isteyen YÖK’ün bizzat kendisi, kendisini kaldıran bir yasal düzenlemeyi de isteyebilir.
Vatan, 7.4.2007
|
Okay GÖNENSİN
08.04.2007
|
|
|
|