|
|
|
Derin değil, karanlık devlet |
Hrant Dink cinayetinden bu yana süregelen olaylar, Türkiye’nin bir süredir unutmaya başladığı ilkel ve karanlık yüzünü yeniden hatırlamasına yol açtı. İnsanlık dışı bir cinayetten sonra bile, olayı karartmaya ve katili arkalamaya çalışan anlayışların aramızda yaşıyor, siyasette ve devlette hüküm sürüyor olması toplumumuzun barış ve esenlik içinde yaşaması açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Bu tür olaylardan sonra ülkemizde hep bildik bir kavramdan, “derin devlet”ten söz edilir. Derin devlet, bazılarına göre devletin bekası için ‘durumdan vazife çıkaran’ derinden bir sahiplenmeyi ifade eder. Bu açıdan, kaçınılmaz bir vatan görevidir. Bazılarına göre ise “derin devlet”, bu sahiplenme anlayışının yoldan çıkmış, başına buyruk kesilmiş halidir. Bu bakışa göre, ciddi bir tehlike korkusu derin devleti “raydan çıkarabilir”; o zaman yapılanların hukuka, yasaya uygun olup olmadığına bakılmaz.
Bütün bu açıklama çabalarının kabul edilebilir bir yönü olamaz. Her devletin, elbette, kendisini savunma hakkı vardır. Ancak, hiçbir devlet, ne adına olursa olsun, kendi yurttaşlarına karşı tuzak kuramaz, komplo, hele suikast düzenleyemez. Bu tür açıklamaların, devlete çöreklenmiş suç odaklarına ‘derinde bir meşruiyet’ arayışı olduğu gözden kaçırılmamalıdır.
O nedenle, bu tehdidin adı “derin” devlet olamaz; olmamalıdır. Devlet gücünü bir biçimde ele geçirmiş ya da devlet gücüyle bağ kurmuş bu tür suç örgütlenmelerine “derin devlet” denilmesi, gerçekte bilinç altlarımıza yönelen ustalıklı bir isimlendirme gayretidir.
DEMOKRATİK DEVLET
Bugün ve önceden beri karşı karşıya bulunduğumuz saldırgan, fütursuz ve acımasız suç odaklarının kaynağı ancak “karanlık” devlet olabilir. ‘Karanlık’ kavramı, ‘derin’ kavramının aksine kapalılığı, gizliliği, kanunsuzluğu, tehdit ve tehlike barındıran bilinmezliği çağrıştıran olumsuz bir kavramdır. O nedenle “derin devlet” yerine, “karanlık devlet” demek, amacı açıklamak açısından daha uygun bir nitelemedir.
“Karanlık devlet”, toplumumuzda düşmanlar ve düşmanlıklar üretmeye çalışan gerginliklerden beslenir. Bugün, ülkemizi sürekli vahim tehlikelerin eşiğinde gösteren, vatanın elden gittiği söylemini diline dolayan, yurtse-verliği ırkçı kışkırtmalara indirgeyen hırçın ve olumsuz siyaset dili, devletin eskimiş yapısının karanlıklarında kriz senaryoları yazan çevrelerin amaçlarına hizmet etmektedir.
Bütün bu tuzakları bozmanın yolu “demokratik sosyal hukuk devleti”nin aydınlığını sağlamaktan geçer. Devlet, denetime açıldıkça, bilgi edinme hakkı kağıt üstünde kalmaktan kurtulup temel bir hak haline dönüştükçe, saydamlık bütün kamu yaşamı için geçerli hale geldikçe devletin dehlizlerine çöreklenen karanlıklardan kurtulabiliriz. Karanlığın çaresi aydınlıktır.
Onun için, hiç olmazsa bu kez olayın arkası nereye dayanırsa dayansın, sonuna kadar üzerine gidilmelidir. Suçun failinin bulunması, bazan gerçeğin ortaya çıkması değil, daha derindeki başka vahim gerçeklerin üzerinin örtülmesi anlamına taşıyabilir. Bundan önceki olaylarda benzer bir durumun yaşandığı anlaşılıyor. Daha önce Trabzon’da işlenen rahip cinayeti ve sonra Danıştay saldırısı soruşturmalarının derinleştirilmemiş olması bugün bir başka vahim olayla karşılaşmamız sonucunu doğurmuştur. Bu üç olay arasındaki irtibat, şimdi, geç kalınmış olarak ortaya çıkmaktadır. Bu kez bu irtibatın kesilmesine, soruşturmanın yönünün saptırılmasına ve yeni suikastlere zemin hazırlanmasına fırsat verilmemelidir.
SONUNA KADAR GİDİLMELİ
Bu açıdan, sayın Başbakan’ın olayın üze-rine gidileceği yolundaki açıklamaları ve ırkçı söylemin tehlikelerine değinen değerlendirmeleri doğrudur. Sayın Başbakan, haklıdır, fakat -ne yazık ki- bu kez de sorunların üstesinden gelebilecek kadar güçlü görünmemektedir. Şemdinli olaylarından sonra yaşananlar ortadadır.
Hükümetin bazı bakanları kendileriyle doğrudan ilgili alanlarda ya hiç ortada görünmemekte ya da olayları ve konuları içinden çıkılmaz hale getirmek için çözümsüz formüller üretmektedir.
O nedenle, bütün bu karanlık örgütlenmelerle gerçekten baş etmek istiyorsa, sayın Başbakan’ın önündeki tek çare 1997’de yapılan hatayı tekrar etmemektir. 1997’de, devletin güvenlik güçleriyle siyasiler ve suç örgütleri arasındaki ilişkilerin ortaya döküldüğü Susurluk’taki trafik kazası sonrasında o günün iktidarı olayların üzerine gitmek yerine üstünü örtmeyi tercih etti. Günün iktidarının önde gelenleri, “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemine katılanları “mum söndü oynuyorlar” diye küçümsemeye ve karalamaya kalkıştı. Sonra o karanlık onları da yuttu.
Bugün yapılması gereken tarihten ders almak, sürekli aydınlık isteyen toplumsal güçlerle karşı karşıya gelmek yerine, onlardan güç almaya çalışmaktır.
Türkiye bu kez bu karanlığı aşmalıdır!
Yeni Şafak, 8.2.2007
|
Ertuğrul GÜNAY
09.02.2007
|
|
|
Bilgi kirliliği devlet sorunu |
Hrant Dink cinayeti ile ilgili soruşturma ardından “bilgi kirliliği” sorunu gündeme geldi. Adalet Bakanı’ndan, İçişleri Bakanından başlayarak, Başsavcıya, Jandarma Genel Komutanlığına kadar, oradan medyaya uzanan çerçevede herkes, bilgi kirliliğinin altını çizdi.
Hatta başsavcı, bilgi kirliliğinin yargısız infaza yol açtığını, sonunda yargı kararının, medyada oluşan kanaatlere aykırı olması durumunda güvensizlik ortaya çıktığını belirtti.
Oysa bilgi kirliliği tam da bu çevrim içinde oluşmaktaydı.
Ve sadece bu hadisede değil, bu tarzdaki tüm hadiselerde gündeme gelmekteydi.
Belki bazılarında yargısız infaza maruz kalanlar, etkin bir çevrenin korumasına mazhar olmadıkları için yargısız infaza maruz kalmaları kaçınılmaz oluyordu.
Diyelim Konya’da ve başka şehirlerde yürütülen El Kaide operasyonu... Orada bilgi kirliliği var mı yok mu? Şu ana kadar medyaya yansıyan bilgilere inanmamız gerekiyor mu? Bu bilgiler resmi kaynaklı mı? Soruşturma safhasında bu tür bilgilerin medyaya sızması yasal mı? Yasal değilse medya bu bilgileri nereden alıyor? Nasıl kullanıyor? Bu bilgilerle ortaya bir yargısız infaz çıkıyorsa, mağdurların hakkını kim tazmin edecek?
Geçelim.
Dink cinayetine yeniden gelelim:
-Kurumlar arası kopukluk, suçlamalar.
-İhbarların işleme konulup konulmaması.
-Sanıkların korunmuş olup olmaması.
-Erhan Tuncel’in muhbir olup olmaması ile ilgili iddialar.
-Yasin Hayal’e izafeten yayınlanan çelişik ifadeler.
-Yasin Hayal üzerine yapılan spekülasyonlar.
Bunların kimi yerinde jandarma var, kimi yerinde polis, kimi yerinde savcılık, kimi yerinde medya var...
Kimi yerde iktidar, kimi yerde muhalefet, hatta kimi yerde derin çevreler var.
Bu arada bir de, “Milliyetçiliği ne yapacağız” hesabı var. İdeolojik bir hesaplaşma hesabı...
Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru gidiyoruz.
Ardından genel seçimler.
Bu süreçte birbirini yeme yarışı..
Ve acaba Dink cinayetinden yola çıkılarak kim kime çelme takabilir?
Bilgi kirliliği burada ortaya çıkıyor.
Gerçeğin peşinde olana aşk olsun.
Ama Türkiye bu konuda çok sorunlu.
Bu kadar derin hesaplaşmalar içinde kim, “Gerçek benim aleyhimde de olsa ortaya çıksın” diyecek?
Gerçeklerin üzerinden yürümüş olsaydık, zaten bu gün Türkiye böyle sancılar içinde olmazdı.
Bilgi kirliliği bundan sonra da olacak.
Hatta küresel çapta olacak.
Birileri hep “Cambaza bak” deyip, cebinizdekileri soyup soğana çevirecek.
Irak’a, petrole batan ördekleri kurtarmak için gideceksiniz. Ya da olmayan kitle imha silahlarını ortaya çıkarmak için... sonra siz, yüz binlerin canına kıyılan bir ortam oluşturacaksınız.
Afganistan’a Taliban zulmünü durdurmak için gidip zalimce uygulamalar yapacaksınız.
Bu durumda sahih bilgiye nasıl ulaşılacak?
Aklı selimle...
Sağduyu ile...
Basiretle.
Nüfuzu nazarla...Bakış derinliği ile...
“Aklımı koru Ya Rabbi” diyeceksiniz.
Gözlerinizi dört değil, bin açacaksınız.
Bu dünya bu hale geldi.
Misyonu, gerçekleri bulmak olan medya, ne yazık ki önemli ölçüde yalanları gerçek gibi gösterme görevini yürütüyor.
ahmettasgetiren.com.tr, 8.2.2007
|
Ahmet TAŞGETİREN
09.02.2007
|
|
|
Milliyetçiliğe niçin şaşırıyoruz ki! |
Son haftalarda yazılıp çizilenlere bakılırsa, milliyetçiliğin Türkiye’de bu derece yaygın ve güçlü olmasına ülkemizin okumuş-yazmışları bile şaşırmış görünmektedir. Oysa, son bir asırlık siyasî ve entellektüel tarihimize biraz dikkatlice baksaydık, duygu ve düşüncelerimizde milliyetçilikten başka bir şeyin baskın olmamasına şaşırmazdık.
Milliyetçiliği Türkiye’de ilk defa İttihatçılar resmî ideoloji haline getirdiler, Cumhuriyet de bunu daha sistemli olarak sürdürdü. Başvekil İnönü 1925’te şöyle diyordu: ‘(V)azifemiz bu vatan içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.’ M. Esat Bozkurt da açık sözlülükte ondan geri kalmıyordu: ‘(D)ost da düşman da bilsin ki, bu memleketin efendisi Türk’tür. Özü Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.’
1928-1946 yılları arası resmî tarih ve yurt bilgisi ders kitaplarını inclediği Kemalist İdeolojide Eğitim: Erken Cumhuriyet Dönemi Tarih ve Yurt Bilgisi Ders Kitapları Üzerine Bir İnceleme (Ankara: Turhan Kitabevi, 2005) adlı çalışmasında İsmet Parlak’ın ulaştığı sonuçlardan biri şudur: ‘Bu üç ilke (milliyetçilik, laiklik ve devletçilik-M.E.) ders kitaplarında en çok dile getirilen ve açıklanan ilkeler olmakla birlikte, gerek milliyetçilik, gerek Türkçülük ve gerekse genel olarak milliyetçi temaların tüm erken cumhuriyet döneminde ve özellikle İnönü döneminde ağırlıklıl olarak işlenmiş olması, erken cumhuriyet dönemindeki (...) ideolojik söylemin milliyetçi bir temelde kurulduğu’nu göstermektedir (s. 468)
Tek parti dönemi ders kitapları Türklüğü dünyada eşi benzeri olamayan başarıların ilk ve tek sahibi ve insanoğlunun o zamana kadar yaratmış olduğu hemen hemen bütün uygarlıkların müellifi olarak gösterecek kadar aklın sınırlarını zorluyordu. Bu kitaplar çocuklara ‘en asil ve yüksek insan tipini kendi ırkının temsil ettiğini, asırların yürüyüşünce beşeriyetin karanlık göklerinde müselsel medeniyet ufuklarının kendi ırkının zekâ ve kabiliyet ellerile açıldığını’ ve ‘dünyanın insan izi taşıyan her parçasında kendi ırkının zamanla silinmemiş ve silinmeyecek hakimiyet ve hars damgası basılı olduğunu’ (s. 183) aşılıyorlardı.
Onun için, milliyetçiliğin bugünün Türkiye’sinde sadece bir-iki partinin ideolojisi olmadığına da şaşırmamak gerekir. Bütün partiler ve hepsinden önce de devletin kendisi baştan beri milliyetçidir. Bu arada, anayasasıyla kendisini ‘milliyetçi’ olarak tanımlayan ‘medenî dünya’daki tek devletin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu bir kere daha hatırlatmak isterim. Dahası, Türkiye’de evrensel/ci ideolojiler bile milliyetçilikle enfekte olmuştur. Nitekim, sosyalizm veya liberalizmle milliyetçilik ve Atatürkçülüğü bağdaştırmaya çalışanlarımız bile var.
Milliyetçiliğin Türkiye’deki bu ‘başarı’sı tabiî ki sadece resmî eğitim kurumlarının eseri değildir. Kitle iletişim araçlarının söylemini kuran ve aynı eğitim sistemin çarklarından geçmiş olan yönetici ve yazar-çizer takımının da bu işte epeyce emeği var. Bakmayın bunların bir kısmının bugün mahcup bir şekilde milliyetçi ‘kahramanlar’ı eleştirir görünmelerine! Milliyetçiliğin Türkiye’de patolojik bir hal almasına gazete ve televizyonlar marifetiyle bunlar şimdiye kadar çok su taşıdılar.
Star, 8.2.2007
|
Mustafa ERDOĞAN
09.02.2007
|
|
|
Abdullah, Alaattin ve eski bir MİT'çi |
Adam unvanı konusunda hukukun üstünlüğünden, katillerle ilişkili olmaktan daha titiz davranıyor.
Can Dündar’ın “Eski İstanbul MİT Bölge Müdürü” tanıtımına hemen itiraz ediyor, “Ben hiçbir zaman müdür olmadım, hep başkan oldum” diye düzeltiyor.
Nuri Gündeş’ten söz ediyorum.
Önceki akşam NTV’de Can Dündar’ın “Neden” adlı programına konuk olan eski MİT İstanbul Bölge Başkanı’ndan.
Ne diyor Gündeş, çetecilerin, tetikçilerin Asala ile mücadelede görevlendirilmesi için:
“Şimdi bir de gelelim şeye, Abdullah meselesine. Dedim ki, bir yerde bulunan kişiler yangın varsa dört kova su da ben atayım derse, atma mı diyeceğiz.”
Abdullah dediği, Ankara’da silahsız, savunmasız masum yedi genci evlerinde basıp telle boğup öldüren çetenin reisi, Abdullah Çatlı. Hani şu Susurluk kazasında ölüp devletle iç içe olduğu ortaya çıkan Çatlı.
MİT’in eski bölge müdürü, pardon başkanı nasıl bahsediyor kendisinden Abdullah diye.
Ya Çakıcı’dan.
Sanki amirinden söz eder gibi konuşuyor:
“Alaattin Çakıcı için; ben devlete böyle sonradan sıkıntı olacak kişilerle pek iş yapmadım dedim. Bana mektup yazdı hapishaneden. Şimdi dinliyorsa beni, yanaklarından öperim devlete eğer hizmeti varsa. Yani ben onu kasıtla söylemedim. Ben de eğer böyle işlerin içinde olsam ben de devlete zarar verecek olsam veya benim yüzümden devlet şu veya bu şekilde dedikoduya uğrayacaksa benim için de aynı şey söylense sesimi çıkarmam.”
Bu adam yıllarca devletin istihbarat görevlisi olarak hizmet etmiş.
Masum insanların canına kıymış, her türlü suç ilişkisine girmiş insanları televizyon ekranından yüceltmekte bir beis görmüyor.
Derin devlet arayanların fazla uzağa gitmesine gerek yok. Devletin güvenlik güçlerinde hâkim olan görüşü özetliyor Gündeş.
Bu açıklamalarından sonra o da yaşamına Hürriyet’te spor yazarı olarak devam eder herhalde.
Gelelim konumuza.
Türkiye bir hukuk devletiyse Anayasası ile bağlıdır. Kaynağını anayasadan ve yasadan almayan hiçbir yetki kullanılamaz.
Bu çağdaş hukuk devletinin olmazsa olmaz koşuludur.
Eğer devlet içinde bazı güçler, içerdeki bir düşmandan bahisle kendilerini hukukun üstünde veya dışında görmeye başlarsa, Abdullahlar, Alaattinler devreye girer.
Kimsenin can ve mal güvenliği kalmaz.
Programda konuşan Profesör Mithat Sancar’ın çok güzel ifade ettiği gibi, bu hikmeti hükümet anlayışıdır.
Yani devletin âli menfaatleri gerektiriyorsa, devletin kendi koyduğu kurallardan sapma yetkisini kendisinde görmesidir.
Devletin hukuktan sapma yetkisini kendinde gören böyle bir zihniyetin her devirde güçlü kalması için sürekli bir “iç düşman” kavramına ihtiyaç vardır ki, Türkiye’de bu iç düşman hiç eksik olmaz.
İç düşman kavramıyla toplumda egemen güçlerden farklı düşünen, farklı inançta olan, farklı etnik kökenden gelen herkes bu kabın içinde eritilir.
Sonra da hukuk askıya alınarak bu kişiler kolaylıkla tasfiye edilir.
Böyle bir anlayış devletin çıkarı diye nitelediği değerler için her türlü aracı kullanmayı uygun görür.
Türkiye 80 yıllık cumhuriyet tarihi, 50 yıllık çok partili demokratik hayatında bu anlayışın etkisinden ne yazık ki çıkamamıştır.
Mevcut durumda çıkması da kolay görünmemektedir.
Sabah, 8.2.2007
|
Ergun BABAHAN
09.02.2007
|
|
|
|