|
|
|
Adalet terazisinde medya |
Haftanın en hararetli tartışması Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ile Adalet Bakanlığı arasında geçti. Meselenin özeti şu: Yargıtay ve Danıştay’da boşalan üyelikler için uzun süredir seçim yapılmıyor. Yargıtay’da 23, Danıştay’da 9 boş üyelik için HSYK üyelerinin yaptığı son toplantıya Adalet Bakanı Müsteşarı Fahri Kasırga katılmadı.
Ertelenmek zorunda kalınan seçim üzerine HSYK Başkanı isyan ediyor, yaptığı basın toplantısıyla zehir zemberek bir açıklama yapıyor. 7 üyenin bir araya gelmesi gerektiği için müsteşarın katılmaması, seçim yapılmasını imkânsız kılıyor. Bu durum HSYK Başkan Vekili Mahmut Acar’a göre “yargı bağımsızlığına karşı bir duruş”.
İlk bakışta HSYK’nın seçim istediği, boşalan üyeliklere yeni atamalar talep ettiği; ancak hükümetin buna engel olduğu sanılıyor. Oysa HSYK’ya sorulan bazı sorulara kurum yetkililerince tam ve net bir cevap verilemiyor. Mesela deniyor ki geçmişte 60 üyelik boştu; ama seçim yapılmamıştı. Şimdi alelacele seçim dayatmasının sebebi nedir? Yargıda kadrolaşmak isteyen bir hükümet, üye sayısını 250’den 150’ye indirmek için neden yasa teklifi hazırlasın? Ve en çarpıcı açıklamayı Adalet Bakanı Cemil Çiçek yapmış: “Kuruldaki aritmetiğin aleyhime döndüğü için üye seçilmediğini söylemek, HSYK’nın siyasi atama yaptığını söylemek anlamına gelir.” Düşündürücü bir tespit bu!
Adalet Bakanlığı, Yargıtay’a yeni üye seçilmesini istemiyor. Geçerli bir gerekçesi de var. Bakanlığa göre ‘istinaf mahkemeleri’nin 1 Haziran 2007’de faaliyete başlamasıyla Yargıtay’ın iş yükü azalacak. Bunun için Yargıtay Kanun Tasarısı, Yüksek Mahkeme’nin 250 olan üye sayısının 150’ye düşürülmesini öneriyor. Meclis Adalet Komisyonu’nda gündeme getirilen yasa teklifi CHP’li vekillerin engellemeleri ile karşılaşıyor. Tartışmanın tuhaf bir ayrıntısı 2006’ya dair. Geçen sene Adalet Bakanı’nın iki kez talepte bulunmasına rağmen Yargıtay’a üye seçilmemişti. 1 Mayıs tarihinin yaklaşması nedeniyle telaş yaşandığı söyleniyor. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Nuri Ok’un görev süresinin 21 Mayıs’ta sona ereceği; ancak yeni başsavcı için 1 Mayıs’ta seçim yapılacağı biliniyor. Konuya vâkıf çevrelere göre “HSYK’nın telaşı” bu yüzden...
Yargıda izahı mümkün
olmayan gelişmeler
Sebep ne olursa olsun üzücü bir gelişme ile karşı karşıya olduğumuz ortada. Her tartışma, “yargının siyasallaşması” konusunda şüpheleri artırıyor maalesef. Kritik her konuda malum bir yargı vakfının yargıdaki siyasallaşmaya karşı çıkma söylemiyle ortaya atılması; ancak belli bir inanç ve düşünceyi temsil ediyor gibi durması kuşkuları büsbütün artırıyor. Vakfın en üst düzey yetkililerinin ideolojik bir gazetede makaleler yazıyor, Lions örgütlerinden ödüller alıyor olması da siyasi bir duruş şüphesine neden oluyor... Bir yerde bu kadar şüphe oluşunca doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan ayırmak mümkün değildir...
“Yargıda gerginlik” sadece HSYK ile Bakanlık arasında süregiden bir tartışma değil. Neredeyse her gün yargı ile ilgili izahı mümkün olmayan bazı gelişmeler yaşanıyor. Mesela kamuoyunun aylarca tartıştığı Van Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın davasında çok ilginç ve izahı mümkün olmayan hadiselere rastlanıyor. Duruşmadan bir gün önce savcı değiştiriliyor, yerine gelen savcı bey bir gecede 51 klasörü okuyor, sabah katıldığı duruşmada “çete kurarak çıkar sağlamak” suçlamasıyla itham edilen sanıkların beraatını istiyor. Mahkeme heyeti bir gecede okunan 51 klasöre karşı çıkınca savcı bey, redd-i hâkim talep ediyor. Bütün bu ilginç gelişmeler yaşanırken Türk medyası davayı sessiz sedasız takip ediyor. Bu arada birileri “N’oluyor?” diyenleri zan altında tutmayı ihmal etmiyor. Bu şartlarda adalete gölge düşer mi düşmez mi; işte asıl önemli olan budur. Kişiler gelip geçici, makamlar kalıcıdır; o yüzden sarsılan adalet duygusunun telafisi çok zor. Keşke bu tür soru işaretleri adalet mekanizması üzerine bir gölge gibi hiç düşmese...
Maalesef, üzücü hadiselerin ardı arkası kesilmiyor. Düşünün Maliye Bakanlığı’nda müthiş bir skandal ortaya çıkıyor; ancak o bile “usulüne uygun” bir müdahale ile savuşturulmak üzere. Bakanlık eski müfettişi Hamza Kaçar hakkındaki suçlama çok ağır. Dünyanın herhangi bir yerinde böyle bir şey yaşansa kıyamet kopardı. Ağır bir suçlama var karşımızda: Aralarında Başbakan Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, CHP lideri Deniz Baykal, pek çok şirketin sahibi ve yetkilisinin de bulunduğu kişilerin hesaplarına girilmiş. Vahim bir durum! Banka hesaplarına giren, gizli şifreleri bilen, onları yandaş bir TV’ye taşıyan insanlar belli: Amaç belli, suç belli. Şimdi ortaya çıktı ki Danıştay, skandala adı karışan Hamza Kaçar ile ilgili soruşturma yapılamayacağına karar vermiş. Sebep? Görünen o ki Danıştay 20 günde 7 klasörlük dosyayı incelemiş ve böyle bir sonuca varmış. Şu soruya kim cevap verecek: Başbakan’dan Genelkurmay Başkanı’na, bakanlardan dev şirketlere kadar kişi ve kurumların hesaplarına izinsiz girilmesi suç değil mi?
Medya, skandalları görmezse
Üzülerek kaydetmek zorundayım ki yargıda tuhaf şeyler oluyor. Ve medyanın önemli bir kısmı bu anormal gidişata karşı derin bir sessizlik içinde. Bir yazarın, bir aydının, bir yöneticinin özel hesabına girildiğinde ya da böyle bir söylenti çıkarıldığında mahremiyet ve şahsi hukuk üzerine büyük laflar edenler, son yılların en büyük skandallarından birine yargının “soruşturamazsın” demesi karşısında suspus olmayı tercih ediyor. Suspus olmak ya da olayı hep bir çerçeveden görmek... Bu durum kamuoyu nezdinde sadece yargıyı değil medyayı da zor durumda bırakıyor.
Uzun bir zamandan beri devam eden bir süreç var ortada. İnsanların kafasında birilerinin kollandığı, birilerinin horlandığına dair yaygın bir kanaat oluştu. Uzun yıllardan beri süregelen kadrolaşma faaliyetinin gizlenebilmesi için kadrolaşma suçlamasına başvurulduğuna dair şüphelere de rastlanıyor. Sebebi açıklanamayan tayinler var mesela. En çarpıcı tayin örneklerinden biri yakında ortaya çıktı. “Hortumculuk davaları”nın meşhur hâkimi Mustafa Akın, aniden görevinden alındı ve Ağır Ceza Mahkemesi’ne atandı. Yolsuzluk ve bankacılık davalarındaki tecrübesi ve cesareti ile bilinen Akın’ın bir gecede aniden tayin edilmesi kuşkulara yol açtı. Hatta kamuoyunda dolaşan yaygın kanaat şu: “Kent Bank, İktisat Bankası, Yurt Bank gibi davalara da bakan Akın’ın bu konularda karar vermesi istenmedi.” Doğrudur, yanlıştır bilinmez; ancak bu tür müdahaleler çok sayıda soru işaretinin oluşmasına vesile oluyor. HSYK’nın tayin kararını oybirliği ile değil oyçokluğu ile alması bile bu aşamada kuşkuları çoğaltıyor.
İlginç olan durum şu ki; soru işaretlerinin belirdiği davalarda “soruşturmacı gazetecilik”in izlerine pek rastlanamıyor. Ne olduğunu tam anlamak mümkün değil. Türk gazeteciliğinin o meşhur tecessüs duygusu dumura mı uğradı; bunu anla(t)mak sanıldığı kadar kolay gözükmüyor...
Ölçü şudur: Hiçbir mazeret, adalet kavramının yıpratılmasını meşru kılmaz; kılmamalı. Ancak adaletin yıpranmasına yargı mensupları ve kurumları da müsaade etmemeli. Çünkü insanlar adaletin bağımsızlığına ve tarafsızlığına güvenlerini kaybederse, sadece yargı kurumları değil, ülke bundan zarar görür. Türkiye’mizin böyle bir maceraya dayanacak gücü kalmamıştır üstelik. Hükümetten sivil toplum kuruluşlarına, medyadan en sade vatandaşa kadar herkes yargının siyasetten ve menfaatten arındırılmasına yardımcı olmalı; en çok da yargının kendisi yanlış anlamaya sebep olacak polemiklerden sakınmalı. Çünkü pek çok hayati kurum gibi adaletin de yedeği yok...
Zaman, 26.3.2007
|
Ekrem DUMANLI
27.03.2007
|
|
|
HSYK’da neler oluyor? |
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda (HSYK) neler olup bittiğini –doğru dürüst- anlayan var mı aranızda?
Tamam, gazetelerde HSYK’ya ilişkin haberler eksik değil; hem de öne çıkan haberler. “Müsteşar rapor aldı”, “Bakan Çiçek, Adalet Bakanlığı’nın bu tartışmalar içinde yeri olmadığını açıkladı”, “Adalet Bakanı’ndan karşı atak: Danıştay seçimini yapalım” vs.
Besbelli ki ortada bir sorun var, ama işin aslı nedir? Kim haklı kim haksız? Önümüze gelen haberler -başyazarın dediği gibi- “Bu iktidarın en sevmediği şeyin ‘adalet’in kendisi” olduğunun ya da Adalet Bakanı’nın HSKY’nin toplanmasını, Yargıtay’a üye seçmesini engellediğinin bir işareti mi, yoksa bakanlığın ima ettiği gibi asıl mesele boşalmış koltuklara yeni üye seçimi değil yeni Yargıtay Başsavcılığı ve daire başkanlarının yaklaşan seçimlerindeki güç dengesi hesabı mıdır?
Tartışmayla kendisinden söz edilen bir başka gelişme de, yeni Yargıtay yasasının yakın tarihte Meclis’ten geçmesi beklentisidir. Yargıtay üye sayısını 250’den 150’ye indirerek bu kurumu özellikle bir “içtihat mahkemesi”ne dönüştüreceği söylenen tasarı kapıda beklerken, yeni üye seçiminin ne âlemi var, denmektedir.
HSYK’na ilişkin, nedenleri yarı açık yarı kapalı bu tartışmaya ilişkin ilk yorumum şöyle:
Ortada bir çekişmenin olduğu muhakkak. Taraflardan birisinin HSYK’nın seçilmiş üyeleri, diğerinin ise (Bakan “olay bizim dışımızda” dese de) kurulun tabii üyeleri olan Adalet Bakanı ve bakanlık müsteşarı olduğu da açık. Ayrıca ortadaki gerginliğin “siyaset-yargı” arasında cereyan ettiği de besbelli.
Ancak, nedense, bu tartışma (da) son derece kapalı –hatta şifreli- bir dil ve tarzda gelişiyor. Her iki taraf tarafından da tercih edilen bu dil ve tarz ise, ülkenin “adalet”e ilişkin ciddi sorunlarının tartışılıp çözüm yolları aranması açısından son derece sakıncalı.
Bu yavan tartışmanın HSYK hakkında ortaya olması gerektiği gibi olgun eleştirilerin çıkması ve söz konusu kurumun bunlar ışığında yeni bir yapıya kavuşması yolunda hiçbir yararı yok.
Bu yavan tartışmada –bana göre- en şaşırtıcı taraf da şu:
HSYK, yakın zamanda “Şemdinli davası”nın iddianamesini hazırlayan savcı Ferhat Sarıkaya’yı meslekten ihraç ettiğinde, ülkede sözüne güvenilir hemen her hukukçu bu cezayı son derece ölçüsüz bulmamış mıydı?
Yakın dönemde karşılaştığımız bu gelişmeyi özellikle şunun için hatırlatıyorum: HSYK’nın yapması gereken –ama bakanlıkça engelleyen- seçimlerden söz ederken, dikkati sadece bu işlemlere yöneltmek ve kurumun Sarıkaya kararı ile öne çıkan yetkilerini hepten tartışma dışında bırakmak uygun mudur?
Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, HSYK’dan çıkan kararlara ilişkin şu –çok da esprili- tespiti yapıyordu: “Bugün bir hâkim hakkında herhangi bir işlem yapıldığında o hâkimin, işleme itiraz etmesi halinde HSYK’dan gelen cevap tek cümledir: Dosyadaki bilgi ve belgelere göre itirazınız yerinde görülmemiştir. Hangi bilgi, hangi belge, belli değildir. Çünkü karar gizli alınmıştır. Hâkim, hakkındaki işlemi bilemez. Oysa İtalya’da HSYK toplantıları kamuya açıktır. Hakkında işlem yapılan hâkim, gidip o toplantıyı izleyebilir.”
HSYK’na ilişkin tartışmayı –bugün olduğu gibi- sonuç olarak bir “Bakanlık-Yargı” çekişmesine indirgemek, bu kurumun yargının bağımsızlığı söz konusu olduğunda barındırdığı önemli diğer sakıncaların tartışılmasının da önünü kapamaktadır. Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ahmet Gündel, bir yıl kadar önce yayımladığı bir yazısında bu sakıncalara işaret ediyordu. Gündel, HSYK’ya ilişkin eleştirileri kurulun seçilmemiş iki üyesinin varlığıyla sınırlamanın yetersiz olduğunu vurguladıktan sonra şöyle devam ediyordu: “Bununla birlikte sorun, Adalet Bakanı’nın kurulda yer alması değil, kurulun yapısı ve insan kaynağıdır. (...) HSYK’daki asıl sıkıntı yapılanma şekli ile diğer üyelerin sadece yüksek yargı organlarınca seçilmesi ve atamanın Cumhurbaşkanı tarafından yapılmasıdır. Yargıtay ve Danıştay, yargının önemli unsurlarıdır, ancak tamamı veya temsilcisi değillerdir.”
Ahmet Gündel’in bu çerçevede, 1961 Anayasası’nın getirdiği 18 üyeli Yüksek Hakimler Kurulu’nu da hatırlatıyordu. 6 üyesi Yargıtay, altısı birinci sınıfa ayrılmış hakimlerce ve kendi aralarında seçilen üyeler ile altısı da Millet Meclisi ve Senato tarafından gerekli koşulları taşıyan kişiler arasından seçilerek oluşturulmuş bu kurum olması gerekene bugünkü HSYK’dan çok daha yakındı.
Gündel, Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi başkanlığı döneminde HSYK’ya ilişkin görüşünü de şöyle aktarıyor:
“Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, 9 Ocak 2001 tarihinde Uluslararası Anayasa Hukuk Kurultayı’nda “HSYK’nun oluşma ve çalışma biçiminden doğan pek çok sakıncanın yargı bağımsızlığını zedelediğini’ ifade etmiştir.”
Toparlayacak olursak, asıl olarak söylemek istediğim şu: Konu ne olursa olsun, tartışmayı konuyu ve izleyenleri ciddiye alarak yapalım.
Yeni Şafak, 26.3.2007
|
Kürşat BUMİN
27.03.2007
|
|
|
Üç ilkeyi beraber kullanan bir cumhurbaşkanı istiyorum |
Son zamanlarda yazılı ve sözlü basında devletin bir kesiminden, kimi gazeteci ve hatta öğretim üyelerinden belirli bir siyasi yorum yapılırken ‘laik Cumhuriyet’ vurgusunun kullanıldığını daha sık duyuyoruz.
Bu kesim insanları devletin laik yapısına yönelik tehlikelere gönderme yaparken korunması gereken temel anayasal ilkenin Cumhuriyet’in laiklik ilkesi olduğunu dile getiriyorlar.
Son aylarda Sayın Cumhurbaşkanı Sezer’den, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarından da bu vurguyu yani ‘laik Cumhuriyet’ vurgusunu sık sık işitir hale geldik.
Laiklik, demokrasi ve hukuk
devletinden önemli mi?
Oysa bendeniz, bir yurttaş olarak, en başta Sayın Cumhurbaşkanı’ndan yani bir hukukçu üstelik eski bir Anayasa Mahkemesi Başkanı’ndan Cumhuriyet’in korunması gereken niteliklerine gönderme yaparken Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan ‘demokrasi, laiklik ve sosyal hukuk devleti’ ilkelerini beraber, bunları ASLA birbirinden ayırmadan kullanmasını ve bu beraberliği bilinçli olarak muhafaza etmesini beklerdim.
İçinde bulunduğumuz günlere damgasını vuran temel gündem hiç kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve benim de seçilecek Cumhurbaşkanı’ndan temel beklentim ve temennim her fırsatta ‘laik Cumhuriyet’ demektense, ‘demokratik, laik, hukuk devleti’ ifadesini özenle ve bilinçli bir biçimde beraber kullanması.
Her fırsatta Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan ve devletin temel niteliklerini belirleyen bu üç kavrama yani demokrasiye, laikliğe ve hukuk devletine gönderme yapmaktansa ‘laik Cumhuriyet’ ifadesini tercih edenlerin bilinçli bir biçimde vermeye çalıştıkları mesaj bu üç temel ilke arasında bir hiyerarşinin yani önem sırasının varlığı ve laiklik ilkesinin öne geçirilmek istenmesi.
‘Laik Cumhuriyet’ ifadesinin
temel hedefi ne olabilir?
Diğer bir anlatımla, laikliği koruma uğruna demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinden taviz verilebileceği, hatta bu iki ilkenin belirli bir süre rafa kaldırılabileceği ‘laik Cumhuriyet’ ifadesi ile verilmek istenen temel mesaj.
Bazıları bu işi açık açık da ifade ediyorlar, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin bir süre laikliği korumak için askıya alınabileceğini, laiklik korunursa, nasılsa demokrasi ve hukuk devletine bir gün geri dönülebileceğini ama laiklik elden giderse, demokrasi ve hukuk devletine asla geri dönüş olamayacağını söylüyorlar.
Bendeniz bu son görüşü tümü ile bir saçmalık olarak değerlindiriyorum ve 2007 Türkiye’sinde bunları düşünmenin bile bir kepazelik olduğunu ve söz konusu üç temel ilkenin ASLA VE ASLA birbirlerinden ayrılmaması gerektiğini ifade etmek istiyorum.
Doğrusunu söylemek gerekir ise demokrasi ve hukuk devleti içeriği boşaltılmış bir ‘laik Cumhuriyet’ benim içinde yaşamak isteyeceğim, yurttaşı olmaktan gurur duyacağım bir Cumhuriyet asla değildir ve olmayacaktır.
1980-1983 Kenan Evren Cumhuriyeti de laik bir cumhuriyet idi, 1976-1983 Arjantin darbesi de laik cumhuriyetten geri adım atmadı, Hitler Almanyası da bir laik cumhuriyet idi, bunları lütfen unutmayalım.
Sözün özü
16 Mayıs’ta seçilecek Cumhurbaşkanı’ndan temel beklentim resmi söylemlerinde bu üç ilkeyi yani demokrasiyi, laikliği ve hukuk devletini asla birbirinden ayırarak kullanmamasıdır.
Devletin çok üst noktalarından, Anayasa’nın ikinci maddesi orada dururken, bilinçli olduğunu düşündüğüm bir biçimde ‘laik cumhuriyet’ vurgusunu işitmek beni ciddi bir biçimde kaygılandırıyor ve benim bu kaygımı paylaşanların sayısı da az değil.
Star, 26.3.2007
|
Eser KARAKAŞ
27.03.2007
|
|
|
|