28 Şubat denildi mi herkesin tüyleri diken diken oluyor. Kimi “postmodern darbe”nin mağduru olmaktan şikâyetçi, kimi de bu darbenin kışkırtıcısı görünmekten.
Peki, 28 Şubat’ı tatlı bir hatıra olarak yâd eden kim? Hiç kimse. Hasan Pulur Yeni Şafak’tan Mehmet Gündem’e konuştu. Pulur’un anlattığına göre 28 Şubat döneminde askerler gazetecileri kışlada misafir etmiş. Bir ara dışarıda silahlar patlayınca gazeteciler korkmuş. Olur mu olur. O zor dönemde generaller gazete yayın toplantısına katılıp brifing veriyordu. Andıçlarla gazeteciler işten atılıyordu. Kafası bozulan “üst düzey bir yetkili”, “oraya bir onbaşı göndermem mi gerekiyor” nevinden fırçalar atıyordu. Neyse… Bizim muhabir çocuklar Hasan Pulur’un söylediklerine cevap olsun diye 28 Şubat’ın muktedir paşası Çevik Bir’i aramışlar. Çevik Paşa gazetecilerden bunalmış olmalı ki “Yeter kardeşim. Yeter!” deyip telefonu kapatmış. Paşa’nın konuşmamak istemesi normal; çünkü bugün ileri sürülecek hiçbir gerekçe, o gün yapılanları haklı çıkaramaz. Bütün darbelerin akıbeti budur. Önce pohpohlanır insanlar; sonra tokatlanır; üstelik aynı kişiler tarafından yapılır bu işler.
Faturayı tamamıyla askere kesmek doğru değil. Bir komutanın yazı işlerine direktif yağdırması ne kadar üzücü ise gazetecilerin askerlere brifing verip “Boşverin Müslüm Gündüz ve meczuplarını! O iş kolay; esas kravatlılardan korkmak lazım” demesi, öğretim görevlilerinden aydınlara, din görevlilerinden siyasetçilere kadar pek çok zümreyi birden ispiyonlaması da rencide edicidir. Öyle uzağa gitmeye de gerek yok; daha on gün önce “Emredildi, geldim” diyen bir “akademik zihniyet”e şahit olduk. Neyse ki bu, kamera önünde yapılan bir biattı. Bir de komutanlar içeri girdiğinde rap diye ayağa kalkan ve adeta şak diye selam çakan ve dahi bazı meslektaşlarının şaşkın bakışlarına aldırış etmeden avuçları patlarcasına alkış tutanlar vardı. Böyle bir durumda askeri günah keçisi yapmak doğru olmasa gerek.
Bu faslın örnekleri yazmakla bitmez; asıl mesele şudur: Madem 28 Şubat denildiğinde hemen herkesin önüne pişmanlık sayfası açılıyor, bu kara delikten kurtulmak gerekiyor demektir. Nahoş olaylar yaşandığı aşikâr. Şüphesiz bunların bir kısmı tertipti, komploydu. Çünkü bazı planlar beşerî zaaflar üzerine kuruluydu. Para, şöhret, şehvet gibi zaaf noktaları tespit edilmiş, bu noktalardaki hatalar üzerinden genel bir hava estirilmişti. İmam-hatipler, Kur’an kursları, camiler gibi belli bir kutsallık atfedilen mekânlardan bile bazı nahoş olaylar, resimler, görüntüler derlenmişti. Hata hatadır; savunulamaz. Ancak bazı hataların üzerinden milyonlarca insanı bizar ederek genellemeler de yapılamaz; yapılmamalıdır. 28 Şubat’ın yaptığı ve Türk medyasının alkış tuttuğu tarihî hata da buydu! Ve bunun bedelini herkes ödedi.
Değişik bir süreçten geçiyor Türkiye. İrtica iddialarından çok daha önemli, somut ve gerçekçi sorunlarla karşı karşıya bu ülke. AB yolunda mayınlı tarlalardan geçiyoruz mesela. Fransa’nın Ermeni soykırımı meselesine getirdiği vahim boyut gelecekteki tehlikeyi şimdiden işaretliyor. PKK terörü 30 yıldır çözülebilmiş değil. Irak’taki oluşumun Türkiye’yi ne kadar etkileyeceği meçhul. İşsizlik, eğitimsizlik, verimsizlik… Ülkenin gerçek problemleri dururken, Türkiye’nin yeniden 28 Şubat tartışmalarına gark olması bu ülke için bir utançtır. Tabii ki her kesimde, her zümrede yanlış yapan kişiler çıkabilir. Bunları önce genelleyip, sonra herkesi lanetleyecek bir medya lincine dönüştürmek, toplumu kamplara bölmek demektir. İki zümre var ortada: Biri her gelişme sonrası “eyvah yine 28 Şubat faşizmi, yeni bir kuşatma harekâtı başlatıyor” diye endişeye kapılıyor. Diğeri, “Ne var bu yaptıklarımızda! Bu yeni bir 28 Şubat değil ki!” diyor. Demek ki her iki zümrenin ruhuna da “postmodern darbe”nin laneti sinmiş. Bu heyuladan kurtulmak gerekiyor. Türkiye bir daha 28 Şubat yaşamaz, yaşayamaz. Türk askeri de, Türk medyası da, Türk halkı da bizi dünyaya rezil eden bu gulyabaninin oluşturduğu kötü izlenimi hak etmiyor çünkü…
Zaman, 12.10.2006
|