Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Prof. Dr. Mithat Sancar: Hukuk devletinde ‘devlet politikası’ olmaz

Ankara Üniversitesi’nde kamu hukuku profesörü olan ve ‘Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti’ kitabını yazan Mithat Sancar’la konuştuk.

*Geçenlerde Genelkurmay Başkanı, hükümetin Kıbrıs’la ilgili aldığı bir dış politika kararına “Bu devlet politikasına aykırı” diyerek karşı çıktı. Hükümetin belirlediği politikanın dışında bir ‘devlet politikası’ olabilir mi?

Türkiye, Anayasası’nın ikinci maddesinde kendisini ‘demokratik bir hukuk devleti’ olarak tanımlıyor. Demokratik hukuk devletinde, hükümetin belirlediği politikanın dışında bir ‘devlet politikası’ olamaz. ‘Devlet politikası’, ‘devlet sırrı’ veya ‘milli çıkarlar’ gibi kavramlar, başka amaçları perdelemek için kullanılan kavramlardır.

*Hangi amaçları gizlemek için kullanılıyor bu kavramlar?

Aslında bu kavramlarla, hükümetlerin yani seçilmiş temsilcilerinin üstünde bir başka gücün varolduğu söylenmek isteniyor.

*Son yıllarda Türkiye AB sürecine uyum amacıyla Anayasa’da ve kanunlarda devrim sayılabilecek değişiklikler yaptı. Ordunun ve bürokrasinin gücü bu yasal değişiklikler sonucunda azalmadı mı?

Hukuken azaltıldı. Ama gerçekte ne oldu? Türkiye’nin en kritik sorunu işte budur. Anayasa ve genel olarak hukuk, her kuralıyla uygulanmak üzere yapılmıyor ki Türkiye’de. Özgürlükler genişletildiğinde bile güç merkezleri, ihtiyaç duyduklarında bu özgürlükleri geri alabilecek konumda ve güçte oldukları güvenini duyuyorlar.

*Hangi yasaya dayanarak böyle düşünüyorlar?

Burada bir yasaya dayanmak zaten söz konusu değil. Evet, AB sürecinde ordunun siyasetteki gücü hukuken azaltıldı. Silahlı Kuvvetleri sivil idarenin denetimine sokmak amacıyla yasal düzenlemeler yapıldı. Askeri harcamalar ilk defa Sayıştay denetimine açıldı. Milli Güvenlik Kurulu’nun 1982 Anayasası’nda sahip olduğu güçlü konum değişti gibi görünüyor ama... Silahlı Kuvvetler’in siyasetteki gücü pratikte azalmadı. Zaten hukukun bir ülkedeki gerçekliği dönüştürme gücü çok abartılmamalıdır. Kanun ve anayasa yaparak Türkiye’nin veya başka bir ülkenin siyasi gerçekliğinin kökten değişeceğine inanmak saflıktır. Hukuku değiştirdik, şimdi de sistem değişecek diyemezsiniz.

*Niye oyunun yasası ve kuralları değişince oyunun, sistemin kendisi de değişmiyor?

Çünkü yeni stratejiler geliştiriyorlar. Türkiye’de Silahlı Kuvvetler her dönemde gücünü korumak için kendine göre stratejiler geliştirdi. Askerin şu anda izlediği strateji, huzursuzluğunu, rahatsızlığını kamuoyunun önünde açıkça dile getirip kriz havası yaratmaktır. Mesela 1971’in stratejisi hükümete ve Meclis’e muhtıra vermekti. O dönemde basın aracılığıyla pek konuşulmuyordu. Söylenecekler, işin muhatabına söyleniyordu. 28 Şubat’ta strateji değişti.

28 Şubat’ın stratejisi sivil toplumu harekete geçirmek oldu. Medyaya, yargıya, iş dünyasına sivil toplum örgütlerine brifingler verildi. Bugün bu stratejinin de bir adım ötesine geçildi ve Anayasa’yla çeliştiğini bildikleri halde generaller çıkıp rahatça talimat verircesine kamuoyu önünde çok açık konuşuyorlar. Sadece hükümeti değil ilgili kuruluşları da uyarıyorlar. Mesela Şemdinli olayında hem hükümeti hem Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu gizlice değil, kamuoyunun göreceği şekilde çok doğrudan uyardılar.

*Niye böyle kamuoyunun önünde konuşuyorlar sizce?

Birinci neden, istedikleri sonucu elde etmek için böyle konuşuyorlar. Mesela Şemdinli örneğinde, iddianameyi hazırlayan savcıyı cezalandırmak ve böylece ibretlik bir durum yaratmak, başkalarına gözdağı vermek için açıkça konuştular. İkinci neden, ‘Kanunlar değişebilir ama biz hâlâ güçlüyüz’ mesajını herkese ve özellikle de kendilerine karşı saydıkları toplum kesimlerine çok açık bir şekilde vermek istiyorlar. Yasaların değiştiği bir süreçte, askerin toplum nazarındaki gücünü restore etmeyi planlıyorlar.

*Peki, temel kavramlara dönelim o zaman izninizle. Devletle hükümet ilişkisi nedir?

Devlet üç kuvvetten oluşur. Yasama, yürütme, yargı. Bu üç kuvvetin dışında devlet diye bir şey yoktur. Bütün kurumlar bu üç güce tabidir. Kurumlar ya yasamanın, ya yürütmenin ya da yargının içindedir. Yasama, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Devletin işleyişini düzenleyen, kanunları yapan, kuralları koyan Yasama’dır. Yürütme ise, cumhurbaşkanı ve hükümetten oluşur. Hükümet, ‘başbakan ve bakanlar kurulu’ demektir. Hükümeti de, cumhurbaşkanını da Meclis seçer.

*Devleti kim yönetir?

Türkiye’nin bütün işlerini hükümet idare eder. Devleti hükümet yönetir. Sorumlu olan hükümettir. Hükümetler siyasi olarak sadece Meclis’e karşı sorumludur. Hükümetin üstündeki kurum Meclis’tir. Meclis hükümeti beğenmezse düşürebilir. Meclis’ten güvenoyu almayan bir hükümet biter. Meclis’in üstünde bir devlet kurumu yoktur. Siyaseten bir devlet-hükümet ayırımı yapmak doğru değildir.

*Niye bu ayırım yapılıyor peki?

Eğer hükümet-devlet ayırımı yaparsanız, sizin başka niyetleriniz var demektir. Seçilmiş olan Meclis’e ve hükümete belli güç odaklarını, belli kurumları dayatmaktır bu. Yani halk oyunun, halkın taleplerinin kontrol altında tutulmasının bir yöntemidir hükümet-devlet ayırımı. Mesela ‘milli çıkar’ diyorlar. ‘Devlet sırrı’ diyorlar. ‘Devlet aklı’ ‘hikmet-i hükümet’, ‘devletin âli çıkarları’ diyorlar. Bunlar hep ‘devlet politikası’ kavramının başka adlar altında söylenmesidir. Bunları söylediğinizde, toplumun tartışamayacağı konuların varolduğunu telkin ediyorsunuz demektir. ‘Toplum bunlarla ilgilenmemeli, toplum bunları tartışamaz. Bu konuları bilen daha üst bir yer var. Bu, devletin aklıdır. Devletin aklı, toplumun aklının eremeyeceği işleri yapar’ diyorsunuz demektir.

*Devlet, hükümetten bağımsız bir politika oluşturabilir mi peki?

Kanunlara göre, bu söz konusu olamaz. Ordunun kendi başına karar verme yetkisine sahip olduğu alanlar, kanunlara göre çok sınırlıdır. Genelkurmay başkanı bölüklerin yerlerinin değiştirilmesi, ekseri teknik hizmetler gibi belli konularda ordunun iç örgütlenmesi ve işleyişiyle ilgili kararlar verebilir. Ekonomi politikası, Kıbrıs gibi konularda karar alma yetkisi yoktur. Bu konularda politika oluşturamaz. Ama fiiliyatta, Türkiye’de ordunun politika oluşturmada etkisi çok fazladır. Bunun da kurumsal zemini Milli Güvenlik Kurulu’dur. Türkiye’de kritik kararlar MGK’da alınır ve MGK’nın asıl amacı hükümetlerin ve siyasetin hareket alanını daraltmaktır. Yasalara göre MGK hiçbir dönemde bağlayıcı karar alma yetkisine sahip olmadığı halde yaşanan bu değildir. Aslında Türkiye’de Anayasa’yı nerede okumamız gerekir diye sorarsanız...

*Evet, Anayasa’yı nerede okumamız gerekiyor?

Bakacağımız temel metinlerden biri Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’dir. Türkiye’nin politikası, bu belgedeki iç ve dış tehdit tanımlamalarıyla şekillendiriliyor ve bürokrasinin referans metni oluyor. Bu belge, Türkiye’nin derin anayasasıdır. Mesela 1992’de Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde temel tehdit ‘bölücülük’ olarak belirlendi ve hemen ardından DEP operasyonu yapıldı. 1997’de temel tehdit ‘irtica’ olarak tespit edildi, 1997 de birinci tehdit olarak irtica gösterildikten sonra 28 Şubat yapıldı.

*Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni kim hazırlıyor?

Bu esas olarak Genelkurmay tarafından belirleniyor. Bir ölçüde MGK’da tartışılıyor ve Bakanlar Kurulu’nun onayına sunuluyor. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin varlığı Anayasa’ya aykırıdır ama sistemdeki en etkili metindir bu.

*Hükümetin belirlediği politikalara dönersek... Hükümetin belirlediği politikaya devlet görevlileri karşı çıkabilir mi?

Bir devlet görevlisi hükümetin uyguladığı politikadan memnun değilse, yapabileceği bir tek şey vardır. O da istifa etmektir. Tabii ki devletin içinde danışma mekanizmaları vardır, oralarda danışılır. Mesela bir genelkurmay başkanı görüşünü MGK’da paylaşabilir.

*Genelkurmay, devletin diğer kurumlarından daha ayrıcalıklı bir statüye mi sahiptir?

Anayasal olarak baktığımızda, başbakanlığa bağlı olan DPT gibi kurumlardan bir farkı yok. O da, yürütmenin içinde Başbakanlığa bağlı olan herhangi bir birimdir. Hiçbir organ ya da kimse, kaynağını Anayasa’dan almayan bir yetki kullanamaz. Kullanırsa, kendi yetki alanını aşmış, hukuku çiğnemiş olur. Bunun yaptırımı da o somut olaya bakılarak belirlenir. Ama Türkiye’nin siyasi gerçekliğinde durum farklıdır ve hukuka aykırı bir durum vardır. Genelkurmay görevini aşan şeyler yapıyor. Bunun yaptırımının olmamasının nedeni hukuksal değildir.

*Nedeni nedir?

Yaptırımının olmamasının tek nedeni güçler dengesidir. Bu denge oyunu sürüyor çünkü bu durumdan rahatsız olan hükümetler bugüne kadar hiçbir şey yapmadılar. Mesela Şemdinli olayında, hükümet askerin açıklamasına, anayasal sistemin dışına çıkılmasına, hukuka aykırılığa destek verdi. Yargı sürecine herkes müdahale etti. Bu tür uzlaşmalar, demokrasinin Türkiye’de yerleşmesine büyük engeldir. Ordunun siyasi çıkışlarına karşı sessiz kalmak, ordunun siyasal sistemdeki ağırlığını teyit etmektir. AKP hükümeti askerin Kıbrıs konusundaki son çıkışına da bir şey söylemedi.

*Hükümetler aldıkları dış politika kararlarını ve yaptıkları pazarlıkları genelkurmay başkanlarına bildirmek zorunda mıdır?

Hayır böyle bir zorunluluk yok. Hükümet isterse danışır. Ama danışma mekanizmalarının bulunması da demokrasiye aykırı değildir. Tersine olumludur. Dış politikada güvenlik sorunu dolayısıyla neler yapılabileceği konusunda Genelkurmay’a danışabilir hükümet. Çünkü kendisine bağlı bir kurum bu. Başbakan, Genelkurmay Başkanlığı’nın üstüdür. Ama Türkiye’de ordunun öyle güçlü bir yeri var ki... Bu fiili durum, Türkiye’nin siyasi tarihinden bağımsız düşünülemez. Genelkurmay, ‘Ben özerkim, Cumhuriyet’in bekçisiyim, kollayıcısıyım. Bağımsız bir devlet gücü olarak ve devleti temsil eden bir güç olarak gerektiğinde bütün kurumlara karşı ben politika belirlerim ve dayatırım. Ben Cumhuriyet’i koruyorum’ diyor. Ve, politika belirleme yetkisini de iç hizmet kanununa dayandırıyor. Oysa bu kanun böyle bir yetki veremez. Anayasa’ya aykırıdır bu.

Radikal, 18.12.2006

Konuşan: Neşe Düzel

19.12.2006


 

“Üst düzey asker” haberlerinde son durum

Ana karargah, Irak savaşı öncesinde elinde sopa ile harita üzerinde Genelkurmay’ın stratejilerini anlatan emekli paşalar ve benzeri isimler konusunda çok uzun süreden beri ciddi bir kızgınlık içindeydi. En önemli kızgınlık noktası da, bazı emekli paşaların sanki Genelkurmay’dan talimat alıp da bir psikolojik harekâtı sürdürüyor ya da onların fikirlerinin sözcülüğünü yapıyor havası vermesiydi. Büyükanıt’a gönderildiği iddia edilen son “Erdoğan aday olmasın” mektubu da adeta bu atmosferde gündeme gelmişti. Benzer konularda asker adına konuştuğu karizması yansıtan emekli paşaları görünce konuyu tam bilmeyen bazı medya kuruluşları, büyük holdingler, piyasa belirleyicileri ve de halkımızın bir bölümü askerin mesajlarını getirdiği havasını veren bu kişileri can kulağı ile dinleyip adımlarını ona göre belirliyorlardı.

Sanki, sabah 08.30’da Genelkurmay Karargahı’nda bu paşalar özel ve çok gizli bir brifinge giriyor. Sonra da brifingi veren Genelkurmay, bu emekli paşalara “Evet arkadaşlar şimdi doğruca ilgili medya kuruluşlarına gidin ve bu mesajları bizim adımıza verin” diyordu. Aslında böyle bir şey hiçbir zaman olmadı. Ama yerleşen bu yanlış anlayıştan birçok kişi rant sağladı. İçlerinde asla böyle bir hava yansıtmak istemeyen çok değerli, bilgili paşalar vardı. Bazılarının ise böyle algılanmak hoşuna gitti. Ortaya çıkan kakofoni de sonunda kimin ne amaçla çıktığı anlaşılmayan bir şehir efsanesine döndü.

Ben yıllardan beri prensip olarak eğer üst düzey asker ifadesini bile kullansam, daima kiminle konuştuğumu kaynak açısından etik bir sorun yoksa en üst düzey yöneticiye söyledim. Hiçbir zaman “askerle konuştum” diyerek karanlığın ve puslu havanın verdiği rantı kullanmadım. Benim gibi yapan çok iyi gazeteciler biliyorum. İşin ilginci biz bu gazeteciler olarak da kimin konuşup kimin konuşamayacağını çok iyi biliyoruz. Ancak, üst düzey askeri kaynak diye yazan gazetecilerin bir bölümü hayali kahramanlar yaratıp uydursa da, büyük bölümünün istek üzerine böyle yazmak zorunda olduğu gerçeğinin de hakkını vermek lazım. Yani, haber doğru ama isim yazıldığında yalanlanma riskini sıfıra indirme adına.

(...)

İşte size, Türkiye’de bu durumun geldiği noktayı anlatan ve halen komuta kademesinde konusu geçince gülüşmelere yol açan harika bir olay:

Bundan bir süre önce, Genelkurmay komuta kademesinden bir komutan önemli bir işadamı arkadaşı ile karşılaşır. İşadamı, komutana, “Paşam, asker rahatsızmış. Müdahale için hazırlık varmış” der. Komutan da, “Ya, nasıl olur, ben dün tatilden geldim. İşler rutinde yürüyor. Rahatsızlık varsa benim de haberim olur. Ne müdahalesi, ne hazırlığı. Bunlar çok ayıp şeyler. Bunların biz adını bile anmıyoruz. Kim söylüyor bunları? Bıktık bunlardan” diye tepki gösterir. Paşa tüm kararlılığı ile sohbet boyunca konunun üzerine gider. Sonunda bu bilginin işadamına başka bir arkadaşından, ona da yine başka bir dostundan geldiği sonucuna varılır. Sonunda başkentte uğursuz bir şehir efsanesi gibi dolaşan “asker rahatsız ve harekete geçecek” laflarının, Genelkurmay’a sebzemeyve getiren, orada ayaküstü er ve çavuşlarla sohbet eden, sonra da “bugün Genelkurmay’daydım” havası yapan kabzımal şoförlerinden birinden çıktığı anlaşılır. Ama kabzımal şoförü sıradan bir sohbeti öyle bir ballandırıp süslemiştir ki, konu dışarıda, “komuta kademesi rahatsız”a dönüşüvermiştir. O günden beri de karargahta askerlerin görüşü ile ilgili bir haber çıksa komutanlar birbirine “kabzımaldır kabzımal” diye espri yapıyorlar. Doğrudur. Askerler, irtica, devlette kadrolaşma ve bölücü terörle ilgili gelişmelerden rahatsızdırlar. Ama artık yıllardır bu işten rant sağlayan aracıların elinden bunu alma zamanı gelmiştir.

Sabah, 18.12.2006

Metehan DEMİR

19.12.2006


 

Devlet, toplumuna karşı...

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eşittir ama bazıları daha eşittir..

Örneğin, memurlar işçilerden daha eşit.

Nereden anlıyoruz bunu?

Anayasa’daki açık eşitlik maddesine rağmen Anayasa Mahkemesi’nin Sosyal Güvenlik Reformu’nun bazı maddelerini ‘memurlar’ lehine bozmasından...

Devletle toplumun tarihsel çelişkisi aynen devam etmekte.‘Devletin memuru’, ‘ülkenin vatandaşı’ndan daha önemli.

Anayasa Mahkemesi’nin son bozma kararının özü bu.

***

Sosyal Güvenlik Reformu yasa tasarısının hedefi neydi?

Hepimizi fakirleştiren sosyal güvence açıklarını zaman içinde kapatmak.

Üstelik bu reform, durumun vahametini gideren acil bir çare içermiyordu.

Çözümü çok uzun bir zamana yayıyordu.

Örneğin, ancak 2048 yılında emeklilik için 65 yaş şartı aranacaktı.

‘Mezarda emeklilik’ lafı bu gerçeği gözlerden saklamaya yönelik bir slogan olarak kalmadı, cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesi’ne başvuru nedenlerinden de biri oldu.

***

Sosyal güvence sistemi radikal ve acil bir neştere muhtaç.

Bunu resmi rakamlar söylüyor.

İçinde bulunduğumuz yıldaki sosyal güvence açığı 16 milyar YTL.

2007 yılında ise 23.3 milyar YTL olacak.

Dolar olarak söylersek 16-17 milyar dolar.

GSMH’ya oranını söylersek, yüzde 4.1’i.

Taşınması çok ağır bir yük..

***

Üstelik bu yükün büyük bir kısmı da Emekli Sandığı’na ait.

Anayasa Mahkemesi’nin kayırdığı kamu çalışanlarına yani...

Sosyal Güvence açığı gelecek yıl 23.3 milyar YTL olacak demiştik ya, bunun 9.503 milyar YTL’si Emekli Sandığı’na, 8.690 milyar YTL’si SSK’ya ve 4.393 milyar YTL’si de Bağ-Kur’a ait açık.

Buna, Anayasa Mahkemesi bozma kararının maliyeti de diyebilirsiniz..

***

Reform yasasını Anayasa Mahkemesi’ne kim götürdü?

CHP ve Cumhurbaşkanı.

Başvuruları sonuçlandı ve devlet memuru, ülkenin vatandaşına karşı daha avantajlı duruma geçti... Bu, aslında başvuranların hayata bakışını da somutlaştırıyor.

Halbuki hukuk sistemimiz, hem anayasanın eşitlik kuralını gözetmeli, hem de toplumun fakirleşmesine neden olan bir büyük kara deliği kapatmaya yönelik bir çabayı desteklemeliydi..

***

Dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyoruz.

Bu yeni süreçte devlet, toplumun menfaatlerine sürekli bir refleksle karşı çıkmakta.

Devlet, vatandaşını sevmiyor ne yazık ki...

Yalnızca devletin bordrosundan para alanları seviyor ve yalnızca onları korumaya uğraşıyor.

Bu nedenle haksızlıklar yaptığı gibi asıl üretken güçleri engellediği için fakirleşmemize de yol açıyor.

***

Toplumunu fakirleştiren bir devletle karşı karşıyayız.

Bu, sonsuza dek süremez.

Biz, Avrupa’nın en fakir ve en eşitsiz ülkesi olarak kalamayız.

Bu devlet eninde sonunda değişmek zorunda kalacak.

Eşitlikten yana ve vatandaşını seven bir devlet olacak.

Belki de devletin şimdiki ‘sahipleri’ bunu hissettiklerinden Çankaya’ya yeniden Sezer gibi birini oturtmak ve bu değişimi mümkün olduğunca engellemek istiyorlar.

Star, 18.12.2006

Mehmet ALTAN

19.12.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004