|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
"Suyun deve ile aralarında taksim edileceğini onlara bildir. Herkes kuyuya kendi nöbetinde gelsin."
Kamer Sûresi: 28
|
19.03.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Dilsiz hayvanlara eziyetten sakının. Onlara güzel bir şekilde binin. Besili iken kesip yiyin.
Câmiü's Sağîr, c: 1, no: 69
|
19.03.2007
|
|
Muhabbeti Hakikî Sahibine vermeli
Evet, Hâlık-ı Zülcelâlinden havf etmek, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; Onun rahmetinin kucağına atar. Mâlûmdur ki, bir vâlide, meselâ, bir yavruyu korkutup, sînesine celb ediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü, şefkat sînesine celb ediyor. Halbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır. Demek, havfullahta bir azîm lezzet vardır.
Mâdem havfullâhın böyle lezzeti bulunsa, muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu mâlûm olur. Hem, Allah’tan havf eden, başkaların kasâvetli, belâlı havfından kurtulur. Hem, Allah hesâbına olduğu için mahlûkata ettiği muhabbet dahi, firâklı, elemli olmuyor.
Evet, insan evvelâ nefsini sever, sonra akaribini, sonra milletini, sonra zîhayat mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki, şu herc ü merc âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ıztırap içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur.
Mâdem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakikî sahibine ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl Sahibine mahsustur; ne vakit Hakikî Sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı Onun nâmiyle ve Onun aynası olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa, muhabbet, en leziz bir nimet iken, en elîm bir nikmet olur.
Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 1. Meyve, s. 322
Lügatçe:
muhabbetullah: Allah sevgisi.
Halık-ı Zülcelâl: Celâl sahibi
Yaratıcı.
havf: Korku.
celb: Çekme.
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın şefkati.
lem’a: Parıltı.
havfullah: Allah korkusu.
azîm: Büyük.
firâklı: Ayrılıklı.
akarib: Akrabalar.
zîhayat: Hayat sahibi.
mütelezziz: Lezzetlenmiş.
müteellim: Elemlenmiş, hüzünlü, üzgün.
herc ü merc: Darma dağın.
nihayetsiz: Sonsuz.
kemâl: Mükemmellik, olgunluk.
cemâl: Güzellik.
nikmet: Nimetsizlik, faydasızlık, ceza.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
19.03.2007
|
|
Barla... Ah Barla...
İki yıllık bir hayalin gerçeğe dönüşümüydü. İki yıldan beri dilimizden düşüremediğimiz... Birbirimize, gidenlerin anılarını anlatırken bile bambaşka heyecanlara büründüğümüz bir seyahatti bu...
İşte böylesi bir heyecanla, tarifi muhal bir sevinçle çıktık yola. İstikamet Barla! Nurların intişar ettiği mekâna gitmenin yanı sıra, o yerlere böylesine güzide, seçilmiş insanlarla birlikte gitmek bir ayrıcalıktı. O insanlar ki bize Nuru tanıttı, bizi Nura boyadılar. Gözleri parlıyordu herkesin. Çünkü o gözler ki Barla’yı görmeye gidiyordu.
Gönüllerdeki Nur sevdasının meydana getirdiği şahs-ı manevîden doğan o ulvî havayı teneffüs edenlerden olmak bile bir ayrıcalıktı benim için. Bir gece yolculuğu sonunda gözlerimizi Barla’ya açtık. Allah’ım! Ne güzelmiş bir sabah Barla’ya uyanmak! Bu uyanış sadece gözlerimizi açmaktan ibaret değildi aslında. Bir silkeleniş vardı bu uyanışta. Uyanan gözlerimizden ziyade gönüllerimizdi. Bir uyanış vardı yüreklerde. Bir uyanış vardı ruhlarımızda. İşte böyle bir uyanış ile ‘Günaydın!’ dedik Barla’ya. Bütün ihtişamıyla, o manevî heybetiyle bize ‘Hoşgeldin’lerin en güzelini sunuyordu.
Gece yolculuk esnasında hiçbirimiz uykumuzu tam alamamış olmamıza rağmen, odalarımıza yerleşir yerleşmez programa başladık. Uykudan yana tercih yaparak kaybedecek vaktimiz yoktu çünkü. Ne kadar haklı olduğumuzu zamanla daha iyi anladık sanırım. Güneş ne çabuk doğuyor, ne çabuk batıyormuş Barla’da.
Öyle çabuk öyle hızlı geçti ki zaman...
Çam Dağına arabayla çıkarken yorgun düşen bizler, Üstadımızın o yolları yürüyerek geçtiğini düşündükçe hayretler içinde kaldık. Gerçi, bizi hayrette bırakan sadece bu değildi. Sadece kökü bulunan katran ağacını, yere yıkılmış haliyle bile hâlâ heybetini muhafaza etmekte olan ve sanki kolları olan dallarını semaya açmış duâ ediyor gibi duran Çam ağacını görünce, Üstadımızdan kalan hatıraları bile bize buruk yaşatan zihniyetlere hayret etmekten kendimizi alamadık. Çam Dağında ders yaparken kuşların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin; hatta esen yelin bile bizi dinlediğini yakînen hissettik.
Her sabah namazdan sonra soluğu Üstadımızın evinde almak, Nurlardan günün ilk dersini aldıktan sonra Cennet Bahçesine yolculuk yapmak... Güne böyle bir ayrıcalıkla başlamanın tarifi yapılabilir mi acaba? Bilemiyorum...
Rüya gibiydin. Rüya gibisin Barla! Daha yeni ‘merhaba’ demişken sana, veda vaktinin geldiğini söylüyor takvimler. Ben hâlâ ilk nefesimdeyim. Seni içime çektiğim nefeste. İlk kelimemin son hecesini söyleyemeden daha, nasıl ‘güle güle’ derim sana? Bir saniye bile gözlerini yummayı kayıp bilen bakışlarımı nasıl alırım çehrenden?
Soruyor Barla! Taşına toprağına, havana suyuna, seni soluklamaya doyamamış gönlüm ‘Vuslat ne zamana?’ diyor. Susuyorum! Sessizliğine gömerek sükûnetimi, seni seyrediyorum. Hiç kırpmadan gözlerimi. Yüreğim yanıyor, gözyaşlarım üşüyor gözbebeklerimde. Düşmesin Barla! Bu yaş düşmesin yere.
Ey Nurlar diyarı Barla! Bir hayal sür'atinde geçtin içimizden, biz de senin içinden. Bir hayal gibi yaşadık seni.
Veda etmedik sana! Edemedik! Evet, gideriz belki ama; sen de kalanımızsın. İçimizde kalanımız! Kal Barla! İçimizde Kal! Sınırlar çiz ömür takvimimize. Senden öncesi ve senden sonrası olsun. Kal Barla! Yüreğimizin en derinlerine demir atmış heybetinle, bakışlarımızı sana açtığımız sabahta kalsın takvim. Ve sen hep ‘merhaba’sında kal bu gelişimizin. Ne olur! Kalanımız ol sen bizim! Bakışlarımızda kalanımız, gönlümüzde kalanımız...
Ve gidiyoruz... Öyle yabancı ki bu şehir, öyle yabancı ki yollar! Ruhumuz Barla’da kalmış, bunu giderken anlıyoruz. Unutma bizi Barla!
Bir ömür boyu Barla’da kalmak isteyen şairi anlamamak mümkün mü? Sen gider gözüktüğümüze bakma böyle. Bavullar, valizler... Hepsi yalan... İyi bak olur mu geride bıraktığımız hatıralara. Geride bıraktığımız gönüllerimize iyi bak! Bir solukta içimize çekmek isterken, içinde kayıplara karıştığımız Barla...
|
Gülsüm KANBUR
19.03.2007
|
|
Mülhim
Allah (c.c.), Mülhim’dir. Yani, peygamberlerine vahiy gönderir, mahlûkatı ile ilhâm yoluyla konuşur. Kullarının kalbine dilediği bilgileri akıtır, doğruları ilham eder. Cenâb-ı Allah ezelî ve ebedî kelâm sahibidir.
Mülhim ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Cevşenü’l-Kebir’de vârit olan isimlerdendir.
Kur’ân’ın, İsm-i Âzamdan ve her ismin azamlık mertebesinden geldiğini ve bütün âlemlerin Rabbi îtibâriyle Allah kelâmı olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, ilhamların ise bir kısmının has bir îtibâr ile, cüz’î bir ünvan ile, husûsî bir ismin cüz’î tecellîsi ile, has bir rubûbiyet ile, mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile mahlûkatın kalplerine akıtıldığını kaydeder.2
Saîd Nursî’ye göre, ilhamların husûsiyet ve külliyet cihetinde dereceleri çok çeşitlidir. En cüz’îsi ve en basiti hayvanların ilhamıdır. Onlardan biraz yüksek, avâm insanların ilhamları gelmektedir. Sonra sırayla ilhamlar, avâm melâikenin ilhamları, evliyâ ilhamları ve büyük melâike ilhamları tarzında derece derece yükselmektedir. İlham sırrına binâen her bir velî kalbinin telefonuyla, “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor” diyebilmektedir.3
Bedîüzzaman’a göre, bir padişâhın ihtişamlı saltanatından çıkan fermanı, âdi bir adamla konuşmasından ne kadar yüksekse, Kur’ân da diğer ilâhî kelimelerden ve ilhamlardan o derece yüksektir. Ku’rân’dan sonra ikinci derecede diğer mukaddes kitaplar ve semâvî sahifeler gelmektedir. Bütün ilâhî kitaplar, ilhamlardan üstündürler.4 Enbiyaya gelen vahyin ekserisinin melek vâsıtasıyla; ilhamların ekserisinin ise vâsıtasız olmasının bir sırrı ve hikmeti budur.5
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2: 259
2- Sözler, s. 123
3- A.g.e., s. 124
4- A.g.e., s. 124
5- A.g.e., s. 125
|
19.03.2007
|
|
Nurdan Duâlar
Allah’ım, mahlûkatının çokluğu içerisinde birliğinin kandili, kâinatının sergisinde Vahdâniyetinin dellâlı olan Efendimiz Muhammed’e (asm), onun bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle.
Sözler, s. 548
***
Allah’ım! Bizi, dünyada Senin sevgin ve bizi Sana ve Senin emrettiğin gibi istikametli olmaya yaklaştıracak şeylerin sevgisiyle, âhirette ise rahmetini ve cemâlini bize göstermeğe rızıklandır.
Sözler, s. 593
|
19.03.2007
|
|
|
|