|
|
|
AK Parti kendini ayağından vurdu |
Ne enflasyonun yeniden tek haneli rakamlara dönmesi, ne de bunu gören doların rahatlayıp gevşemesi gündem oluşturabildi.
Olumlu haberlerin yalayıp geçtiği, olumsuzların ise yayılıp oturduğu bir durum var. Neden? Çünkü AK Parti kendi başarı grafiğini sürekli yükselten iki önemli çapaya, AB ve IMF’ye tavırlı davranmaya başladığından beri olumlu gelişmeler kötümser beklentilerin gölgesinde erimekte. Zaten bu nedenle de enflasyonun düşmesine rağmen faizler kımıldamamakta.
Başarıyla sürdürülen “dünyalaşma” sürecini bırakıp, sahibi ve adresi belli “siyasal milliyetçiliğin” kuyruğuna takılma ve bunu Kıbrıs üzerinden ispata girişme, AK Parti’de kimin aklı bilmiyorum, ancak kimin aklıysa bunun için seçimlerde ağır fatura ödeyecekleri açık.
*
Başbakan Tayyip Erdoğan, evvelki gün 55 ülkeden 500’e yakın gazetecinin katıldığı toplantıda “Üyelik sürecimizin aksamadan ilerlemesi noktasında AB’nin takınacağı tutum büyük önem taşıyor, attığımız son adımlar da göstermektedir ki, bazılarının iddia ettiği gibi reform sürecimizde bir yavaşlama söz konusu değil, bundan sonra da olmayacak” diyor.
Ancak aynı gün gazeteler reform süreci iradesinin eskisi gibi olmadığını belgeliyor. Hükümetin haziranda çıkarmayıp bugünlere ertelediği 9. uyum paketindeki “vakıflar yasasının” başına gelen durumu açıklığa kavuşturuyor.
Kendi vatandaşının malını gasp eden bir devlet görüntüsüne son verme konusunda AK Parti, “ırkçılık” yapan CHP’den etkileniyor, daha da vahimi kendi yurttaşlarımızın kaderini Yunanistan’daki Türk kökenli Yunan vatandaşlarına endeksliyoruz.
Bu haliyle yasalaşan bir “vakıf” anlayışının, hukuk devleti olduğu iddia edilen bir coğrafyada hazmedilmesi mümkün mü? Devlet, kendi vatandaşına “yabancı” muamelesi yapmaya hâlâ devam ediyor. Reform bu mu?
*
Sadece o mu? Gene 9. paketteki “silahlı bürokrasinin” Sayıştay tarafından denetlenmesi konusunun, tek parti zihniyeti ve bürokratik devlet anlayışı taraftarı CHP’nin engellemelerine kurban edilmesi... İlerleme Raporu sürecinde elimizi kuvvetlendirecek reformcu anlayışın bıçaklanmasına izin verilmesi.
Anlaşılıyor ki, kendi vatandaşına ve dolayısıyla hukuka saygılı bir devlet arayışında eski iştiyak yok. Bir de buna yazarı çizeri mahkemelerde süründüren 301. maddeyi ekleyin. Başbakan’ın yalanlamalarına rağmen AK Parti’nin reform arzusunun nereden nereye geldiğini görürsünüz. Buna “müteahhit saltanatı” yüzünden bir türlü olması gereken noktaya taşınmayan ihale yasası konusunu eklemiyorum.
AB hedefi kaybolmaya yüz tutunca, toplumun “muasır medeniyet seviyesi” hayali de ölüyor. Bu, yarına olan kaygıyı artırmakla kalmıyor, içe kapanmayı, milliyetçiliği ve hızla askerileşmeyi beraberinde getiriyor. “Gündem belirleme” ve “beklenti yönetiminde” pek mahir olmayan iktidar, başarılarına rağmen patinaja devam ediyor.
AB sürecinin performansı, ekonominin de can suyunu oluşturmakta. Türkiye’de ekonomik göstergelerdeki iyileşme sürüyor ama “kırılganlık” ve temel yapısal sorunlar çözülmüş değil. Gene de bugüne dek sağlanan olumlu gelişmeler, yeryüzünün buraya umutla bakmasına, yarınına güvenmesine imkân sağlıyor.
Ancak AB müzakere sürecinin yara alması, hiç şüphesiz ekonominin de yalpalamasına yol açacak. Şimdiden aralıktaki IMF’nin 5. gözden geçirme sonuçlarıyla ilgili tereddütlü dedikoduların tedavüle konması da bu yüzden.
*
AK Parti, başarısına ve performansına rağmen kendi ayağına ateş etmekte çok mahir. Kentleri ve özellikle kent kadınlarını yerel seçimlerde kazanarak oy oranını on puan yükselten AK Parti, bu başarısını perçinleyip parti tabanını yenilemek yerine, seçim süreciyle birlikte gerileyip dar bir alana sıkışmaya başladı.
AK Parti’nin en önemli özelliği varoşu sisteme, merkezi de dünyaya taşımaktı. Bundan uzaklaştıkça eriyip gider. Reform sürecinde gaza basmak vatandaşımıza gösterilecek saygının yanı sıra, KKTC’deki ekonomik izolasyona son verecek kararı hayata sokmakta geciken AB’ye karşı daha güçlü olmayı da sağlayacaktı.
Çarşamba günü müzakerelerin askıya alınması halinde, burada hayat epey zorlaşır. Çünkü dünya kendi insanına insan gibi muamele etmeyen yönetim anlayışına taviz vermiyor.
Sabah, 6.11.2006
|
Mehmet ALTAN
07.11.2006
|
|
|
Fikir olmayınca |
Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesini bütün dünya öğrendi. Sürekli olarak yabancı gazetelerde 301’inci maddeden söz ediliyor.
Bu madde ve uygulanma şekli sembolik bir anlam kazandı. Maddenin bugüne kadar uygulanması, çok sayıda yazar ve gazetecinin bu maddeden yargılanması ve bir mahkûmiyet kararı dünyanın dikkatini çekmiştir.
Burada sorulan soru şudur:
Hükümet ve Ankara, düşünce özgürlüğü konusunda batılı ileri standartları hedefleme konusunda fikir sahibi midir ve bu yolda adım adım atma cesaretini haiz midir?
Sorunun cevabının “evet” olamayacağının kanıtı Adalet Bakanı’nın dün tekrarladığı sözlerdir.
Kahvehane üslubuyla söylenmiş “Ne yani Türk olmaktan utanacak mıyız” ya da “Türklüğe hakaret edene ceza vermeyecek miyiz” şeklindeki bu sözleri elbette “sokağa” yöneliktir. Ama Adalet Bakanı’nın TCK 301’inci maddesi ile ilgili bütün söyledikleri alt alta koyduğumuzda ortaya “bir ters iki düz” durumu çıkıyor.
Adalet Bakanı ve diğer bazı “tereddütlü” kişiler, bütün gelişmiş demokrasilerde benzeri maddelerin bulunduğunu da söylüyor. Onlara düşen, buna benzer maddelerin hepsini Türkçeye çevirtmek ve bu maddelerden, örneğin son yirmi yılda o ülkelerin mahkemelerinde hangi kararlar çıkmışsa, listesini açıklamaktır.
Aksi halde bu “kanıt” ortaya atılmış boş bir söz olarak kalıyor.
***
TCK 301’in mahkemelerin uygulamada çelişik tavırlar almasını engelleyecek şekilde düzenlenmesinin ne sakıncası olacağını kimse açıklayamıyor.
Ama şu anda ortada gerçekten sakıncalı bir durum var. O da Türkiye’nin hâlâ düşünce özgürlüğünü kısıtlayan, yazarlarını gazetecilerini hapis tehdidi altında yaşatan bir ülke görünümünde olmasıdır.
Bu maddenin değişmesine CHP dışında karşı çıkan bir siyasi güç de yok. CHP yönetimi bu tavrını kendi ayıp listesine yazdırma hakkına sahiptir. Dışarıda da CHP’nin konumu ve siyasi çizgisiyle ilgili soru işaretleri doğmasını umursamıyor. Bu da onların sorunudur.
Ama Türkiye’nin sorunu daha önemlidir. Bu sorunun giderilmesi için de bir “fikir açıklığına” ihtiyaç vardır.
Bu fikir açıklığına önce hükümetin ulaşması gerekir ki, kamuoyunda varolan kuşkuları da giderebilsin.
301’inci madde konusu son derece açıktır. Ama Ankara bu konuda hâlâ kararsızdır ve Adalet Bakanı’nın yaptığı gibi, içi boş laflarla durumu geçiştirmeye çalışmaktadır.
Ankara hâlâ Türkiye’nin dünyada olumsuzluklarla anılmasına aldırmıyor. Bu şekilde anılmanın yansımalarını bile hesap edemiyor. Çünkü fikir yok.
Vatan, 6.11.2006
|
Okay GÖNENSİN
07.11.2006
|
|
|
Irak’ın işgalini ‘hatalı’ bulana bakın! |
Düne kadar Amerikalı “neocon”ların” en muhafazakâr ve sert isimlerinden olan, Pentagon’un Irak işgali sırasındaki başdanışmanı, “Karanlıklar Prensi” lakaplı Richard Perle, “Vanity Fair” dergisine müthiş açıklamalarda bulunmuş.
İşgal edilmesini zamanında hararetle savunduğu Irak’taki “fesatın boyutunu azımsadığını” itiraf eden Perle, şimdi olsaydı bu işgali savunup savunmayacağına ilişkin soruyu şöyle yanıtlamış:
“Eğer kâhin olsam ve bugün içinde bulunduğumuz durumu kestirebilseydim, sanırım ‘Irak’a girelim mi?’ sorusuna ‘Hayır, Saddam’ın kitle imha silahlarıyla ilgili olarak başka stratejiler bulalım’ derdim. Bu sorunu askeri yollardan başka yöntemlerle çözebilir miydik, belki çözebilirdik.”
Bu inanılmaz pozisyon değişikliği herhangi birisinden gelmiyor. ABD’nin devasa askeri mekanizmasının Irak’a karşı harekete geçirilmesinde önemli katkısı olan birinden geliyor.
Üstelik, Perle bununla da kalmıyor. “Eski patronu” Başkan Bush’u da Irak’taki siyasi ve askeri fiyaskodan sorumlu tutuyor.
Onların yolundan gidildi
Bush’un bu “fiyasko”ya kendisi gibi kilit konumdaki danışmanlar tarafından sürüklendiğine ise, haliyle, değinmiyor. Hatırlatıldığında da, “Bizim söylediğimiz yoldan gidilmedi” argümanına sığınıyor. Oysa, “onların yolundan gidildiğini” Washington’da herkes biliyor.
Perle, “Bir zaman makinesi olsaydı, geri gidip bu işi baştan ve doğru dürüst yapardık” diyebilir. Ancak olan oldu ve bundan Washington’da alınacak büyük dersler var.
Bu derslerden biri de, bundan böyle “kehanetleri doğru tutturmak” değil, Türkiye gibi bölgedeki “dost ve müttefik” ülkelerin somut uyarılarına daha fazla kulak vermektir.
Türkiye’nin derdi hiçbir zaman Saddam’ı ve kanlı rejimini korumak değildi. Zaten bu rejim Türkiye için de bir baş belasıydı. Hafızası geriye doğru iyi işleyenler bunu bilir.
Buna karşılık, Türkiye zamanında ABD’ye özetle şunu söylüyordu:
“Irak’ı işgal edip Saddam’ı devirirsin. Buna gücün tabii ki var. Ama karmaşık etnik yapısı ve kendi içindeki çatışan çıkarlar düşünüldüğünde, işgal ettiğin Irak’ı tutabilecek misin? İç savaşa sürüklenip dağılmasını engelleyebilecek misin? Esas mesele bu.”
Birbirlerine düşüyorlar
Perle gibi “neocon”ların yanıtı ise kesindi:
“Hepsi düşünüldü. Göreceksiniz. Saddam’ın zulmü karşısında kurtarıcı olarak karşılanacağız. Adaletsizlik içinde kıvranan bölgeye demokrasinin gelmesi için ilk adımlar atılacak. Yeni ve umut vaat eden bir Ortadoğu doğacak. Bunları görmeyip bu işten uzak duranlar da kaybettiklerini anlayıp pişman olacaklar.”
ABD gibi her türlü istihbarat edinme olanağına sahip olan bir süper gücün kendisini bu tür “naif” yaklaşımlara teslim etme lüksü yok. Ancak bunu Irak’ta yaptı.
Başkan Bush, bu ülkeyi işgal etmek için bahane aramak yerine, gerçek görüntüyü algılayabilseydi, kendisine “bahane icat eden” Perle ve diğer “neocon”ların “zırvalarını” daha iyi anlardı.
Ama olmadı ve şimdi birbirlerine düşüyorlar. Yıllarca da bu konuda birbirlerini yiyecekler. Biz de konuşanları hayretle dinleyeceğiz.
Milliyet, 6.11.2006
|
Semih İDİZ
07.11.2006
|
|
|
Bush devriminin sonu |
ABD’li seçmenler yarın araseçim için sandık başına gidiyor. Bu araseçimde bütün Temsilciler Meclisi (435 milletvekili), Senato’nun üçte biri (33 senatör) ve toplam 36 eyalet valisi seçilecek. Eğer büyük bir sürpriz olmazsa Demokratlar bu seçimlerden büyük bir zaferle çıkacaklar. Senato zor görünse de, Temsilciler Meclisi Demokrat çoğunluğa kavuşacak. Amerikan basını daha şimdiden altı yıldır yaşanan ‘Bush devrimi’nin artık sonunun geldiğini ilan etmiş durumda. Tabii ki Bush yönetimi daha iki yıl iktidarda kalacak. Ancak birçok kişi Bush’un başkanlıkta geçireceği son iki yılın, hayaller ve başarısızlıklar sonrası bir ‘realizme’ dönüş dönemi olmasını bekliyor. Peki nedir bu beklenen realizm? Washington’da bu soruya hep aynı cevap veriliyor: ABD’nin Irak’tan kademeli olarak çıkmaya başlaması.
(...)
Vietnam’da olduğu gibi, Amerikan halkı artık bu savaşın da kaybedildiğine çoktan inanmış durumda. Irak’taki kan banyosu ve ABD ordusunda yükselmeye başlayan ‘Amacımız nedir’ sorusu bu tabloyu daha da güçlendiriyor. Büyük Ortadoğu Projesi ve demokrasi söylemi, Yeni Muhafazakârlar dahil olmak üzere artık kimse tarafından ciddiye alınmıyor. 7 Kasım seçimleri sonrasında Bush yönetimi artık ciddi bir revizyon için aradığı fırsata kavuşmuş olacak ve ABD bir kez daha realizme dönecek. Bush devrimi ise ABD’nin kısa süren idealizm dönemlerinden biri olarak hatırlanacak.
Radikal, 6.11.2006
|
Ömer TAŞPINAR
07.11.2006
|
|
|
‘Bu milletin hukuku’ |
Adalet Bakanı en son 4 Kasım günü Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nun Genel Kurul toplantısında yaptığı konuşmada, TCK’nın mahut 301. maddesini savunma sadedinde, amaçlarının ‘bu milletin hukukunu korumak’ olduğunu söyledi.
B. Berat Özipek’in yazısından sonra, Adalet Bakanı’nın bu türden alışıldık konuşmalarını eleştirmeye halâ gerek var mı denebilir. Öyle de olsa, insanın vicdanı elvermiyor sessiz kalmaya. Bakan’ın konuşması ayrıca bir şeyi daha göstermiş oldu: Bu tür konuşmaların neden yanlış olduğunu anlaşılır bir dille ve iyi niyetle ne kadar anlatırsanız anlatın, Sayın Çiçek bunları hiç duymuyor ve kendi bildiğini okumaya devam ediyor.
Yide bir kere de ben sayın Bakan’a neden yanlış düşündüğünü anlatmak istiyorum. Yerim elvermediği için, sadece birkaç noktaya temas edeceğim.
Birincisi, sayın Bakan Anayasa’nın ilk üç maddesinin asla tartışılamayacağını söylüyor. Oysa, bu maddelerde dile getirilen ilke ve değerler, Bakan’ın düşündüğü gibi ‘Türk toplumunun ortak paydası’nı temsil etseler bile, tartışma dışı bırakılamazlar. Bakanın kendi mantığını izlesek bile bu böyledir: Öyle ya, aynı Türk toplumu kendi ‘ortak paydası’ üzerinde yeniden düşünme ve onda revizyon yapma ihtiyacı duyamaz mı?... Bir demokraside bunu kim, hangi hakla engelleyebilir?
Malum, anayasal normlar hiç tartışılamasın diye değil, usulüne uygun olarak değiştirilinceye kadar geçerli olmak üzere diye yapılır. Geçerli olarak yürürlükte kalmaları ise anayasal normların tartışılmasına elbette engel değildir. Kaldı ki, söz konusu ilkeler ‘değiştirilemez Tanrısal buyruklar’ olmadıklarına göre, gayet tabió tartışılabilirler. Esasen değiştirilebilir olmaları için de bu zorunludur.
İkinci olarak sayın Bakan, AB’nin Türkiye’yle ilgili İlerleme Raporlarında eksikliğine işaret edilen hususların önemli bir kısmının ‘Türkiye’den servis yapıldığı’nı ve bu dış müdahalelere ‘içimizden çanak tutanlar’ bulunduğunu şikâyet yollu dile getirdi. Bu yakınma, meselenin özünün hiç anlaşılmamış olduğunu gösteriyor. Her şeyden önce Türkiye’nin, AB’ye tam üyeliğin gereklerini yerine getirmesi bir ‘dış müdahale’ meselesi olmayıp, kendi taahhütlerine sadık kalması meselesidir. Bu, demokratikleşme yolundaki eksikliklerin neler olduğu kimin ‘haber verdiği’nden şüphesiz daha önemlidir. Ayrıca sayın Bakan içeriden ‘servis yapanlar’ olmasa, AB organlarının Türkiye’nin bu konudaki eksikliklerini bilemeyeceklerini mi sanıyor?
Bakan Çiçek’in TCK’nın 301. maddesini eleştirenleri ‘Türk milletine mensup olmaktan rahatsızlık duymak’la itham etmesi de son derece yakışıksız bir davranıştır. Böyle düşünenlerin anlamamakta ısrar ettikleri nokta, ‘Türklüğü ve Türkiye Cumhuriyetini aşağılama’ kavramlarının, bu kavramlarla ilgili olan veya bunlara atfen yapılan yanlış iş ve uygulamaları eleştirmeyi kapsayacak şekilde anlaşılmaya elverişli olmasıdır. Böyle bakıldığında, bu türden eleştiriler ‘Türk milletine mensup olmaktan duyulan rahatsızlık’ın değil, olsa olsa ‘Türk milleti’ adına yapılan bazı işlerin bu kavramlara verebileceği zarardan duyulan rahatsızlığın bir ifadesi olabilir.
Son olarak, söz konusu 301. madde ile ‘milletin hukukunu korumak’ arasında kurulan ilişkinin hepten yanlış olduğunu belirtmek isterim. Bakanın sandığının tam aksine, milletin hukukunu korumak için 301. maddenin ıslahı -tercihan da ilgası- gerekmektedir. Çünkü her şey bir yana, bu maddeden mağdur olanlar yabancılar değil, bizatihi ‘Türk milleti’nin fertleridir.
Star, 6.11.2006
|
Mustafa ERDOĞAN
07.11.2006
|
|
|
Bushçu AKP |
Kasım 2004’teki başkanlık seçimi öncesinde, Demokrat aday Kerry’nin kazanmasının, Irak, Ortadoğu, Transatlantik ilişkiler ve insan hakları başta olmak üzere, Amerikan politikasında olumlu yönde değişim başlatabileceğini savunan yazılarım üzerine, Ankara’dan bir telefon almıştım.
AKP’nin dış politikasını yönlendiren bir isim, “Yanlış yapıyorsunuz; Bush’un kazanması Türkiye için çok daha iyi olur” demiş ve eleştirisini, “Bush’un Irak Savaşı’nı kazanma kararlılığına sahip olduğu, Demokratların ise Irak’ı bölmeye yöneleceği” tezine dayandırmıştı. 2004’te, tabanındaki güçlü Bush karşıtlığına rağmen, “Bushçu” çizgide olan sadece AKP’nin beyin takımı değildi; Türk Dışişleri de, benzer gerekçeyle, Bush’tan yana duruyordu.
Aradan geçen iki yıl, Bush yönetimini, Irak Savaşı’nı “kazanmaktan” daha da uzak bir noktaya taşıdı; ülkenin bölünmesi olasılığını azaltmadı, arttırdı.
Ama Ankara’da, Demokratların başarısından çekinenler yine var: Demokrat ağırlıklı bir Temsilciler Meclisi’nin Ermeni soykırımı tezini onaylayabileceğinden kaygılılar; sanki mevcut politikanın sürdürülmesi istikrarı sağlayabilirmişçesine, Bush’un Irak’ta değişime zorlanmasından ürküyorlar; Cumhuriyetçi yönetimin insan hakları ve çevre konusundaki fütursuzluğu, Avrupalılardan farklı olarak, Türk yetkililerin pek umurunda değil; Bush’un Arap-İsrail ve İran meselelerinde çözüm arayışına itilmesi şansını bile adeta önemsemiyorlar. Bakalım, 7 Kasım’da oluşacak siyasi tablo ezberleri bozacak mı?
Milliyet, 6.11.2006
|
Yasemin ÇONGAR
07.11.2006
|
|
|
|