|
|
|
Millî bayramlar, Türk’e Atatürk propagandası günleri midir? |
Türkiye’de her milli bayram illa ki bir krize gebedir! Bu bayramlar krizleri de beraber getirir. Ya da bu bayramlar krizler için ideal ortamları oluşturur! Hangisi doğru acaba?
Kriz fırsatçılığı mı? Milli bayramların krizlere yol açabilecek atmosfer oluşturması mı? Bizce her ikisi de doğru. Daha doğrusu, her ikisi de birbirini besleyen, tamamlayan bir davranış biçiminin yarım elması...
Geçmişte her milli bayram öncesi, özellikle de 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı öncesi bir kaç yerde Atatürk heykellerine saldırılır, bir şekilde ortam gergin tutulmaya çalışılırdı ve mesajlar bu haberlerin gölgesinde verilirdi. Ne hikmetse, bir şekilde yakalanan heykel saldırganlarının hepsi de meczup çıkardı. Öyle ya, meczuplardan başka kimsenin Atatürk heykellerine saldırması ve ülkede bu yolla Cumhuriyet Bayramı öncesi gerginlik üretmeye çalışması beklenmemeli.
Son zamanlarda ise artık Atatürk heykellerine saldırtacak meczup bulunamadığından mı, yoksa bu numara artık eskidi mi veya artık yutmuyorlar ve bu numara yeterince gerici olmuyor düşüncesinden mi, bu numaradan vazgeçildi. Bunun yerine ikame edilen yeni eylem her milli bayram öncesi etkili ve yetkili kişilerin “Türkiye’de irtica var” nutukları atması oldu. 83 yıldır irtica var!
Ne menem bir şeymiş ki, bitmiyor, bitirilmiyor, engellenemiyor, köküne kibrit suyu dökülemiyor. Kimse soramıyor tabi, madem irtica var siz nasıl bu kadar irtica düşmanı olabiliyorsunuz? Eğer irtica varsa irtica ile mücadele edecek kurum ve kuruluşlar var. Yapın görevinizi? Neden yapmıyorsunuz? Çünkü neyin irtica olup, neyin irtica olmadığı konusunda bu milletin ezici çoğunluğu ile aranızda görüş ayrılığı var. Açık söylemek gerekirse milli bayramlarda halka yönelik psikolojik harekata hız veriliyor.
Diğer zamanlarda yapılan Türk’e Türk propagandası milli bayramlarda Türk’e Atatürk propagandasına dönüştürülüyor!
(...)
Bu bayramları Türk’e Atatürk propagandasına dönüştürmeye de gerek yok. Şunu da söylemek lazım. Standart bir Atatürkçülük de yok! Genelkurmay’ın, hükümetin, Cumhurbaşkanlığının tanımladığı Atatürk aynı kişi değil. Her biri Atatürk’ten söz ederken aslında aynı kişiden söz etmiyorlar. Çünkü hepsinin tanımı sadece kendince doğru olanları içeriyor ve her biri kendince Atatürk propagandası yapıyor!
Bu düzen milli bayramlarda bile sürekli kriz doğuruyor. Her kriz hemencecik devlet krizine dönüşüyor. Her türlü ayrımcı ve bölücü yaklaşım halktan değil devletten geliyor! Çünkü, bunlar dünyayı sadece Türkiye’den ibaret sayan, Türkiye’yi kendi sınırlarına hapsetmeye çalışan ufuksuz, öngörüsüz devlet adamlarıdır da ondan... Ne olacak hep böyle mi gidecek.
Cumhuriyet Bayramlarında bile ayrımcı anlayış sürecek mi? Türkiye’deki durumun Türkiye’nin coğrafyasıyla, çevresindeki savaşlarla, tarihsel mirasımızla filan ilgisi yok. Yaşanan her krizin sebebi ideolojik devlet yapısıyla ve her şeyi devlet krizine devlete ihanete tahvil edebilen yöneticiler ve gerekli yapısal değişiklikleri engelleyen yönetim yapısıdır. “Yurtta sulh cihanda sulh deyip” de halkıyla cebelleşen başka devlet var mı?
Yaşadığımızın “Son huzurlu 29 Ekim” olduğunu söyleyenler kasıtlı yalan söylüyor! Belki de bundan sonrakiler daha huzurlu olacak. Çünkü şimdiki ve şimdiye kadarki kutlamalar irtica ve bölücülük nutuklarının atıldığı ve bu yolla huzurun yaralandığı, gerginliğin artırıldığı kutlamalardı. Umulur ki bundan sonrası böyle olmasın!
Bugün, 31.10.2006
|
Nuh GÖNÜLTAŞ
01.11.2006
|
|
|
Farklı bir bayram |
Pek şık kaçmayacağını ben de biliyorum şu sorunun, ama yine de oturup düşünmeye değeceğini sanıyorum: 29 Ekim’de gerçekte neyi kutluyoruz biz?
Almanlar on yıl kadar önce ikiye bölünmüşlüklerini sona erdirdiler; o gün bugündür her yıl o olayı kutluyorlar. Bölgemizdeki pek çok ülke kısalı-uzunlu sömürge yönetimleri altında kalmıştı; o ülkeler de yılda bir günü ‘bağımsızlık bayramı’ olarak kutluyorlar. Amerikalılar’ın da İngilizler’den bağımsızlık kazandıkları (4 Temmuz 1776) günün yıldönümünü her yıl kutladıklarını biliyoruz. Peki de, biz, 29 Ekim’de neyi kutluyoruz?
Bu sorunun cevabını almak üzere ülke yöneticilerinin Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle yayınladıkları basın bildirilerine veya yıldönümünü kutlama amaçlı konuşmaların metinlerine bakmanın bir yararı yok. Bakın sizler de göreceksiniz; o bildiriler ve konuşmaların ana temasını ‘Cumhuriyet’ kavramı teşkil etmiyor. Ülke yöneticilerinin hangi kurumu temsil ettiklerine göre değişen yaklaşımları oluyor 29 Ekim’e; birleştikleri tek bir nokta var: Hepsi de dünden çok bugün ile meşguller...
Cumhuriyet, özellikle son yıllarda, giderek toplumun ayrıştırıldığı bir kavrama dönüştü. İçinde bolca Atatürk ismi geçiyorsa konuşmaların, lâiklik vurgusu mesajın tümüne egemense, bir punduna getirilip birileri suçlanıyorsa ve bu amaçla ‘irtica’ kavramı kullanılıyorsa, ülke yöneticisinin halkoyuyla gelinmeyen bir konumda olduğuna dair bahse girebilirsiniz; Cumhuriyet kavramını demokrasiyle eşdeğer gören, ya da halkı/toplumu ön plana çıkartan yaklaşımların sahipleri de genellikle iktidarda bulunan siyasetçiler oluyor.
Bayramlar insanları ve toplumları birleştirirken, bizde Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle yapılan konuşmalar, insanları ve toplumları ayrıştırıyor. Her bayram konuşmasında birileri başkalarını suçluyor, suçlayan ve suçlananlar konuşmacılara göre değişse bile...
Birlik ve beraberlikten bolca söz edildiği halde ayrışmaya bizim kadar yatkın bir başka insan grubu ve toplum herhalde nâdir bulunur. Başka ülkelerde ‘bağımsızlık bayramı’ kutlanırken herkes belli kişileri (veya ülkeyi) suçlar; suçlananlar ‘içeriden’ olmadığı için suçlamayı kimsenin üzerine alınması gerekmez. Bizde öyle mi ya? Suçlayanlarla suçlananlar arasında hepimiz varız; birinde suçlayansak diğerinde mutlaka suçlanan olarak...
Kendimize de Cumhuriyet adını taşıyan bayrama da reva değil bu durum.
Tersinden baktığımızda karşımıza bambaşka bir tablo çıkacağından emin olabilirsiniz: Türkiye’de hemen herkesi etrafında birleştirebilecek, ortak payda teşkil edebilecek nâdir kavramlardan biridir Cumhuriyet... Mavi kanlı soylular toplumu değil bizimki, aramızdaki az sayıda Osmanoğlu bile saltanat özlemi çekmiyor. Cumhuriyet’in eşitleyici kanatları herkesi kuşatıyor aslında; devletin farklı koltuklarında oturup birbirini suçlayanların tümü, hiç istisnasız, Anadolu’nun bağrında yetişmiş kişiler... Birini cumhurbaşkanı, ötekini başbakan, berikini yüksek yargı başkanı, diğerlerini asker-sivil üst düzey bürokrat makamına taşıyan sistemin adı Cumhuriyet... Bu insanların, biribirileriyle veya toplumun kendileri gibi düşünmeyen başka kesitleriyle alıp veremediklerinin ne olduğunu kestirmek hakikaten çok zor.
Bir Cumhuriyet Bayramı’nı geride bıraktık, ama gelecek yılki bayramı daha anlamlı bir biçimde kutlama dileğine ne dersiniz?
Yeni Şafak, 31.10.2006
|
Fehmi KORU
01.11.2006
|
|
|
Sezer kimi kast ediyor? |
Cumhurbaşkanı diyor ki: “Cumhuriyet ile barışık olmayan kimi oluşumların, çağdaş Türkiye görüntüsüyle örtüşmediği ortadadır. Devrim yasalarına göre kapatılması gereken bu oluşumların, eğitim başta olmak üzere etkinlik alanlarını genişletme çabası içine girdikleri gözlenmektedir.” Ve ekliyor: “…Bu oluşumların sivil toplum örgütleri olarak sunulması da, iyi niyetten yoksun girişimlerdir.” “Akla ve bilime uygun” düşünceye örnek vermek için, bir kalıp halinde çok sık rastladığımız bu ibareleri kullanabiliriz. Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerini eleştirebilir misiniz? Bu cümleler eleştirilemez cümlelerdir; çünkü kimin kastedildiği, neyin murat edildiği anlaşılmamaktadır. Buradan, eleştirilemeyen düşüncelerin de akla ve bilime aykırı olduğu sonucu çıkar mı? Eleştiriyi sadece vuzûh noksanlığı için yapabileceğimize göre, bu soruyu sormaya hakkımız var. Bu “kimi oluşumlar” nelerdir? Devrim yasalarına, özellikle bunlardan hangisine, nasıl karşı gelmektedirler? Cumhurbaşkanı, kimliğini bize açıklamadığı bu tehlikeli “oluşumlar”ı yasalara aykırı gördüğü halde niye savcıları harekete geçirmiyor?
Bu oluşumlar, “iyi niyetten yoksun girişimlerle”, “sivil toplum kuruluşu” olarak sunulmaktadır. Cumhurbaşkanı bizi, kim olduğunu bilmediğimiz bu oluşumların gerçekte sivil toplum kuruluşu olmadıkları konusunda uyarmaktadır. Bunların kim olduğunu bulmak vatandaş olarak bize düşmektedir. Elimizde iki ipucu var: Birincisi bunlar dinî kuruluşlar, ikincisi eğitim alanında faaliyet gösteriyorlar. Üstelik bunlar sivil toplum kuruluşu olarak sunuluyorlar.
BM’nin bünyesinde Ekonomik ve Sosyal Konsey adında bir birim var. Bu birim, dünya çapında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarını akredite ediyor, yani resmî bir statü veriyor. Akredite ettiği STK’ların önemli bir kısmı dinî kuruluş ve bunların da kahir ekseriyeti kilise kuruluşu. Bu kuruluşlar Türkiye’de de faaliyet gösteriyorlar. Bunların arasında eğitim kurumlarına yayılanlar da var. Size, iki şöhretli özel üniversitemizin sivil toplum araştırma merkezine destek veren “Kerkinactie” isimli, Hollanda merkezli kilise kuruluşunu örnek verebilirim.
Cumhurbaşkanı’mız acaba “Cumhuriyet ile barışık olmayan kimi oluşumlarla”, cumhuriyet yönetiminin olmadığı Hollanda gibi ülkelerin bu kuruluşlarını mı kastediyor acaba? Ne dersiniz?
Zaman, 31.10.2006
|
Mümtaz’er TÜRKÖNE
01.11.2006
|
|
|
Diktatörlerin hayali |
Din toplumun ve dolayısıyla siyasetin tamamen dışına sürülünce, toplumsal bir olgu olan cemaatler, tarikatlar da suç gibi algılanıyor. Zaten o yüzden de, Sezer aynı mesajında tarikatların sivil toplum örgütleri olarak sunulmasını “iyi niyetten yoksun girişim” olarak mahkûm ediyor. Oysa tarikatların sivil toplumun parçası olup olmadıkları bizim niyetimize göre değişmez. Ne iyi niyet, ne kötü niyet sosyolojik bir gerçeği değiştiremez. Sivil toplum örgütü tanımı da bizim siyasi tercihlerimize göre yapılamaz.
Sadece bizim tasvip ettiğimiz oluşumlara sivil toplum örgütü adını takıp, hoş bulmadıklarımıza “sivil toplum örgütü değildir” demek, beğendiğimiz partiye “parti”, beğenmediğimiz partiye “parti değil” demeye benzer. Hatta biraz daha ileri giderek, beğendiğimiz insana “insan” beğenmediğimize “insan değil” demeye de benzetebiliriz. Sivil toplum örgütü, adı üstünde sivildir, yani devlet bağlantısı yoktur ve adı üstünde toplumsal bir fenomendir, yani toplumun içinde var olan herhangi bir eğilimin örgütlenmiş halidir.
Bunun din ekseninde mi, milliyetçilik ekseninde mi, çevrecilik ekseninde mi, kültür ekseninde mi, yoksulluk ve işsizlik ekseninde mi ortaya çıkacağını kimse kontrol edemez. Üstelik bu oluşumların “Çağdaş Türkiye görüntüsüyle örtüşmek” gibi bir mecburiyeti de yoktur. Ülkelerin görüntüleri - burada gerçek görüntüden ziyade imaj kastedildiği açık- toplumların durumuna uyar.
Önce bir ülke imajı yaratıp sonra da toplumun kimi kesimlerinin bu imaja uygun hale gelmesini beklemek, bu imaja uygun düşmeyenleri yeniden “dizayn etmeye”, edilemiyorsa “görünmez” kılmaya çalışmak asırlardır bütün diktatörlerin hayalidir. Ama hiç gerçekleşememiş, hep hayal olarak kalmaya mahkum bir hayal...
Bugün, 31.10.2006
|
Gülay GÖKTÜRK
01.11.2006
|
|
|
Bir kıyafet balosu olarak cumhuriyet |
‘Atam ‘Türban seneye Çankaya’da’ diyorlar’. Vatan gazetesinin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda attığı manşet bu. Manşetin altında bir Cumhuriyet balosu fotoğrafı var. Bir cumhuriyetçi olarak, Cumhuriyet adına gelinen bu noktayı son derece hüzün verici buluyorum. Cumhuriyet’i, cumhuriyet balolarına indirgemek epeydir âdet oldu. Hatta, geçtiğimiz yıllarda, kıyafet balosu şeklinde tezahür eden balolarla cumhuriyet kutlamaları yapıldı. 1920’lerin kılıklarına bürünmüş kadın ve adamların müsamereleri çok acıklıydı.
Vatan’ın manşeti, fazladan, bir çocukları yoldan çıkmış acılı bir dul kadın çığlığı gibi. Mezarı başında kocasına, çocuklarını şikâyet eden, ‘Efendi uyan da çocuklarının halini gör’ diye yakınan bir dul kadın yakınması, bir ‘yaprak dökümü’ hüznü ile karşı karşıyayız. Bu mudur Cumhuriyet’e sahip çıkmak? Çankaya’ya çıkan frak, karısı Avrupai giyimli biri olunca cumhuriyet değerleri korunmuş mu oluyor? Bu kafaya göre evet. O halde, üzerinde titizlenilen, ‘bir kıyafet balosu olarak cumhuriyet’, ne fazla, ne eksik.
Diğer taraftan, bu ülkede ciddi bir ‘Cumhuriyet’ tartışmasına acil olarak ihtiyacımız var. İslamcılığın yükseldiği, seçim kazandığı 90’lı yıllardan itibaren, üstü örtük bir Cumhuriyet tartışması yapılıyor. 90’lı yılların ortalarında, üstünkörü ‘Cumhuriyet mi, demokrasi mi’ tartışması da gündeme gelmişti. Cumhuriyet ile derdi olan muhafazakâr, İslamcı çevreler, bu çerçeve içinde dolaylı olarak, aslolan ‘demokrasi’ demeye getirdiler, konu kapandı. Ancak, bu ülkede, bu çevrelerin ‘demokrasi’den ne anladığı da öteden beri tartışmaya muhtaç bir konudur. Bu çerçevede demokrasi, hep çoğunluğun iktidarı olarak algılanagelmiştir. Bu durumda Cumhuriyet’in, çoğunluğa rağmen iktidarı elinden bırakmamakta direten, yabancılaşmış bir seçkinci azınlık tahakkümü olduğu ima edilmiştir.
Son yıllarda, bu çevrelerin Cumhuriyet’i sahiplenme gayreti de, Cumhuriyet’i ‘cumhur’un idaresi olarak tanımlayarak, yine çoğunluğa gönderme yapmak suretiyle çözümlenmeye çalışıldı. Oysa, demokrasi özgürlükleri, Cumhuriyet ilkeleri adına müdaheleyi vurgular, aralarında bir gerilim varsa bu nedenledir. Yoksa, ne demokrasi ne de Cumhuriyet, sadece ve doğrudan çoğunluğun idaresi demek değildir. Aslında, yeterince gelişmiş ve ayrışmış toplumlarda ‘çoğunluk’ diye bir şey de yoktur, toplumun çoğunluğunun (farklılıklarını taşıyarak) siyasete en çok katılımın sağlanması söz konusudur. O halde, mesele, özgürlükler nasıl tanımlanacak, ne kadar sınırlanabilecek ve ne adına sınırlanabilecek meselesidir. Ve tabii ki, halli kolay bir mesele değildir, ama derinlemesine tartışılması gereken bir meseledir.
Cumhuriyet Bayramı’yla tekrar gündeme gelen ve Cumhuriyet tartışması ile ilintilendirilen, Çankaya’da gelecek sene kimin oturacağı sorununa geri dönelim. Ben, Çankaya’da eşi başörtülü birinin oturması ile Cumhuriyet’in ilkelerinin katiyen sarsılmayacağına, bu kaygının Cumhuriyet değil, Batılılaşma ile ilgili bir kaygı olduğuna inanan biriyim. Ancak, Cumhuriyet’i bir kıyafet balosu olarak algılayanların karşısında yer alanların da sorunu yeterince kavramadıkları kanaatindeyim. Bu kesime göre de, mesele, kendilerinin iktidar makamlarında olmasıyla çözülecek bir mesele gibi algılanıyor, başörtüsünü Çankaya’ya çıkarmak, sorunu çözecek, karşı kaleye gol atılacak gibi algılanıyor. Başbakan’dan veya hükümetten söz etmiyorum, bir çevrenin topyekûn algısından söz ediyorum.
Herkesin, bu ülkede, başörtüsü, demokrasi, Cumhuriyet tartışma ve meselelerinin, başörtüsünü iktidar mevkiine taşımak veya taşıtmamakla çözülecek işler olmadığını kavraması ve ona göre davranmasında sonsuz fayda var. Ben başörtülü değil eş, doğrudan Cumhurbaşkanı olunmasında sakınca görmeyen biriyim. Tam da bu nedenle, başörtüsüyle üniversiteye girilemeyen, bu sorununu halledememiş bir ülkede, başörtülü eşi olan birinin Cumhurbaşkanı olmasını yadırgarım. Çünkü bu sorunu iktidar olarak, iktidar mevkiine oturarak çözmek zihniyetinin bir göstergesi olacaktır. Sorunlar iktidar olarak değil, siyasal süreçler içinde, meşru siyasal mücadeleler yapılarak çözülür. Öyle olursa, bir anlamı, kalıcılığı, karşılığı olur. Aksi, sorunu görmezden gelme, kangren etme, el çabukluğu ile halletmeye çalışma, inatlaşma olur.
Radikal, 31.10.2006
|
Nuray MERT
01.11.2006
|
|
|
|