Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

28 Şubat’ın onuncu yıldönümü

Dört gün sonra 28 Şubat’ın onuncu yıldönümü. “28 Şubat bin yıl sürecek” diyen eski Genelkurmay Başkanı belki bilmeden bir gerçeği ifade ediyordu. Gerçi bir süre telaffuz etmekle işi biraz sınırlamış oluyordu. Ama 28 Şubat denilince anlamamız gereken şeyler bir bakıma insanlığın en eski zamanlarından beri var olan ve insanlık var oldukça da eksilmeyecek bazı insani tutum ve değerlere denk geliyor. Ancak bu tutum ve değerlerin hiç birinde hiçbir olumluluk bulamazsınız.

28 Şubat bir kifayetsizlerin ihtirası öyküsüdür. Bu öykü insanlığın bir boyutunun da öyküsüdür. Bu ne eskiden var olmayan bir şeydi, ne de gelecekte yok olacak bir şeydir. 28 Şubat sürecinde siyasette, ekonomik hayatta, akademik dünyada, sınıfsal düzeyde kifayetsizlerin ihtiras duygularına hitap edilmiş ve kifayetsizlere büyük ödüller dağıtan bir operasyon toplumsal bir taban bulabilmiştir. Dünyanın veya tarihin neresine giderseniz, kifayetsiz kitlelere mertebeler dağıtmaya dayalı yeni bir iktidar paylaşımının her zaman bir başarı şansının olduğunu görebilirsiniz.

Bu süreç, kuralına göre oynandığında iktidarın ellerinden kayıp yavaş yavaş gidiyor olduğunu fark edenlerin telaşlı bir toparlanma ve kuralları zorlama, hatta bozma hareketiydi. 28 Şubat, oyunun kurallarının tamamen keyfi bir biçimde nasıl yeniden konulabildiğini, hatta hiçbir kural tanımaksızın oyuna fiilen galebe çalınabildiğinin de örneğidir. Hâkim olanın istediği kaideye istediği istisnayı koyabildiği bir mutlak egemenlik kuralının gizli geçerliliği böylece açığa çıkmıştır.

On yıl önce demokrasinin, siyasetin, hukukun kabul edilmiş kaidelerine keyfi olarak konulmuş olan istisnaların çoğu, bugün fiilen çalışmaktadır. Bu istisnaların sağladığı “özel güvenlik alanlarında”, Atatürkçülük maskesinin altında her türlü “çılgınlık” dokunulmazlık zırhına kavuşabilmiştir. Üniversitelerde hiçbir bilimsel özelliği olmayanlar, bu maskenin arkasında rejime sadakatlerini öne sürerek “özel istismar alanları”ndan faydalanabilmişlerdir. Hiçbir bilimsel kalitesi olmayan çalışmalar işin içine katılan abartılı ve alakasız bağlamlardaki bir Atatürk övgüsünün sağladığı pasoyla geçebilmiştir. Bu çalışmaların kalitesizliğini gören birçok kapı görevlisi de bu pasonun sağladığı psikolojik baskıya dayanamamış, gösterene geçit verebilmiştir. Bunun geçerli bir kimlik olduğunu bilenler de başka hiçbir kaliteyi sağlamaya ihtiyaç duymadan sadece bu kimliği elde etmenin peşine düşmüşlerdir. Akademik hayatta 10 yıl içinde gelinen durum budur. Özellikle sosyal bilimler alanında kayda değer bir gelişmenin olmamasının arkasında daha belirleyici bir neden yok. İsteyen son on yılda doktora veya doçentlik kapılarından geçenler üzerine bu gözle bir çalışma yapabilir.

28 Şubat bir kötülüktü. Bu halkın ülkesine, şahsiyetine, inancına, bilimine, ekonomisine, siyasetine ve hepsinin toplam kalitesine yapılan bir kötülüktü. Ancak bunu abartmamak lazımdır. 28 Şubat enikonu sıradan bir gündür. 28 Şubat günü olanlar her gün olabilir, olmaktadır da. O gün doğası itibariyle evrensel olan bir kötülük oldu. Kötülük evrenseldir. En az iyilik kadar. Bu kötülük aynı zamanda iyi olmak için, iyi olduğunu ortaya koyabilmek için de bir fırsattı. 28 Şubat’ın Türkiye’de birçok kesime çok faydası olduğu söylendi. Doğrudur. Ama faydası her türlü kötülüğün faydası kadardır.

Zararı ise sayılamayacak kadar çok olmuştur; bu memleketin kalitesine, bilimine, ekonomisine, siyasi ahlakına, her şeyine ve aslında bizzat onu planlayanlara da.

28 Şubat işine tevessül edenlerin hiçbiri tamah ettikleri hiç bir şeyin hayrını göremedi, bir lanet gibi çöktü üzerlerine geçici olarak elde ettikleri. İsim saymayalım burada, herkes neler olup bittiğini çok iyi gördü.

28 Şubat’ın birilerini eğittiği, olgunlaştırdığı da doğrudur. Ama bundan dolayı onu hayırla yad edenler, olsa olsa sürecin sağladığı rüşvete tav olanlardır. Böyle düşünenlerin hayatlarındaki değişime bakın, anlarsınız. Başa gelen kötülüklerin bir insanı olgunlaştırması şaşılacak bir durum değildir. Bunun için kötülükleri haklılaştırmak mümkün olmadığı gibi bu durum kötülüğe tapınmayı da gerektirmez.

28 Şubat sürecinin başarıya ulaşmış olduğu ise doğru değildir. Sadece bir iki kalemdeki duruma göz atalım:

1. On yıl sonra tek başına iktidara gelme ihtimali var diye engellenmek istenen hareket bu sayede sadece beş yıl sonra ezici bir çoğunlukla iktidara geldi.

2. Üniversitelerde başörtüsü sorunu çözülmüştür. Hiçbir direnç yoktur artık. Birileri okulda sebep olanlara lanet okuyarak açmakta, okul dışına çıkar çıkmaz kapanmaktadır. Önemli sayıda birileri de başörtüsünü çıkarmaktansa okul okumayı bırakıp eve kapanmaktadır. Demek ki neymiş? Kadını özgürleştirme adına hareket ettiğini söyleyen 28 Şubatçılar kadınları eve kapatmıştır.

3. İmam-Hatip liselerinin orta kısımları kapanmıştır, ama gelişen dünyanın yeni eğitim ve öğretim imkânları ve birçok başka nedenle din eğitimi çok daha yaygın ve çok daha verimli bir biçimde artmıştır. Üstelik kontrolü çok daha fazla zorlaşmıştır.

Liste daha da uzar, ama Allah’ın günü çok.

28 Şubat’a takılıp kalmayalım.

Kötülük bu ülkeden uzak olsun.

Yeni Şafak, 24.2.2007

Yasin AKTAY

25.02.2007


 

Atatürk, Kemalizm ve demokrasi

Mustafa Kemal Atatürk, tarihe mal olmuş bir liderdir...

Kemalizm, tek parti döneminin militer ideolojisidir...

Demokrasi, çoğulculuktur...

Ama bunlardan önce... Bizim devletin kimliğine bir bakmak gerekir.

***

Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti nasıl tanımlanıyor?

-Laik...

-Demokratik..

-Sosyal...

- Hukuk devleti...

Sonuncu özelliğini bir kez daha vurgularsak.

Neymiş? Hukuk devletiymiş...

***

O zaman yola oradan devam edelim...

Hukuk. Hukuku ne belirleyecek?

Evrensel uygulama.

Daha somut söylersek.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi.

Ne alaka? Şu alaka ki...

Bizim Anayasanın 90. maddesinin son fıkrası, insan hakları konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını iç hukuktan daha üstün görmekte.

**

Fikir özgürlüğü de...

İnsan haklarının en önemli...

En olmazsa olmaz cüzü.

Peki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi...

Fikir özgürlüğünü nasıl tanımlıyor?

Tanımını nasıl yapıyor?

Handyside Kararı’yla.

***

Handyside Kararı...

Nedir? ‘Düşünceyi açıklama özgürlüğü...’ Evet...

‘Sade hoşa giden... Veya zararsız...

Ya da tepki yaratmaz sayılan haber veya fikirler için değil...’

Ya peki ne için? ‘Devlete... Halkın bir kısmına... Ters düşen... Şoke eden..

Ya da üzüntüye sevk eden fikirler için de geçerlidir.’

***

Neden? ‘Çoğulculuk... Hoşgörü...

Ve yeniliğe kucak açma bunu gerektirir ve bunlar olmadan demokratik toplum olmaz’ çünkü.

Türkiye Anayasa’sına saygılı ise bir ‘hukuk’ devleti.

Türkiye Anayasa’sına saygılı ise burada da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi iç hukuktan üstün...

O halde Türkiye’de fikir özgürlüğünü de Handyside Kararı tanımlamakta.

**

Öyleyse...

Mustafa Kemal Atatürk’ten sözederken ‘Avrupalılar neden her yerde aynı adamın fotoğrafları var diye sorarlar ‘demek niye bunca hukuksuzluğa yol açıyor?

Yerel gazete neye dayanarak ‘hain’ manşetini döşeniyor?

O konuşmacıyı davet eden iktidar partisi ‘hukuku’ savunmak yerine niye hamaset şefliğine taşınıyor?

Üniversite yöneticisi neden topa giriyor?

Kurum niye soruşturma açıyor?

Ve niye tonla linç yazısı yazılabiliyor?

***

Bunları neden yazıyorum ?

Dün Prof. Dr. Atilla Yayla’nın üniversitedeki görevine ‘iade’ edildiğini okudum.

‘Neyse’ dedim... Bir hukuk ayıbı hiç olmazsa düzeltildi. Ama olup bitenin tümü rezaletti... Anayasa madde 2... Anayasa madde 90... Bunlar var mı, yok mu?

Var ise, bunca rezaletin sorumlularına uygulanacak yaptırım ne?

Kendi anayasamıza aykırı davranan onca adamın yaptıklarını sessizce geçiştirecek miyiz? İstediklerinde yeniden anayasayı rahatlıkla çiğnesinler diye bırakacak mıyız?

***

Türkiye bir hukuk devleti...

Hukuku çiğnemek böylesine serbestken bir hukuk devleti olmak mümkün mü peki?

Star, 24.2.2007

Mehmet ALTAN

25.02.2007


 

DTP’liyi sakin dinleyelim

Türkleri ve Kürtleri karşı karşıya getirmek için çeşitli komploların kurulduğu endişesi çok insanda var. DTP il başkanı da bunu farklı ifade ediyor olabilir. Hemen vatan hainliği söylemlerine girip, otomatik tepkisel başlıklar atmak yerine anlamaya çalışmak ve o lafların barışı amaçlayan yönlerini ortaya çıkarmak bizim işimiz olmalı.

Beklenen oldu ve “Kerkük’e yapılacak bir saldırıyı Diyarbakır’a yapılmış sayarız” diye konuşan DTP Diyarbakır İl Başkanı Hilmi Aydoğdu’ya şaşırtıcı olmayan bir tepki geldi. Biz dahil, adamı ‘hain’ şeklinde konumlayan başlıklarla verdik olayı. Sonunda DTP il başkanı tutuklandı.

Söylenenler hayli sevimsiz ve tepki vermemiz de normal görülebilir ama bu ülkede bir gün huzura kavuşacaksak, bu tür laflara otomatik tepki vermeyi aşmayı öğrenmemiz gerekecektir. Denilenleri sakin ve farklı anlamaya çalışırsak ortaya değişik bir görüntü çıkabilir çünkü. Türkiye’nin kendi sınırları dışındaki Kürtlere silahlı müdahalesinin ülke içindeki Kürtlerin tepkisine yol açacağını söylemek belki de bir tehdit değildir. Sadece gerçeğin tespit edilmesi ve söylenmesidir. Türkiye’de Türkleri ve Kürtleri karşı karşıya getirmek için çeşitli oyunların oynandığı, komploların kurulduğu endişesi çok insanda var. DTP il başkanı da bu endişeyi farklı laflarla ifade ediyor olabilir. Hemen vatan hainliği söylemlerine girip, otomatik tepkisel başlıklar atmak yerine anlamaya çalışmak ve o lafların barışı amaçlayan yönlerini ortaya çıkarmak bizim işimiz olmalı. Bunun sinyalini de veriyor adam. Diyor ki; “Biz Türkiye’nin Kürtlerle çatışmaya girmesinden ziyade, Türk devletinin Kürtlere dostluk eli uzatmasını istiyoruz.”

Konuşmanın bu bölümü bizim de aynen altına imza atacağımız laflardır. Bugüne kadar durmadan çatışıldı, binlerce aile acı çekti ve analar acılarını yaşıyor şimdi. Sadece bu mesele yüzünden acılı, hüzünlü bir toplum olduk. Biliyorum ki; Kuzey Irak’taki Kürtler, Türklerle dostluk, kardeşlik ve işbirliğini çok arzuluyor. Bölgeye yatırımlar için giden Türk şirketleri işte bu nedenle büyük ilgi ve sevgiyle karşılanıyor. Kuzey Irak’ta teröre bulaşmamış Kürt gruplarla kurulacak ekonomik temelli iyi ilişkiler emin olunuz ki; uzun dönemde PKK unsurlarının tecrit edilmesine yol açacaktır.

Ancak Türkiye’nin bölgeye silahlı müdahalesi barışa giden yolu daha da kapatacak ve ileride daha büyük acıların, yeni kan dökmelerin önünü açacaktır. DTP’li il başkanının sözlerini ben bu açıdan okudum. Gayet tabii aynı sözleri milliyetçi tepkiyle, kabadayı edası ile dinlemek, tepki vermek çok daha rahatlatıcı ve kolay. Sinirlenmeden, kolay yola kaçmadan bu işi çözümlememiz gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin Kürt meselesi hayli karmaşık ve çetrefillidir. Güçe başvurularak çözülecek boyutu çoktan aşmıştır.

Ben gazeteye gelen fotoğraflarda her defasında bayrağa sarılmış şehit cenazesi görmekten artık bıktım. Her fotoğrafın, bir ailenin yüreğine basılmış yara damgası olduğunu biliyorum. Sadece kızıp ‘size gününüzü gösteririz’ diyenler hemen her savaşın bedelini gençlerin ödediğini görsünler lütfen. Yeni söylemlere, korkusuz fikirlere ve tartışmaya gerek var. DTP il başkanını ‘vatan haini’ diye damgalayıp rahatlamak hiçbir işe yaramaz. Onunla diyaloğa girmeliyiz, bazı dediklerinden dersler çıkarmalıyız, bazı laflarının yanlış olduğunu ona anlatmalıyız. Unutmayalım ki; Türkiye’de kan dökülmesini isteyenler, her olayı buna vesile saymaya hazır olanlar var ne yazık ki... Uzun yıllardır yan yana, barış içinde yaşamaya alışmış aklı başındaki Türkler ve Kürtler bu girişimlere izin vermeyecektir. Ben buna inanıyorum.

Akşam, 24.2.2007

Serdar TURGUT

25.02.2007


 

Zinde kuvvetler

Demokratik rejimi yerli yerine oturmuş bir ülkede, Milli Güvenlik Kurulu gibi toplantılar bizdeki kadar ilgi çeker, haber konusu olur mu?

Hayır olmaz.

Tam tersine, böyle ülkelerde ulusal güvenlik konularının görüşüldüğü toplantılar kapalı kapılar arkasında, kamuoyundan uzak bir gizlilik içinde yapılır.

Bizde öyle değil.

Neyin ele alınacağı, nasıl ele alınacağı günler öncesi neredeyse davul zurnayla ilan ediliyor. Sanki iki hasım taraf Çankaya Köşkü’nde karşı karşıya gelecek, bir maç yapılacak ve toplantının bitiminde skor levhası kamuoyuna açıklanacakmış gibi bir hava yayılıyor.

Her seferinde öyle.

Gazeteci milleti teyakkuza geçiyor. Televizyon yayınları MGK toplantısına göre ayarlanıyor. Yorumcular nelerin olabileceği, bundan borsanın etkilenip etkilenmeyeceği konularında çene yarıştırmaya başlıyorlar.

Böylece tansiyon yükseliyor.

Kulis hareketleniyor.

Hiç değişmiyor bu. Ancak bir noktayı belirtmekte yarar var. Özellikle son yıllardaki MGK toplantılarının böyle bir hava içinde yapılmasının arka planında hükümet yok, asker var. Kamuoyu sivil değil, askeri kaynaklar tarafından oluşturuluyor.

Oyun bu kez de farklı oynanmadı. Barzani ve Talabani’yle görüşülür görüşülmez tartışmalarıyla birlikte, Kuzey Irak ve PKK konusu özellikle Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt tarafından siyasetin bir numaralı gündem maddesi yapıldı.

Hemen akla takılıyor:

Demokratik rejim ve asker...

Asker, demokratik rejim içinde olması gereken yere oturmadığı sürece siyasal istikrar sorunu gerektiği gibi çözülemez bu ülkede. Bazı temel sorunlar -başta Kürt meselesi olmak üzere- hal yoluna sokulamaz.

Askerin yerini saptamak, sadece yasal bir konu değildir. Örneğin AKP hükümeti, Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde, demokrasi açısından doğru ve cesur adımlar atarak MGK’nın niteliğini, MGK Genel Sekreterliği’nin yapısını değiştirdi.

İyi güzel ama...

Pratikte ne değişti?..

Askerin sesi yine yüksekten çıkmıyor mu? Etkisi sürmüyor mu? Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt’ın konuşmaları yine parti lideri gibi değil mi?

Örneğin, bu yakınlarda Washington Büyükelçiliğimizdeki konuşmasında Büyükanıt Paşa, Türkiye’nin 1923’den beri en büyük tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya olduğunu söylemiş, arkasından eklemişti:

“Ama korkmayın, dinamik güçler var.”

Nedir bu güçler sorusuna yanıtı da şu olmuştu Büyükanıt Paşa’nın:

“O anda aklıma zinde yerine, dinamik geldi. Derin devleti filan kastetmedik.”

Neydi bu zinde güçler?

Geçen gün yeni bir kitap çalışması nedeniyle günlüğümün sayfaları arasında dolaşırken bir not elime geçti, Demirel’le ilgili.

Tarih, 31 Ekim 1985.

Demirel’in siyaset yasağı sürüyor. Seçimler yapılmış, Özal ve ANAP iktidarda ama 12 Eylül henüz tam anlamıyla sona ermiş değil. Çünkü, Ankara’da, İstanbul’da sıkıyönetim idareleri daha kalkmamış...

Günlüğümde şunlar yazılı:

“Demirel’le Güniz Sokak’ta görüştüm. Morali yerinde, neşeli. Askerin demokratik rejimlerdeki yerini konuştuk her zamanki gibi. 1965 yılında Ürgüplü hükümetinde başbakan yardımcısıyken, MİT ona bağlıymış. Her sabah MİT’ten bir emekli subay kurye olarak gelirmiş. ‘Aman zinde kuvvetler... Aman zinde kuvvetler tedirgin olur’ dermiş...

Demirel gülerek şöyle dedi:

Başlangıçta ben de hep merak etmiştim, acep nedir bu zinde kuvvetler diye... Sonradan öğrendik ki orduymuş...”

Sayın Demirel,

Zinde kuvvetler hâlâ zinde!

Milliyet, 24.2.2007

Hasan CEMAL

25.02.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004