|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Onu ikinci sûr takip eder. O gün kalbler korkuyla titrer. Gözler zilletle alçalır.
Nâziât Sûresi: 7-9
|
05.12.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
"İyi biliniz ki, Allah geçici nikâhla kadınlardan faydalanmayı Kıyâmet Gününe kadar haram kılmıştır..."
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3822
|
05.12.2006
|
|
Semâvî kitaplarda Hz. Muhammed (a.s.m.)
Hem kütüb-ü enbiyada, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Muhammed, Ahmed, Muhtar mânâsında Süryânî ve İbrânî isimleri var. İşte, Hazret-i Şuayb’ın suhufunda ismi, “Muhammed” mânâsında Müşeffah’tır. Hem Tevrat’ta, yine “Muhammed” mânâsında Münhamennâ, hem “Nebiyyü’l-Haram” mânâsında Himyâtâ, Zebur’da el-Muhtar ismiyle müsemmâdır. Yine Tevrat’ta el-Hâtemü’l-Hâtem, hem Tevrat’da ve Zebur’da Mukîmü’s-Sünne, hem suhuf-u İbrahim ve Tevrat’ta Mazmaz’dır. Hem Tevrat’ta Ahyed’dir.
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş:
“Benim ismim Kur’ân’da Muhammed, İncil’de Ahmed, Tevrat’ta Ahyed’dir.”*
Hem İncil’de, esmâ-i Nebevîden Sahibü’l-Kadîbi ve’l-Hirâve, yani, “Seyf ve Asâ Sahibi.” Evet, sâhibü’s-seyf enbiyalar içinde en büyüğü, ümmetiyle cihada memur, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Yine İncil’de, Sahibü’t-Tac’dır. Evet, “Sahibü’t-Tac” ünvanı, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur. Tac, “amâme,” yani sarık demektir. Eski zamanda, milletler içinde, milletçe umumiyet itibarıyla sarık ve agel saran kavm-i Arap’tır. İncilde Sahibü’t-Tac, katî olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demektir.
Hem İncil’de el-Baraklit veyahut el-Faraklit ki, İncil tefsirlerinde “Hak ve bâtılı birbirinden tefrik eden hakperest” mânâsı verilmiş ki, sonra gelecek insanları hakka sevk edecek zâtın ismidir.
* Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 108, 112; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:353; el-Envârü’l-Muhammediyye mine’l-Mevâhibü’l-Ledünniyye, s. 143 (İbn-i Abbas’dan r.a. rivayet olunmuştur).
Mektubat, s. 170
Lügatçe:
kütüb-ü enbiya: Peygamberlere gelen İlâhî kitaplar.
Nebiyyü’l-Haram: Mescid-i Haram Peygamberi (asm).
müsemmâ: İsimlendirilmiş.
Mukîmü’s-Sünne: Sünnet ikame eden.
suhuf-u İbrahim: İbrahim’e (as) Allah’tan tarafından gönderilen sahifeler.
esmâ-i Nebevî: Peygamberimizin isimleri.
seyf: Kılıç.
sâhibü’s-seyf: Kılıç sahibi.
agel: Arapların başlarını örten kefiyenin üzerine doladıkları siyah ibrişimden örülmüş halka.
tefrik: Ayırma.
|
05.12.2006
|
|
Elif yazmak
Kelimeler kalpten akan katrelerin kabı… Kalpte ne varsa o damlar ve tekrar ait olduğu yere döner damlalar... Kimliğin kilididir kelimeler… Kibar kalpten kelâmın kibarı damlar, kem kalpten de kem kelime…
Boş değildir kelimeler, boş olanlar bile bir boşluğu ifade eder… Hiçbir kelime de boşlukta kalmaz, bir kalbe konuk olur… Keder kelimeleri kederliler kapar, kimsesizlerinkini kimsesizler tutar, sevinçliler sevinçlileri sevindirir… Yaslıları yaslandırır yaslı kelimeler…
Hikmetin kabı, mânânın kılıfıdır kelimeler… Mânâ denizi kabardığında kelime dalgasıyla vurur yürek sahillere… Sahile değişik şekiller verir bazen nazlı, bazen hırçın vuran dalgalar… Engin denizlere yelken açmak da kelime teknelerine binmekle olur… Denizle sahil arasında gelgitleri oynar kelimeler…
Kimse kaçamaz kader kelimelerden ve kader olan kelimelerinden… Kem bir kelime kendinin yazdığı yazgıdır ve tekrar sahibine yansır… Hased hasisliktir, sahibini yakar… Gıybet kendini dişlemektir… Zan zulmü, zamansız yakalar kişiyi…
Kelime varsa bir kalem vardır… Bir kelimedir kâinat… Kâinatı “Kün” ile yazan kader kalemi, her bir kalbe de ayrı bir imza atmış, her ömre farklı bir yazgı yazmıştır… Motif motif çizmiştir “an”ları, desen desen yapmıştır yolları…
Kün kaleminin ucundaki zerrelerle yazılmıştır kâinat… Galaksilerin kavislerinden, kelebeklerin kanatlarına aynı mühür konmuştur; “Vav”… Aynı kalem, kalbin göz bebeğinden göğün göğsüne bir çizgi çekmiştir; “Elif”… Ve insan her bir şeyde “Hu”yu okusun diye yaratılmıştır.
Kâinata ve kalbe yazılanları iyi okumak güzelliklerle bezenmektir… Kem kelimelerle kirletmez kalbini… Hikmet konuşmak varken gıybet etmez, tefekkür ederken hasislik düşünmez, güzelliklere nazar ederken zanna zamanı kalmaz…
Hayatıyla bir “Elif” yazar, “Vav” vuslatıyla yürür, yüreği “Hu” okur.
|
Hüseyin EREN
05.12.2006
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Zi’l-meâric
Allah (c.c.), Zi’l-Meâric’tir. Yani sonsuz yüksek dereceler sahibi ve hadsiz yükseklikler mâlikidir. Bütün işler Cenâb-ı Hakka yükselir. Herkes ve her varlık yaptıklarını bütünüyle Onun katında bulur. Ondan hiçbir iş gizlenmez. Bütün ruhlar Ona dönerler, bütün melekler Ona yükselirler. Bütün kullar Onunla yücelirler. Kalpler, Onunla tatmin olur. Onun zikriyle, herkes âlâ-yı illiyyîne, yani en ulvî mertebelere çıkar.
Zi’l-Meâric ism-i şerîfi Kur’ân’da geçer. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Zi’l-Meâric olan Allah katından, sakınılması ve def’edilmesi imkânsız ve kâfirler için gelecek azabı sordu birisi. Melekler ve Rûh, oraya miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkarlar.”1 Bir diğer âyette Cenâb-ı Hak, “Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip idare eder. Sonra (bütün bu işler), sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde, Onun nezdine çıkar”2 buyurmuştur.
İnsanın, ruhlar âleminden gelip hızla ana rahminden, çocukluktan, gençlikten, yaşlılıktan ve dünyadan geçen bir yolcu olduğunu beyan eden3 Bedîüzzaman, buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebediyete kadar sürecek olan bir beşerî seferde bin senelik yolu şimşek gibi bir günde almanın ve elli bin senelik mesâfeyi, hayâl gibi bir günde keserek Allah’ın huzuruna yükselmenin beş vakit namazla mümkün olduğunu kaydeder.4
Bediüzzaman’a göre, dünyadan sonsuz derece yüksek olduğu için bekâ âleminin birkaç dakîkası, şu dünyanın binler senesi hükmündedir. Allah için çalışan, Allah için işleyen, Allah için görüşen, Allah’ın rızâsı dâiresinde hareket eden kimseler, bekânın cilvesine mazhar olurlar.5 Kâfirin âhiretteki dehşetli zamanlarının bir günü de elli bin sene hükmündedir.6
Bedîüzzaman’a göre, içinde bulunduğumuz aşağı âlemlerin mânevî tezgâhları ve küllî kanunları yüksek âlemlerdedir. “Yaratılmışlar mahşeri” olan yeryüzündeki, sayısız mahlûkatın amellerinin neticeleri, cinlerin ve insanların fiillerinin meyveleri, yine yüksek âlemlerde arşivlenmektedir. Hattâ iyilikler Cennet meyveleri sûretine, kötülükler ise Cehennem zakkumları şekline girmektedir. Başta yeryüzünde olmak üzere, kâinatın umumunda görünen hadsiz değişikliklerin ve faaliyetlerin kaynağı, elbette yüksek kanunlardır. Yüksek kanunlar, Allah’ın isimlerinin tecellîlerinden ibârettirler. Allah’ın isimlerinin mazharları da bir derece basit, sâfî ve her biri bir âlemin arşı, sakfı, damı ve bir âlemin tasarruf merkezi hükmünde olan semâvâttır. O âlemlerin birisi, Sidretü’l-Müntehâ’daki Cennetü’l-Me’vâdır. Yerdeki tespihler, hamdler, şükürler, minnetler ve teşekkürler, ileride o Cennetin bâkî meyveleri sûretinde olacaktır. Yerde olan meyvelerin ve lezzetlerin hazineleri oralardadır, mahsulâtı olan mânevî şükürleri de o tarafa gitmektedir.7 Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, Cenâb-ı Hak her şeye her şeyden yakın olduğu halde, her şey Ondan sonsuz derece uzaktır.8 Resûlullah Efendimiz (asm), Allah’ın sonsuz yükseklikteki katına cismânî olarak yükselmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) mirâcı esnasında, yetmiş bin perde arkasından, Allah’ın isimlerinin muhtelif tecellî alanlarından, sıfatlarının ve fiillerinin sayısız tasarruflarına ve muhtelif bâkî varlık tabakalarına kadar hadsiz mertebeleri insanlık adına ve mahlûkat hesâbına geçmiş ve yükselmiştir.9
(Risâle-i Nur’da Esmâ-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Meâric Sûresi: 1-4, 2- Secde Sûresi: 5
3- Sözler, s. 35, 295; Mesnevî-i Nuriye, s. 189
4- Sözler, s. 27, 5- Lem’alar, s. 23
6- Sözler, s. 175, 7- A.g.e., s. 533
8- A.g.e., s. 522, 9- A.g.e., s. 522
|
05.12.2006
|
|
Nur'un dilinde Risale-i Nur
Yirmi Dokuzuncu Mektub
“Risâle-i Nur’un Yirmi Dokuzuncu Mektub’unda ‘Hücumât-ı Sitte’ ve Zeyli ve ‘İşârât-ı Seb’a’ ve ‘Telvîhât-ı Tis’a’ gibi risâlelerin rumuzat-ı Kur’âniye ve tevafukat-ı Nuriyeye karışık bir sûrette bulunmasının hikmeti, mahkemeler ve ehl-i vukufun susturulmasına ve bizi onlarla mes’ul etmemesine bir vesile olmaktı. Güya o rumuzat, o derin ince meseleler, lisan-ı hal ile onlara demiş: ‘İnsaf ediniz, Kur’ân’ın bu derece esrarına çalışanlara ilişmeyiniz.’ Şimdi ise o karışık vaziyeti hiç münasip değil. Çünkü o rumuzat ve tevâfukata, yirmiden ancak birisi muhtaç olur, anlar. İçindeki öteki risâlelere yirmiden on dokuzu muhtaç olup anlayabilir” (Emirdağ Lâhikası, s. 194)
Telvihât-ı Tis’a
“Eskiden yazdığım tarikatlerin hakîkatlerini ilmen beyân eden Telvihât Risâlesi var ki; bir ders-i hakîkattir ve yüksek bir ders-i ilmîdir, tarîkat dersi değildir. (...) İmân-ı tahkîkîyi, galibâne, felsefeye karşı ispat eden bir eser...” (Tarihçe-i Hayat, s. 413)
|
Fatma ÖZER
05.12.2006
|
|
Nurdan Bir Kelime
Kıble
Kıble ve Kâbe öyle bir amud-u nurânîdir ki, semâvâtı Arşa kadar takmış ve nazm edip, küre-i arzın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nurânîsi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa, hatt-ı şâkul ile senin gözünün şuâsı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıbleyle temas ve musafaha edecektir." (Muhakemat, s.51)
***
Şer’an kıble Kâbe-i Mükerreme’nin üstü tâ Arşa kadar ve altı ferşe kadar bir amûd-u nuranî olması... (Şuâlar, s. 435)
Lûgatçe:
amud-u nurânî: Nurdan sütun, nurlu sütun.
gıtâ: Örtü.
hatt-ı şâkul: Çekül doğrultusu, bir yerin ne derece düzgün olduğunu anlamada kullanılan alete ait olan çizgi.
nazm: Tertib etme, düzene koyma.
küre-i arz: Dünya.
tabakat: Tabakalar.
şuâ: Işın.
ayn-ı kıble: Kıblenin kendisi.
musafaha: Birbirine el uzatma, el ele tutuşma, tokalaşma.
Arş: Yüksekliği sebebiyle bütün cisimleri içine alan ve Allah'ın kudret ve hükmüyle istiva ettiği şey.
ferş: Yeryüzü, zemin, dünya, kır, saha.
|
05.12.2006
|
|
|
|