|
|
|
Putlara dokunursan çarpılırsın... |
Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğünün ne durumda olduğunu anlamak için yakın geçmişe bakmak gereksiz. Sadece 48 ve 24 saat öncesine bakmak yeterli.
Prof. Atilla Yayla’nın başına gelenler durumu yeterince anlatıyor. Atilla Yayla, “Liberal Düşünce Topluluğu” adlı liberal düşünceyi savunmak ve geliştirmek için bir araya gelmiş insanların yer aldığı bir kuruluşun başı ve Gazi Üniversitesi öğretim üyesi. İkinci sıfatı şimdilik askıda. Dünden itibaren Gazi Üniversitesi’nde ders vermesi iptal edildi.
Suçu, hafta sonunda iktidar partisinin (AK Parti) İzmir’de düzenlediği bir panelde yaptığı ve Kemalizmi eleştiren konuşması. Liberal Atilla Yayla’nın Kemalist olması herhalde düşünülemezdi ama Kemalizmi eleştirdiği vakit, anlaşılan işini kaybetme tehlikesine sahip bulunduğunu bilmesi gerekirdi. Düşünce, ifade edilmeyip kafanın içinde kaldığı sürece bir sorun yok. İfade edildiği anda, başınıza bela gelebilecekse, o ülkede düşünce ve ifade özgürlüğünün durumunun ne olduğu da ortaya çıkar.
Yani, bu anlamda düşünce özgürlüğü ifade özgürlüğünden ayrılamaz. İfade edilmeyen düşüncenin, düşünce olduğunu sadece beyninin içinde onu düşünen bilecektir. O da zaten düşünce sayılmaz ve düşünce özgürlüğü kapsamında algılanmaz. Düşünce ancak ifade edildiği zaman hayatiyet ve anlam kazanır; düşünce özgürlüğü de, dolayısıyla, ifade özgürlüğünden ayrılamaz. Prof. Atilla Yayla’nın Kemalizmi eleştirmesinden ötürü başına gelen, anlı-şanlı 301’in tartışılmasını dahi anlamsızlaştırıyor. 301, “Türklüğe hakaret” gibi sınırları ve içeri net olmayan bir tanıma ve alabildiğine geniş bir yoruma kapı aralayarak, düşünce ve ifade özgürlüğünün üzerinde bir “ceza karabasanı” olarak durduğu ölçüde bir sorun. Ancak, düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engeller, sadece cezai kovuşturmaya uğrama tehdidi değil; bu özgürlükleri “eleştiri” bağlamında kullandığınız takdirde işinizi kaybederseniz, bu da düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik bir tehdittir.
***
Prof. Atilla Yayla’nın “affedilemez suçu” ne? AK Parti’nin İzmir İl Gençlik Kolları’nın düzenlediği “AB ve Türkiye ilişkilerinin toplumsal etkileri” konulu panelde, Atatürk’ün Türkiye’de “kişi putlaştırması”na uyan biçimde kullanılmasına dikkat çekmesi ve ayrıca bir “ideolojik akım” olarak Kemalizme ilişkin kendi tanımlarını yapması. Konuşmasının bir yerinde, yarın-öbürgün AB çevrelerinin “kişi putlaştırması” görüntülerine dikkat çekeceğini öne sürerek “İlerde artık bizlere ‘Neden her yerde bu adamın heykelleri, fotoğrafları var?’ diye soracaklar. Üstünü örtemezsiniz. Bu mutlaka tartışılacaktır” demesi, “infial”e yol açmış. Bir kere, o cümle içinde Atatürk’ten “adam” sözcüğüyle söz etmiş olması “infial”in dozunu artırıyor. Böyle bir “adam”a görevi “Atatürkçü nesiller yetiştirmek” olan üniversitede tabii ders verdirilmesi uygun görülmüyor. Eğer, cümle içinde “adam” yerine “Atatürk” sözcüğünü kullansa, cümlenin ve anlatmak istediğinin anlamı zerre kadar değişiyor mu? Hayır. Bu gibi noktalara takılmak ve bunun yol açtığı yaptırımlar bile, “kişi putlaştırma” nın hangi boyutlara ulaştığına dair yeterince gösterge sayılmalı. Atilla Yayla, aslında “malumu ilam” etmekten öteye bir şey yapmış sayılmaz.
İstanbul’un en işlek arterlerinden biri olan Dolmabahçe- Ortaköy hattından her geçişinizde iki kilometreyi aşkın bir yol boyunca, tarihi saray duvarlarının (Yıldız Sarayı) boydan boya kocaman Atatürk fotoğraflarıyla örtülmüş olduğunu görürsünüz. Atatürk, Florya plajinda mayolu. Atatürk, Cumhuriyet balosunda fraklı. Atatürk, tren penceresinde. Atatürk, traktörün üzerinde. Atatürk, Kocatepe’de. Beşiktaş Belediyesi, yolun öbür yanını da Atatürk fotoğraflarıyla donatmaya başlamış. Atatürk Havaalanı’na indikten sonra Atatürk Köprüsü’nden ve Atatürk Kültür Merkezi’nin önünden geçerek Çırağan Oteli’nde kalmaya ya da Çırağan Sarayı’nda bir uluslararası toplantıya katılmaya gelen bir yabancı devlet adamı, Dolmabahçe-Ortaköy arasında tarihi duvarların iki kilometre boyunca Atatürk fotoğraflarıyla kaplandığını görse, ne düşünür?
Bu ülkede “kişi putlaştırması”nın altına sığınanların bulunduğu hükmüne varmaz mı? Dünyanın neresine gitseniz, bütün bunlar “kişi putlaştırması” nın en çarpıcı örnekleri olarak gösterilir. “Kişi putlaştırması” Atatürk’le ilgili ama Atatürk’ün uygulaması değil. Elbette, bundan Atatürk sorumlu değil. Buna karşı çıkılması da, Atatürk’e karşı çıkmak değil. Zira, “kişi putlaştırması” Atatürk’ü anlatmıyor; bunu yapanları ve bunun yapılabildiği Türkiye 2006’nın durumunu anlatıyor.
Atilla Yayla’ya atfedilen ikinci “affedilemez suç” ise “Atatürk Türkiye’yi Ortaçağ karanlığından kurtardı” söylemine ilişkin olarak panelde sarf ettiği şu sözleri: “Ortaçağ tarihi İslam dünyasını değil, Avrupa’yı ilgilendirir. Cumhuriyet tarihini bir bütün olarak düşünemezsiniz. Cumhuriyet dönemi soyut bir öznedir. Soyut özneyi yüceltmek imkansız. 1925-1945 ile 1950 sonrasını aynı değerlendiremezsiniz. Bu dönemler birbirinin panzehiridir... Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder... Kemalizmle ilgili tezime karşı bir tez bekliyorum. Ancak umutlu değilim. Önemli olan bu tartışılsın, ama kavga ortamı doğmasın...” Bu tür görüşlere katılmamak mümkün. Ne yaparsınız? Kalkıp, bu görüşleri çürütmeye çalışırsınız, değil mi? Yapılan ne? Prof. Yayla’nın işine son vermek. Yani, “Sus, böyle konuşacaksan; seni konuşturmayacağız” demeye getirmek. 301 değişse ya da kalksa da, düşünce ve ifade özgürlüğü üzerinde bu gibi kıskaçlar durdukça, Türkiye’nin AB hedefleri yönünde tökezlemesi kaçınılmaz. Bu gibi konular, Kıbrıs Rum gemileri ve uçaklarına, limanları ve havaalanlarını açmaktan, Türkiye’nin geleceği açısından çok daha hayati.
***
Şimdi, Türk entelektüel ortamından Prof. Atilla Yayla için ne kadar dayanışma sesi yükseleceğini, bunun bir “entelektüel sorun” ve “özgürlükler bağlamı”nda ele alınacağını merakla izleyeceğim. Pek umutlu değilim açıkçası. “Şeytan taşlama” iklimindeyiz. Bir yazarı, anadilimizde yazarak, dünyada kazanılabilecek en büyük, en onurlu ödülü, Nobel’i kazandığında sevinemeyen, hatta üzüntü duyulan bir ortamda yaşıyoruz. Nobel’den iki hafta sonra açılan Kitap Fuarı’nda yapılan konuşmalarda, Orhan Pamuk’un adının bir kere anılmadığı, alınan verilen ödüllerde verenlerin alanların bu yüzden yüzlerinin kızarmadığı, bir sözde “entelektüel ortam”da Atilla Yayla, başına gelene müstahak. Az bile...
Bugün, 22.11.2006
|
Cengiz ÇANDAR
23.11.2006
|
|
|
Herkes fikrini söyleyebilmeli |
Cumartesi günü “Tartışmamalar” diye yazdım. Türkiye’de en küçüğünden en büyüğüne hiçbir tartışmanın sağlıklı yapılamamasından, tartışmaların “susturma çabası” haline gelmesinden yakındım. Konuşamadığımız için fikir üretemediğimizi söyledim.
Haklılığım üç gün içinde ortaya çıktı.
Profesör Atilla Yayla diye bir adam çıktı Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü “sertçe” bir tonda eleştirdi, tartışmaya açtı.
Hemen büyük bir taarruz altında kaldı.
Dün de Profesör Yayla’nın üniversitedeki derslerine son verildi.
Bu mudur!
Atatürk’e hayranlık derecesinde sevgi beslerim. Yaşadığı zamanın yüzyıl ötesinde bir adam olduğuna inanırım. Benim için eşsizdir. Bir fotoğrafına biraz uzunca bakayım gözlerim dolar.
Ama Atilla Yayla’nın söylediklerinden rahatsız olmadım.
Atatürk’ü ben severim, o sevmeyebilir.
Atatürk’e ben hayran olabilirim o nefret edebilir.
Yaptıklarına ben saygı duyarım o duymayabilir.
Ben dehasını övebilirim, o eleştirebilir.
Hakaret etmedikçe, yalan yanlış, ahlak dışı ithamlarda bulunmadıkça sesimi çıkarmam.
O öyle düşünebilir, ben böyle düşünürüm.
O öyle konuşur, ben böyle konuşurum.
Ben ona katılmam, o bana katılmaz.
Ama hiçbirimizin, fikrine katılmadığımız birini susturma hakkı yoktur.
Çünkü biz bugün birini susturursak, bir gün de biri bizi susturabilir.
Sabah, 22.11.2006
|
Fatih ALTAYLI
23.11.2006
|
|
|
Linç |
Geçen hafta AKP İzmir Milletvekili Zekeriya Akçam’ın yönettiği bir panelde Atilla Yayla ile birer konuşma yaptık.
Ülkemizin önemli bilim ve fikir adamlarından biri olan Yayla’nın konuşması sırasında yaptığı bazı değerlendirmeler, salonda bulunan Yeni Asır muhabirinin yorumlayarak haber yapması üzerine “Mustafa Kemal’e hakaret ve sövgü”ye dönüştü, sonra İstanbul matbuatına taşındı ve bir anda Yayla’ya karşı amansız bir cadı avı başladı. Kaç gündür malum medya -buna bazı sağcı-milliyetçi gazetelerin de katılmış olması dikkate şayandır- Atilla Yayla’yı linç etmek istiyor. Belki amaç, Yayla üzerinden AKP’yi vurmaktır, bu ahlaki açıdan sorunlu ve sonuçları bakımından tehlikeli saldırı giderek ideolojik ve toplumsal bir cinneti her isteyenin her zaman tekrarlayabileceği bir adet haline getirme eğilimini güçlendiriyor. Prof. Atilla Yayla’nın konuşmasını dikkatle dinledim, Mustafa Kemal’den tek kelime söz etmedi, tarihi kişiliğini, yaptıklarını, düşüncelerini gündeme getirip eleştirmedi. Ayrıca benim bildiğim Kemalistler her zaman “Mustafa Kemal’in yaptıklarını eleştirmek ile ona hakaret etmek ayrı şeylerdir, biz hakarete karşı çıkıyoruz” diyorlar ki, ben de aynı kanaatteyim.
Yayla’nın üzerinde durduğu konu “AB süreci ile medeniyet” kavramı arasındaki ilişkilerin analizini yaparken Mustafa Kemal’in ölümünden sonra formüle edilmiş bulunan Kemalist ideolojinin, “medenileştirici bir rol oynamadığı”nı belirtmekti. Şunları söyledi: “AB, bir süre sonra ‘Neden her yerde Mustafa Kemal’in fotoğrafları var?’ diye soracak. Çünkü AB, tek adam dönemini benimsemiyor. Geniş tabanlı bir anlayışı savunuyor. Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül etmektedir. ‘Kemalizm olmasaydı Türkiye medeniyetleşemezdi’ deniliyor. Bir kere Ortaçağ tarihi İslam dünyasını değil Avrupa’yı ilgilendirir. Avrupa’da da son zamanlarda Ortaçağ’ın ‘karanlık bir çağ’ olmadığı yönünde ciddi araştırmalar yayınlanıyor. Cumhuriyet dönemini bir bütün olarak düşünemezsiniz. Çünkü bu soyut bir öznedir. Soyut özneyi yüceltmek anlamsız. 1925-1945 ile 1950 ve sonrasını aynı değerlendiremezsiniz. Bu dönemler birbirinin panzehiridir. İlk dönemde sınırlanamaz siyaset varken muhalefet, ifade özgürlüğü gibi durumlar yoktu. Nitekim 1930’da İzmir’de Serbest Fırka’nın başına gelenleri biliyorsunuz. Kemalizm’le ilgili tezime karşı bir tez bekliyorum. Ama umutlu değilim. Önemli olan bunun tartışılmasıdır. Ancak kavga ortamı doğmasın. Kemalizm medeniyeti, çözücü bir süreçtir”.
Prof. Yayla, bu düşüncelerini “Medeniyet için gerekli unsurlar” çerçevesinde savundu. Tezine göre medeniyet için gerekli unsurlar şunlardır: 1) Hukuki tanıma göre özel mülkiyetin olması; 2) İşbölümü ve uzmanlaşma; 3) Serbest mübadele. Sözleşme serbestisi ve bunun kültür, ahlak ve hukukla temellendirilmesi; 4) Sınırlı ve kurallarına bağlı bir siyasi yapı. Bunun için de ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve hukuka bağlı yönetim gerekmektedir. ‘Hukuk’ derken, evrensel hukuk kurallarını kastediyorum. Yani yönetilenler gibi yönetenler de aynı kurallara bağlı olmalı ve elbette siyasi suçlar olmamalı.
Yayla, bu kriterlerden hareketle 1950 öncesi “tek parti yönetimi”ni analiz edip, bu dönemin “medenileştirici olmadığı”nı, AB süreciyle bunun ve buna dayalı zihniyetin değişmek zorunda kalacağını söyledi. Bu düşüncelerin nasıl Mustafa Kemal’e hakaret olarak değerlendirildikleri ayrı bir konu. Ancak zaten amaç “bağcı dövmek”ti ki, buradaki bağcı da AKP idi. Oysa paneli yöneten Zekeriya Akçam, hemen müdahale etti ve “Yayla’nın görüşleri kendisini bağlar, AKP’nin görüşleri değildir.” diyerek hemen tashih etti. İl Başkanı ve diğer yetkililer de tedirginliklerini belirttiler. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, bu kadarcık düşünce açıklamak bile fermanınızın imzalanmasına yetiyor.
Atilla Yayla ülkemizin değerli bilim adamları ve entelektüellerinden biridir. Aynı zamanda velud bir yazardır, birçok noktada rezervim olsa da bir avuç arkadaşıyla ‘liberal düşünce’nin belli bir seviyede temsil edilip anlaşılması için muazzam bir gayret göstermektedir. Medyada kendisine karşı veya kendisi üzerinden başlatılan bu utanç verici kampanyayı hiçbir şekilde hak etmiyor.
Zaman, 22.11.2006
|
Ali BULAÇ
23.11.2006
|
|
|
Tek tip siyaset bilimi |
Gazi Üniversitesi Rektörü, Atilla Yayla’nın ders vermekten men edildiğini açıkladı.
Anayasa ve yasalar üniversiteler de “Atatürk ilkelerine bağlı öğrenci yetiştirilmesini öngördüğü” için, Kemalizm’i eleştiren bir siyaset bilimi hocasının öğrencileri zehirlemesine müsaade edemezlermiş!
Üstelik de Atilla Yayla’nın sözleri Gazi Üniversitesi camiasında o kadar büyük infial yaratmış ki, bu infial de ders verdirmeme kararlarında etkili olmuş. Atatürk’e “adam” diyecek kadar terbiye yoksunu birine öğrenci emanet edemezlermiş. Söyledikleri kabaca böyle... Böylece Atilla Yayla’nın bir cümlesiyle başlayan “Kemalizm Krizi” nde farklı bir aşamaya geçmiş bulunuyoruz. Şu anda en önemli şey; bir üniversitenin, bir siyaset bilimi hocasını, Kemalizm konusundaki fikirlerinden dolayı ders vermekten men etme kararıdır. Rektörün gerekçesinin neresinden tutacağımı şaşırmış durumdayım.
Bir kere, bu nasıl bir üniversite ki, siyaset bilimi kürsüsünde Kemalizm eleştirisi yasak. Siz bir üniversitenin psikiyatri bölümünde, Davranışçı Ekol’ün yasaklandığını, sadece psikanalizin öğretilmesine izin verildiğini düşünebiliyor musunuz? Ya da, bir fizik bölümünde, “ışık dalga mıdır; yoksa tanecik mi?” tartışmasında bir görüşün savunulmasının yasaklandığını? Benim Gazi Üniversitesi rektörüne kısa yoldan çözüm önerim, eğer Kemalizm’in tartışılmasından korkuyorsa, Atilla Yayla’ya ders verdirmemekle yetinmeyip, siyaset bilimi bölümünü hatta bütün sosyal bilimler bölümlerini tez elden kapatmasıdır.
Çünkü zaten, eğer yasalar sadece tek tip siyaset öğrenimi yapılmasını dayatıyorsa, siyaset bilimi diye bir dal da kalmıyor demektir. Olmayan bir bilimin fakültesi mi olur? Yayla’nın sözlerinin Gazi Üniversitesi camiasında “infial” yaratmasına gelince... Tabu haline getirilmiş fikirlerin sarsılması her zaman infial yaratabilir; öncü fikirler her zaman provokatif olabilir. Ama üniversiteler tam da bunun için vardır. Üniversitelerdeki bilimsel özerklik sayesinde en provokatif fikirler de serbestçe ortaya konulabilir, araştırılabilir. Üniversitelerin toplumların fikir hayatına öncülük edebilmesi de bu sayede olur.
Üniversite yönetimleri, infial yaratan her fikrin sahibini ders vermekten men edecek olsa, ders verdirecek hoca bulamaz. Daha doğrusu, adam gibi üniversitelerde bulamaz. Ben doğal olarak, Gazi Üniversitesi öğretim üyelerinin ne kadarının Rektör’ün söylediği gibi infial içinde olduğunu bilmiyorum. Ama diyorum ki, bence o üniversitenin öğretim üyelerinin asıl şimdi, Rektörlük’ün bu kararı karşısında infial duymaları gerekir. Eğer duymuyorlarsa, ne fikir özgürlüğünden, ne araştırma özgürlüğünden ne de üniversitenin bilimsel özerkliğinden hiçbir şey anlamıyorlar demektir.
Rektörün gerekçeleriyle tartışmayı şu “terbiye yoksunluğu” konusuyla bitirelim: Atilla Yayla’nın Atatürk’ten “adam” diye bahsetmesinin doğru olmadığını ben de yazdım. Ama bunu yazarken asıl eleştirim onun kitle psikolojisini gözetmemesi, Atatürk putlaştırmasının had safhada olduğu böyle bir toplumda daha dikkatli olması noktasındaydı. Yoksa, eğer Türkiye normal bir ülke olsaydı; Atatürk de böyle “yarı-tanrı” konumuna getirilmemiş olsaydı; ulusal bir kahramana “adam” dedi diye bir profesörün derslerini elinden almak kimsenin aklından geçmezdi. Nitekim geçmiyor.
Fransa’nın milli kahramanı de Gaulle, Amerika’nın milli kahramanı Lincoln hakkında her gün çok daha ağır laflar ediliyor. Mesela, Thomas diLorenzo diye bir adam kalkıp “Lincoln’un Maskesini İndirmek” isimli bir kitap yazıyor; kitabında Lincoln için “tiran” diyor, kimsenin aklına Lincoln’e hakaretten suç duyurusunda bulunmak gelmiyor. Zaten orada Lincoln’u Koruma Kanunu diye bir kanun da bulunmuyor...
***
Olayın vahim yanlarından biri de AK Parti İzmir İl yöneticilerinin tepkilerin ortaya çıkmasından sonra aldıkları tutum... Elbette bir parti panelinde yapılan konuşmalar partiyi değil, konuşmacıları bağlar.
Elbette ki Yayla’nın sözlerinin hesabı AK Parti’den sorulamaz. AK Parti İzmir İl yöneticilerinden beklenen, o sözlere değil ama o sözlerin fikir özgürlüğüne inanan bir partinin yarattığı bir platformda ifade edilebilme hakkına sahip çıkmalarıydı. Apaçık ki, AK Parti demokrasi mücadelesi verecekse, daha cesur yöneticilere ihtiyacı var.
Konferansta elini sıkıp tebrik ettikleri kişi saldırı altında kalınca “Ben de konuşmasından dehşete düştüm, salonu terk ettim” diye açıklamalar yapacak kadar siyasi cesaretten yoksun insanlara değil. Bu nokta Atilla Yayla için pek önemli değil belki ama, AK Parti’nin kendisi için önemli.
Bugün, 22.11.2006
|
Gülay GÖKTÜRK
23.11.2006
|
|
|
Kemalizm ilerici mi, gerici mi? |
İleriliği-geriliği ölçmek için başvuracağımız kriter, “akıl ve bilim” bir de “medenî dünya” olmalı.
Medenî dünya ile, medenî dünyanın özgürlük-hukuk gibi değerleri ile barışık bir düzen içinde tartışma yürütmek yerine; medenî cesareti olan liberal bir aydını “hain” olarak mahkûm etmek eğer Kemalizm ise, bu ideoloji “geri” bir ideolojidir.
Farklı fikirlerin özgürce tartışıldığı bir ülke yerine totaliter bir fikrin egemenliğinde herkesin aynı şeye inandığı ve aynı şekilde davrandığı bir toplum idealini savunmak eğer Kemalizm ise, bu ideoloji geri bir ideolojidir.
Olaylar ve düşünceler arasında basit bir sebep-sonuç ilişkisi kuramayan biri, birinci sınıf bir bilim adamına hakaret etme cesaretini Kemalizm’den alıyorsa, bu ideoloji geri bir ideolojidir.
Demokratik değerlerin üstünlüğü yerine, silahlı gücün toplum üzerindeki vesayetini savunmak Kemalizm ise, bu ideoloji elbette “geri” bir ideolojidir.
Yine de, dinlerin, felsefî inançların ve ideolojilerin ileri-geri ıskalasına yerleştirilmesi doğru değil. Yorum farkları her zaman bulunur. O zaman soru şu olmalı: “Kemalist ideolojiye müntesip ne kadar gerici var?”
Zaman, 21.11.2006
|
Mümtaz’er TÜRKÖNE
23.11.2006
|
|
|
|