Türkiye’nin AB ile bütünleşmesine karşı olan pek çok kanaat önderi bu ilişkinin millîleşme sürecimize zarar vereceğini düşünür. Bunlar son beş yıldır, AB sürecinin getirdiği açık ve demokratik ortamın Türkiye’de daha önce kolay kolay ortalıkta tartışılamayan konuların gündeme taşınmasına önayak olmasından hep rahatsız olmuşlardır. Nitekim bu dönemde, Jön Türklerle başlayan millîleşme sürecinin kurucu mitleri ve temellerini sorgulayan girişimlere şahit olduk. Ermeni kıyım ve tehciri, 6-7 Eylül olayları ve hâlâ güncelliğini koruyan Kürt sorunsalı gibi konular gündeme geldi. Ama artık Hrant Dink’in katliyle birlikte başlayan yeni bir döneme girdik muhtemelen. Adına derin devlet, sığ devlet ne dersek diyelim işlerin merkez tarafından ve milliyetçilik temelinde tekrardan kontrol altına alınacağı, ülkeyi içine kapatarak AB norm ve standartlarından uzaklaştıracak bir dönem bu. Mesele, bu eğilimin ülkenin istikrarı açısından ne getirip ne götüreceği.
Başbakanın akıldanelerinin uydurduğu kılıf ve kategorilere veya muhalefet politikacılarının güzellemelerine bakmayın. Popu, lumpeni, aşırısı, CHP liderininki, MHP’ninki, sorumlusu, sorumsuzu, pozitifi, negatifi, adı ne olursa olsun milliyetçilik aynı damardan filizlenir bu topraklarda. Bu damar, farklı grup kimliklerini reddederek onları ortak potada asimile eden Fransız modelinden esinlenen millîleşme sürecidir. Ancak bu süreç, modelinden yüzelli yıl rötarla, o modelin burjuvazi gibi hayatî aktörlerinden yoksun bir ortamda ve hızla dünyasallaşan açık bir toplumda gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Zorluk hatta imkânsızlığı burada.
Türkiye, Frenk modeli millet (ve laiklik) ile 21. yüzyılda istikrarını kotaramaz. Zira model, tek ortak yanları din olan farklı unsurları ortak potada asimile etmeye çalışırken başka dinden olanı doğal olarak dışlar. Üstelik buradaki uygulama Fransa’nın asimilasyon başarısını dahi tam anlamıyla gerçekleştirememiştir.
Bu temel zaafların sonucu olarak en resmî belgede, en resmî ağızda bile gayrimüslim kolaylıkla “yabancı” olabilir. Bu sayede bir emniyet mensubu kolaylıkla, olayı olumlulaştırma adına ve neredeyse masumane “zanlı, milliyetçi duygularla cinayeti işlemiş” diyebilir.
Asimilasyon dışı kalan sadece gayrimüslim de değildir. Kürtlerin asimilisyonu da farklı nedenleren fiyaskodur. Sonuçta Balkanlar ve Kafkaslardan göçmüş olan Müslüman toplulukların gönüllü asimilasyonu dışında Fransız millet modeli uygulaması, modelin asimile etme kaabiliyetini değil zorlayıcı karakterini öne çıkartır ve bu anlamda sorunludur.
Çare varsa nerede?
Osmanlı’nın ulus öncesi yapısı sayesinde oluşturduğu birlikte yaşama sanatı, etnik unsurlarının uluslaşmaya başlaması sonucunda birbirlerine reva gördükleri eziyetlerle tüketildi, yitirildi. Eğer Osmanlı’nın birlikte yaşama erdemi bugünkü sorunlarımıza çare ise bunun yeniden yaratılması için olmazsa olmazlar var: Karşılıklı eziyetler ve yaşanan felâketler bilinecek; ortak değer vatanseverlik, mutabakat ise etnik/millî veya dinî değil toplumsal olacak. Anayasal yurttaşlık veya üst kimlik gibi kavramların değeri tam da burada.
Ancak, sokaklarına DTO (Dünya Türk Olsun) yazılan, pusuların gece değil gündüz kurulduğu, tabuları tartışmaya çalışanın doğrudan hedef gösterildiği, az da olsalar tribünlerde “Hepimiz Ogün’üz” diye haykırarak Ermeni katili olmakla gurur duyan gençlerin hiçbir yaptırıma maruz kalmadan yaşadığı bir ülkede mümkün mü bugün böyle bir arayış?
Türkiye’nin önündeki en ciddî tehdit, ülkenin millîleşme sürecinin ülkenin istikrarına artık yarar değil zarar verebilecek bir dinamik oluşturmasıdır. Zira bu dinamik ülkeyi içe kapatma ve dışlandıkça yabancılaşan ve radikalleşen, Kürtlerin milliyetçiliğiyle çatışma potansiyeli taşıyor.
Vatan, 7.2.2007
|