|
|
|
‘Ogün Samast Üretim Merkezi’ |
Kerametleri kendilerinden menkul bazı “kuvayı milliyeciler”, Kur’an’a, bayrağa ve silaha el basarak bir tür savaş yemini ediyorlar.
Yemin metni fevkalade ırkçı, fevkalade şovenist ve de fevkalade emperyalist.
“Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türküm ben” diyorlar.
“Türk milletini dünyanın efendisi yapmak”tan söz ediyorlar.
Kur’an mesajını ve bayraktaki hilalin derin manasını bilmeden, güya Kur’an’a ve bayrağa bağlılık adına, mezkûr bâtıl davaları ölüm pahasına savunmayı taahhüt ediyorlar.
Elebaşları, bu uğurda ölmeye ve öldürmeye hazır olmak gerektiğini haykırıyor.
Akıl almaz bir akıl tutulması!
“Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türk” asabiyetinin, Rabbu’l Alemîn tarafından bütün insanlığa rehber olarak indirilmiş Kur’an’la alâkası olabilir mi?
Haşa, yüzbin kere haşa!
Zerre kadar alâkası olamaz.
Dünyanın her yerinde İslam’ın bir sembolü olarak kabul edilen hilâlle de alâkası olamaz.
Merhum Mehmed Akif’in Arnavut isyanı üzerine yazdığı şiiri hatırlayalım:
Hani milliyetin İslam idi? Kavmiyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arap’ın Türk’e, Lâz’ın Çerkez’e, yâhut Kürd’e;
Acem’in Çinli’ye rüçhanı mı varmış? Nerede?
Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer?
Fikr-i kavmiyeti telin ediyor Peygamber
Tarihimizin şanlı sayfaları bu idrak sayesinde yazılabilmiştir.
Sadece ırkçılıktan değil, tabir caizse ‘dini şovenizm’den de uzak durulması ve gayrimüslimlerle karşılıklı saygı içinde yan yana yaşamanın ilke olarak benimsenmesi sayesinde yazılabilmiştir bu sayfalar.
Soy, din, kültür farklılığını savaş sebebi saymak ilkelliktir ve biz (Türkler, Kürtler, Çerkezler vs, vs, vs) bu ilkelliği 1000 sene önce aştık, elhamdülillah.
Dünyayı anlamsızca kasıp kavuran Hunların, Moğolların filan değil, Zerdüştlerin filan da değil, bütün insanlığa ışık saçan İslam medeniyetinin varisleriyiz biz.
Ne Orhun Abideleri’ne geri dönebiliriz ne de kadîm Mezopotamya medeniyetlerine. 1920’den sonra doğmuş bir millet gibi de davranamayız.
Böyle bir köksüzlüğü kendimize yakıştıramayız, yakıştırmamalıyız.
Gel de nevzuhur “kuvayı milliyecilere” anlat bunu!
Bu adamlar Din’den bîhaber.
Bu adamlar tarihimizden ve medeniyetimizden de bîhaber.
Bizde “İlâ-yı Kelimetullah için Nizâm-ı Alem” vardır; “Türk milletini dünyanın efendisi yapmak” filan yoktur!
Bizim kitabımızda Dîn’e hizmet vardır, hak ve adalete hizmet vardır, insana hizmet vardır; ırkımızı dünyanın efendisi kılmak filan yoktur!
Kur’an-ı Kerîm’e alenen savaş açan bir kısım “ulusalcı” ve “kuvayı milliyeci”ye gösterdiğimiz tepkinin en az iki katını Kur’an’a el basarak yemin eden “kuvayı milliyeci”lere göstermemiz gerektiğini düşünüyorum.
Zira Kur’an-ı Kerîm’i kullanan “kuvayı milliyeciler”, Din’i bilmemekle beraber “Elhamdülillah Müslüman’ım” diyen ‘ortalama Türk genci’ni daha kolay ayartabilirler.
Bizim tepkimiz bir yana…
Devletten ne haber?
Yeni Şafak, bir ‘Ogün Samast Üretim Merkezi’ ortaya çıkardı.
Devletin askeri ve polisi dururken sokaktaki adamı güya vatan müdafaası için ölmeye/öldürmeye çağıran bir emekli albayın örgütünü bütün dehşetiyle ifşa etti.
Herkes biliyor ki memleketin dört bir yanında yerden mantar biter gibi böyle örgütler bitiyor; bu korkunç gidişe bir dur demek lazım, mevcut ve potansiyel Ogün Samast üreticileri üzerinde caydırıcı bir etkide bulunmak lazım, Yeni Şafak’ın haberindeki örgütlenmenin üzerine gidip hukukun üstünlüğü ilkesine vurgu yapmak lazım…
Yeni Şafak, 10.2.2007
|
Hakan ALBAYRAK
11.02.2007
|
|
|
En korkutucu dernek... |
Silah ve Kur’an üzerine yemin etmişler. Bir tür İttihat Terakki raconu... Yemin işlerini organize eden F. K. isimli bir emekli kurmay albay.
Bu F. K. dernek üyelerini topluyor, ‘Bu uğurda öldürmek var, öldürülmek var! Bin kere pişman olmak, çoluk çocuğunun önünde pişman olmak var...’ şeklinde nutuklar atıyor.
Hangi uğurda öldürmek ve öldürülmek?
Bir dernek mensubu, niçin ölmek ya da öldürmek niyetiyle yola koyulsun ve bu ‘kutsal yol’un bizi götüreceği yer neresidir?
İşin daha da dramatik tarafı şu:
Töreni çocuklara da izlettiriyorlar. Her biri muhtemelen geleceğin Polat Alemdar’ı yahut Memati’si olacak çocuklar...
Derneğin ismi, ‘Kuvayı Milliye Derneği.’ (Neden bu yanlış yazımda ısrar ettikleri de anlaşılabilmiş değil...)
İsminden de anlaşılacağı üzere, vatanın tehlikede olduğunu düşünen insanların kurduğu, yine muhtemeldir ki ‘Dernekler Yasası’na göre faaliyet gösteren bir kuruluş.
Siz isterseniz, ‘sivil toplum örgütü’ de diyebilirsiniz.
Madem 28 Şubat sürecinde darbenin tedvirine memur yazılmış birtakım oluşumlar kendilerini sivil toplum örgütü etiketi altında pazarlıyor, ‘neo-kuvvacılar’ın eksiği ne? Onlar da silah üzerine sivillere yemin ettirerek, basbayağı sivil faaliyet yapıyorlar işte.
Yeri gelmişken, bizde sivil toplum örgütlerine niçin ‘sivil toplum örgütü’ dendiğini de açıklayayım.
Hayır, bizdekilerin Gramsci’yle bir ilgisi yok, ‘sivil’ sözcüğünün çağrıştırdığı ‘politik tavır alışlar’la da ilgisi yok, ‘anti-militarist’ yönelimlerle ilgisi zaten bulunamaz. İçinde siviller varsa, biz o örgütlere ‘sivil toplum örgütü’ diyoruz. Neyse...
Değerli emekli kurmay albay F. K.’nin silah ve Kur’an’a el bastırarak ettirdiği yemin şöyle başlıyor: ‘Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türküm ben.’
Olayı haberleştiren Yeni Şafak refikimizin iddiasına göre, törenin yapıldığı salonda, ayrıca, ‘Kuvayı milliye asla affetmez’ ve ‘Kuvayı Milliye mazlumların ahını ahirete bırakmaz’ yazılı afişler bulunuyormuş.
Buna ne denir bilmiyorum.
Benim içimden ‘Aferin’ demek geçiyor.
Keşke ‘Kuvayı Milliye Derneği’ değil de, ‘Anadan Babadan Türk Olanlar ve Türk Kalanlar Derneği’ denseydi. Böylesi amaca daha uygun olurdu.
Olurdu ama, burada da şöyle bir durum ortaya çıkıyor:
Irka istinat eden dernek faaliyeti olabilir mi?
Hadi oldu diyelim, silah ve Kur’an üzerine yemin de nereden çıktı?
Hem, ‘mazlum’ olarak zikredilenler kim?
Bu dernek kimi affetmeyecek?
Derneğin Mersin temsilcisi K. C. ‘Dernek başkanınca Türkiye’de tespit edilmiş 13.500 hain bulunduğunu, bu hainlerden hesap sorulacağını...’ söylüyor.
İşin içinde ‘silahlı yemin’, ‘ölmek’ ve ‘öldürülmek’ olunca, insan ister istemez merak ediyor: Bu hesap silahla mı sorulacak?
Benim merak ettiğim husus da şu:
Her türlü düşünce beyanının ‘suç’ kapsamında değerlendiren ve 301 alanına taşımakta tereddüt etmeyen ilgili kurumlarımız, işbu ‘silahlılar’ derneği hakkında nasıl bir işlem başlatmayı düşünüyor?
Daha doğrusu, düşünüyor mu?
Düşünmüyorsa, neden?
Star, 10.2.2007
|
Ahmet KEKEÇ
11.02.2007
|
|
|
Türkiye’nin yüzde 92’si Jandarma bölgesi... |
HABER: Jandarma, Trabzon’un Pelitli Beldesini kendi sorumluluk alanından çıkartıp polise vermeye yanaşmıyor. 1997 yılında Trabzon Güvenlik Kurulu, Çaykara ve Düzköy ilçeleri ile Pelitli ve Söğütlü beldelerinden jandarmadan çekilerek polise verilmesi kararı aldı.
Ancak Pelitli’den jandarmanın çekilmesine yönelik karara Jandarma Genel Komutanlığı izin vermedi. Mart 2006’da ise Pelitli’nin polise bırakılmasına yönelik Trabzon Valiliği’nin yazısına Jandarma Genel Komutanlığı cevap bile vermedi. (8 Şubat 2007, Yeni Şafak)
YORUM: Acaba, Türkiye’de Ordu’nun içinde Jandarma diye ayrı bir birim kurulmasının sebebi nedir? Silahlı Kuvvetler’de Kara Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri dışında Jandarma Genel Komutanlığı’nın varlığı şuna dayanıyor: Bir NATO ülkesi olan Türkiye’nin Silahlı Kuvvetleri NATO gücünün bir parçası, ama jandarma buna dahil değil. Bir anlamda Jandarma, Türkiye’nin yedekteki “milli ordusu” mantığına dayanıyor.
Nitekim NATO görevleri dışındaki bir askeri yapı olan Jandarma, ilk dönemde Güneydoğu’daki terör mücadelesinin bütün sorumluluğuna sahipti. Sonradan tehdit büyüyünce devreye Kara Kuvvetleri girdi. Jandarma, NATO kaynaklı işte böylesi bir askeri yaklaşımın ürünü iken ve tamamen “askeri görevlere” dayalı bir yapı iken son zamanlarda Türkiye’de çok daha değişik bir yapılanma ile karşımıza çıkmaya başladı.
Buna kısaca “jandarmanın polisleşmesi süreci” diyebiliriz. Özellikle 28 Şubat sürecinden sonra ve ANAP-DSP-MHP koalisyon hükümeti döneminde jandarma adeta polise alternatif bir yapılanmaya gitti. En modern dinleme cihazları ile donatılmış bir jandarma istihbarat mekanizması kuruldu. Öte yandan Türkiye’de polis birimlerinin henüz yaygın olmadığı merkezlerde güvenliği sağlamakla görevli olan jandarma, yasalar gereği zaman içinde polise devretmesi gereken bu alanları da devretmiyor. O kırsal alanlar şimdi belediye oldu, ilçe oldu, ama jandarma buralardan çıkmadı.
Antalya’da ata binmiş jandarmanın sahillerde yaptığı gezinti, ne kadar iyi niyetli düşünsek düşünelim, kumsalda güneşlenen turist üzerinde Türkiye’nin imajı açısından hiç de iyi bir imaj bırakmıyor. Bugün İstanbul’un veya Ankara’nın göbeğindeki pek çok yer hâlâ jandarmadan soruluyor. Şimdi, yavaş yavaş 28 Şubat olağanüstü sürecinin etkisini üzerinden atmaya çalışan Türkiye’de, jandarmanın askeri gereklerle bağdaşmayan bu pozisyonunu sürdürmekteki ısrarını en azından ben anlayamıyorum.
Kulağımıza geldiğine göre Başbakan Tayyip Erdoğan, jandarmanın polise devretmesi gereken yerlerden çıkması için talimat vermiş. Ancak öte yandan Ankara’da İçişleri Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı arasında ilginç bazı görüşmelerin sürdüğüne dair de haberler geliyor. Bu haberlere göre, jandarma adeta ikinci bir Emniyet Genel Müdürlüğü birimi kuruyor.
Çünkü bu haberlere göre jandarma, şehir merkezlerinde istihbarat ve operasyon yapabilme yetkisi istiyor. Bu söylentiler yaygınlaşınca Jandarma Genel Komutanlığı bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti. Ancak bu açıklama, adeta bu tür haberlere güç katan cümleler taşıyor: “Jandarma, görev alanını genişletme çabası içinde olmayıp, tam tersine yasal görevleri ve genel kolluk sıfatıyla sorumlu olduğu hizmetleri daha iyi yerine getirmek üzere AB normlarında organize olma ve kapasite arttırma çalışmalarını sürdürmektedir.” Zaten jandarmanın görev alanını genişletme çabası içinde olmasına gerek yok, çünkü şehir merkezleri hariç Türkiye’nin yüzde 92’lik bölümünü kontrol ediyor.
Problemin temelinde jandarmanın polisiye bir rol üstlenme talebinin olup olmaması yatıyor. Bizim gözlemimiz, Jandarma Genel Komutanlığı’nda, özellikle de 2003 Yüksek Askeri Şurası sonrasında yapılan yeni bazı atama ve yapılanmalarla, polisiye çizgiye doğru hızlı bir kaymanın olduğu yolundadır. Şu soruyu açıkça soralım: Jandarma’nın organize suçlarla ve terör örgütleriyle mücadele etmesini gerektirecek bir durum içinde miyiz? Elbette, nasıl ki Güneydoğu’daki terör mücadelesinde jandarma yetersiz kalınca devreye polisin özel timleri ve Kara Kuvvetleri birlikleri girdiyse; polisin de organize suçlarla veya terör örgütleriyle başedememesi halinde, jandarmanın yardımı gerekebilir.
Ama şu anda Türkiye’nin böyle bir ihtiyaç içinde olduğunu söylemek çok komik olacaktır. Jandarma, Türkiye’nin ihtiyacı olduğu bir durumda “savaşmak” üzere görev almış olan tamamen askeri bir yapı, Türkiye’nin yedek milli ordusudur. Dolayısıyla her an böyle bir savaş görevi alacak şekilde hazır olmak ve buna göre yapılanmak durumundadır.
Yedek milli ordunun giderek polisiye bir görünüm kazanması, askeri ulusal çıkarlarımızla da bağdaşmıyor. Eğer yarın bir gün polis de jandarmalaşmaya heveslenirse, aynı şey polis için de geçerli olur. O halde noktayı koyalım. Jandarmadan polis, polisten jandarma olmaz. Ve, bir köyde iki muhtar, bir ülkede iki polis gücü olmaz. (15 Ekim 2003, Dünden Bugüne Tercüman)
Bugün, 10.2.2007
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
11.02.2007
|
|
|
Negatif ve pozitif milliyetçilik |
Milliyetçilik popüler bir kavrama dönüşerek tartışmaların odağında yer almaya başladı. Özellikle Dink cinayeti sonrası milliyetçi dalganın yükselişe geçtiğinden sıkça sözediliyor. Milliyetçiliğin bir sorun, bir sıkıntı, hatta bir tehlike ve tehdit olarak algılanması doğal olarak milliyetçi kesimlerde de tepkiselliği arttırıyor.
Milliyetçiliği topyekün suçlamamak ve milliyetçi kesimleri rencide etmemek için ise negatif ve pozitif milliyetçilik tanımı yapanlar var.
Literatüre göre milliyetçilik (ulusçuluk) Fransız Devriminden sonra ortaya çıkan yeni bir olgudur. Amacı ortak dil, tarih ve kültür bağı üzerinden yeni bir “ulus inşa etmek”tir. Bu açıdan milliyetçilik “siyasi” bir kavramdır ve devletin kurucu unsuru olarak bir ulus inşa etmeyi hedefler.
Eric Hobsbawn bu yüzden milletlerin milliyetçiliği değil, milliyetçiliğin milletleri ortaya çıkardığını söyler.
Yani milliyetçilik deyince siyasal bir imalattan bahsedilir.
Etnik unsurların taşıdığı kimliklerin ötesinde belli bir etnik unsurun sahip olduğu siyasi hedefler milliyetçilik açısından önem taşır.
Ulus inşa etme sürecinde milliyetçiliğe olumsuz anlam yükleyenler, “melting pot” denilen bir ülkedeki farklı etnik unsurları bir potada eriterek yeni bir ulus inşa etme çabasına atıf yaparlar. Bu sürecin farklılıkları aynileştirici, törpüleyici, tektipe indirgeyici bir süreç olduğu vurgulanır.
Herder gibi kültürel milliyetçilik vurgusu yapanlar da vardır.
Doğal olarak Fransız Devrimi sonrasındaki uluslaşma sürecinden önce de kültürel ve ananevi özellikleri ön plana çıkararak toplumunu yüceltme, kendisi gibi olanları kollama eğiliminde olan kolektif duygu bütünleşmeleri de yaşanıyordu.
Yurtseverlik, vatanseverlik, ait olduğu milleti yüceltme, ona hizmet etme duygusu gibi özellikler geçmişte negatif değil, pozitif şekliyle vurgulanıyordu.
Süreç içinde bu duygunun siyasal bir projeye dönüşerek farklılıkları dışlamaya ve ötekini kötülemeye yönelmesi milliyetçiliğin negatif karakter kazanmasına sebep olmuştur.
Bu noktada milliyetçilik şovenizm kavramıyla birlikte anılmaya başlamıştır. Şovenizm, kendi grubuna bağlılığın rasyonelliği ve nedenselliği ortadan kaldırarak farklılıklara nefret aşılamaya başlaması halidir.
Bediüzzaman’ın onlarca yıl önce negatif milliyetçilikle ilgili şu sözleri ırkçı anlayışın sıkıntılı boyutunu gösterir: “Asabiyet-i cahiliye gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur.”
Bediüzzaman’a göre müsbet milliyetçilik kabul edilebilir, çünkü milletine sahip çıkmak, milletiyle övünmek ve ona yararlı olmaya çalışmak bir erdem olarak düşünülebilir.
Şovenizmdeki sahip çıkma her türlü yanlışı görmezden gelme şeklindedir. Oysa millete iyi ve kötüde, haklılık ve haksızlıkta sahip çıkmak farklı bir anlamdadır. Burada sahip çıkmak yanlışı kabullenmek ve görmezden gelmek değil, yanlışı düzeltmeye çalışarak sahiplenmek demek olmalıdır.
Bugün milliyetçilikle ilgili olumsuz atıflar lümpenlik, ataerkillik, şovenistlik ve tahammülsüzlük kavramlarıyla dile getirilmektedir. Bu anlamıyla negatif milliyetçiliğin aşıladığı kültürel yapının toplumsal birlik ve bütünlük açısından bir sıkıntı oluşturması, farklılıkları kaygılandıran bir ayrımcılık anlayışı üretmesi elbette bir sorundur.
İkinci sorun da milliyetçi partilerin etnik temelde bir anlayışla örgütlenmeleri, tüm sorunları etnik temelde algılamaları ve önerdikleri siyasetin bu ayrımcılığı körükler hale gelmesi durumunun doğuracağı olumsuzluktur. MHP ve DTP’nin Türk ve Kürt milliyetçilikleri üzerinden ürettikleri söylemler arasında yaşanan gerilim buna örnek oluşturabilir.
Milliyetçi duyguların yüzünü hayra ve doğruya çevirerek kabul edilebilir hale getirmek tek çıkar yoldur. Farklılıkları yok sayan ve düşman gören anlayış ise toplumsal bir sıkıntı olmaya devam edecektir.
Yeni Şafak, 9.2.2007
|
Yasin DOĞAN
11.02.2007
|
|
|
Derin fotoğraf |
Türkiye’de son yıllarda sivil bürokrasinin rejimi koruma ve kollama misyonu üstlendiğini görüyoruz. AK Parti’ye karşı devlet partisi CHP’nin yeterince muhalefet etmediğini ya da yetersiz kaldığını düşünen başta Cumhurbaşkanı olmak üzere üniversiteler ve en çok da yargı, tavrını hep statükodan yana kullanıyor.
Yeni düzenlemelerle iyice muğlak ve elastiki bir hal alan Türk hukuk sistemi, hakimlere çok fazla hareket alanı sağlıyor. Aynı olaya ve suça, kişilere göre farklı kararlar verilebiliyor. Zamana, zemine ve konjonktüre göre esneyen, tavır belirleyen bir yargı sistemimiz var. Aslında Türkiye’nin sorunu, yasalarında 301. maddenin olmasından çok, onun ve diğer yasaların esnekliği ve muğlaklığı.
Bu çifte standardı doğrulayan o kadar çok örnek var ki, bunlardan birkaç tanesini anlatmak istiyorum. Zaman Gazetesi’nin yargı muhabiri Murat Aydın’ın haberine göre Eğitim-Sen üyelerinden Yüksel Şeref isimli öğretmen, yurtdışındaki okullar için açılan öğretmenlik sınavında başarılı oldu; ancak ataması yapılmadı. Nedeni de hakkında tutulan istihbari bilgilerin olumsuz olmasıydı. Bununla ilgili yerel mahkemede görülen dava, öğretmen Yüksel Şeref’in aleyhine sonuçlandı. Danıştay 2. Dairesi, yerel mahkemenin verdiği bu kararı bozdu. Somut bilgi ve belgelere dayanmayan istihbari nitelikli bilgilerin, sınavda başarılı olan öğretmenlerin yurtdışı görevine gönderilmemesine gerekçe oluşturamayacağına karar verdi.
Aynı şekilde; yurtdışında görevlendirilmek için açılan sınavda başarılı olan Abdullah Yılmaz isimli öğretmen hakkında da MİT rapor tutmuş ve ‘eşinin peruk takması ve günlük hayatta tesettüre uygun giyinmesi’ nedeniyle ataması yapılmamıştı. Yılmaz’ın yurtdışına tayini MİT raporuna dayanılarak engellenmiş, Eskişehir İdare Mahkemesi ve Danıştay bu kararı uygun bulmuştu.
Yine 301. maddeden dolayı Orhan Pamuk yargılanmazken (ben bu kararı tabiî ki çok doğru buluyorum) Yeni Asya Gazetesi’nin sorumlu yazı işleri müdürü Faruk Çakır, Danıştay suikastıyla ilgili olarak yayınlanan “Oyun geri tepti” başlıklı yazıdan dolayı hâlâ yargılanıyor.
Bu tür çifte standart uygulanan davaları burada anmaya kalksak yerimiz buna müsaade etmez. Yani hukuk sistemimiz tavrını özgürlüklerden yana koymaktan çok, kişilerin düşüncelerine göre karar verme eğilimi gösteriyor.
Zaman, 10.2.2007
|
Mehmet KAMIŞ
11.02.2007
|
|
|
|