|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Güneş de onlar için bir delildir ki, kendisine tâyin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti her şeye galip olan ve ilmi her şeyi kuşatan Allah'ın takdiridir.
Yâsin Sûresi: 38
|
11.10.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah'ın hükmüne rızâ göstermeyen ve takdirine iman etmeyen kimse, kendisine Allah'tan başka bir ilâh arasın.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3752
|
11.10.2006
|
|
İktisat eden, meşakkat çekmez
Dördüncü Nükte
“İktisat eden, maişetçe âile belâsını çekmez” meâlindeki “Lâ yeûlü meni’ktasade” hadis-i şerifi sırrıyla, iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez.
Evet, iktisat kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki:
İktisat vasıtasıyla bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğnâ” mesleğini bozmadı.
Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.
Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse, “Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır” (Zâriyat Sûresi, 51:58.) sırrıyla, “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın” (Hûd Sûresi, 11:6.) sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüt ediyor.
Lem’alar, 19. Lem’a, s. 203
Lügatçe:
medar-ı hüsn-ü maişet: Güzel geçim sebebi.
nâstan istiğnâ: İnsanların minneti altına girmekten kaçınmak.
iktisar: Kısaltmak, kısa kesmek.
sarahat: Açıklık.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
11.10.2006
|
|
Önce nefsi ıslâh etmeli (4)
Kuvve-i şeheviyye cinsel arzu, yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi faydalı şeyleri alma ve elde etme gücüdür. Ancak bu gücün üç derecesi vardır. Tefrit derecesi ‘humud’ denilen şehevî konulara karşı isteksizliktir. Böyle bir kişi, harama karşı şehveti olmadığı gibi helâle karşı da iştahlı değildir. Tefritin zıttı olan ifrat derecesi ise, helâl-haram demeden aşırı şekilde şehvetine düşkün olmaktır. Böyle bir kimse namusları ayaklar altına alma istidadındadır. Orta mertebe olan vasat derecesi ise iffetliliktir. Kişinin helâline karşı şehveti varken, harama karşı iştahsız olur.18
Bunun anlamı şudur: Eğer insan ifrat derecede şehvetine düşkün olursa, kötülüğün en ileri seviyesi olan fuhşa düşeceği ve birçok masum insanın namuslarını kirleteceği açıktır. Bu da kötü ahlâkın veya ahlâksızlığın en belirgin şeklidir. Eğer tefritte kalırsa nimetlerden ve meşru lezzetlerden mahrum olur. Oysa Kur’ân’da tavsiye edilen “sırat-ı müstakim”19 ve “vasat ümmet”20 kıstası, insanı bu aşırı durumlara düşmekten kurtarır.
Kuvve-i gadabiyye, zararlı şeyleri reddetme duygusudur. Bu duygunun tefrit derecesi korkaklıktır ki, böyle bir duyguya sahip olan insan, olur olmaz şeylerden korkarak hayatı kendisine zehir eder. İfrat derecesi ise, maddî ve manevî hiçbir şeyden korkmama hissi veren ‘tehevvür’dür. Denilebilir ki, bütün istibdatlar, zulümler ve tahakkümler tehevvür mertebesinin mahsulüdür. Bu duygunun vasat mertebesi ‘şecaat’ denilen kahramanlıktır. Şecaat sahibi bir kimse, başka bir şey için değil, sadece dinî ve dünyevî hakları için canını feda etmekten çekinmez. Ancak meşrû olmayan işlere karışmaz.21
Buradan anlaşıldığına göre, hak tanımazlık ilkesine dayanan gadab duygusunun ifrat (tehevvür) derecesi, helâl-haram bilmeyen kuvve-i şeheviyyenin ifrat derecesiyle birleşince, masumların ve özellikle zayıfların hakları ayak altına alınacağı gibi, iffetli insanların namusları da kirletilmiş olur. İnsanın eşref bir mahlûk ve mükemmel bir varlık oluşuna uygun olarak bu duygular, din ve şeriat tarafından tahdit edilmişse de fıtratça ve yaratılışça sınırlandırılmamıştır. Başka bir deyimle, insanlara verilmiş bulunan bu duyguların kontrolü tamamen insanın iradesine bırakılmıştır. İnsan eğer “hadd-ı vasat” dediğimiz dereceyi muhafaza edemeyip ifrat veya tefrite düşerse ahlâkî zaafların içine düşeceği açıktır.
Bir ahlâk eğitimi olarak
nefsin tezkiyesi
“Ahlâk” sözcüğünden maksadımız İslâm ahlâkıdır. “İslâm ahlâkı” deyiminden anlaşılması gereken şey, Kur’ân ve Sünnet’in ön gördüğü güzel ahlâktır. Kur’ân-ı Kerim, “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder”22 âyetinin ifade ettiği emirle mü’minlere, başkalarıyla mücadele etme yerine öncelikle kendi nefisleriyle mücadele etme prensibini telkin etmiştir. İslâmın bu temel esasını ilke edinen Bediüzzaman “Nefsini ıslâh etmeyen başkasını ıslâh edemez”23 düsturundan hareketle öncelikle nefsin ıslâh edilmesini ahlâkın vazgeçilmez şartı olarak kabul etmiştir. İnsanın nefsini dizginlemesi, nefsine tapmaması ve nefsini temize çıkarmaması, tabiatında var olan öfke ve şehvetin esiri olmaması gibi konulara Risâle-i Nur’da çokça yer veren Bediüzzaman, insanın kendi dışındakilere çevirdiği mücadele enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine yöneltmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim Hz. Peygamber’in24 ve Hz. İbrahim’in,25 güzel ahlâkın zirvesinde birer örnek olduklarını ifade ederek, mü’minleri bu ikisinin yoluna uymaya dâvet etmiştir. Kuşkusuz model olarak gösterilen bu peygamberlere benzemek ancak nefsin kötü eğilimlerini bastırmakla mümkündür. “Her kim nefsinin hırslarından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa erenler onlar olacaklardır.”26 âyeti, güzel ahlâkın ilk şartının, insanın kendisini kötü hasletlerden ve fena duygulardan kurtarması olduğunu açıkça gösterir.
Bediüzzaman’a göre, kötü ahlâkın kaynağı sayılabilecek “tezkiyesiz nefs-i emmâre”27nin ıslah edilebilmesi için insan nefsinin “ahlâk-ı İlâhî” veya “ahlâk-ı peygamberî” dediği güzel ahlâkla donatılması, yani nefsin tezkiye edilmesi, temize çıkarılması gerekir. Bunu için kendisi, öncelikle insanda “nefsini mürakabe altında tutabilme” şuurunun gelişmesi ve yerleşmesi gerektiğine inanır. Onun “Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan âlem-i asgarında [özel dünyasında] cihad-ı ekber ile mükelleftir ve Peygamber ahlâkıyla ahlâklanmakla vazifelidir”28 şeklindeki sözleri, “tezkiye-i nefis ve tekemmül-ü ruh” için insanın özel dünyasında kötülüklerle mücadele etmesinin şart olduğunu göstermektedir. Bediüzzaman insanı Allah’a kavuşturacak olan yolların nefsin tezkiyesinden geçtiğini ifade ederek, konuyu dört adımda şöyle özetlemektedir:
İlk adımda ‘Nefislerinizi temize çıkarmayınız’29 âyetinin ifade ettiği gibi tezkiye-i nefis etmemektir. Çünkü insan, her şeyi nefsine feda edercesine fıtratı itibariyle nefsini sever. Mabuda lâyık bir şekilde nefsini metheder ve nefsini bütün ayıplardan ve kusurlardan uzak tutar. Hatta Allah’a hamd için kendisine verilmiş bulunan yetenekleri kendi nefsi için kullanarak ‘Nefsini kendine ilâh edinen kişi’30 durumuna düşer. Bu konuda nefsin tezkiyesi, tam tersi onu tezkiye etmemek, yani temize çıkarmamakla mümkündür.31
—Devam edecek—
Dipnotlar:
18. İşaratü’l-İcaz, s. 29.
19. Fatiha, 1/6.
20. Bakara, 2/143.
21. İşaratü’l-İcaz, s. 29.
22. Yusuf, 12/53.
23. Sözler (21.Söz), s. 243.
24. Ahzab, 33/21.
25. Mümtehine, 60/4.
26. Haşir, 59/9.
27. Lem’alar, s. 274.
28. Hutbe-i Şamiye, s. 89.
29. Necm, 53/32.
30. Furkan, 25/43.
31. Sözler, s. 439.
|
Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ
11.10.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur’ân
SÂFFÂT
1. Ey dünya semâsını yıldızların zînetiyle süsleyen ve her türlü âsî şeytandan koruyan! (6-7)
2. Ey Mûsa ve Hârun’a lütufta bulunan! (114)
3. Hem onları, hem de kavimlerini büyük bir sıkıntıdan kurtaran! (115)
4. Ey peygamber olan kullarına vaadde bulunan! (171)
|
11.10.2006
|
|
Mânevî gıdaya da her gün muhtacız
Risâle-i Nur’a bu kadar bağlanıldığını görünce dünyadan alâkamızın kesildiği zannına varılmasın. Bilâkis, bu cihet şu hatt-ı hareketimizle tebarüz eder: Mücerred isek işlerimizi, talebe isek derslerimizi, memur isek vazifemizi, tüccar isek ticaretimizi yapıyoruz. Dünyevî meşgalemiz ne kadar fazla bulunursa bulunsun, ders ve imtihanlarımız ne derece sıkı olursa olsun Risale-i Nur’a çalışmaya ve hizmete yine vakit buluyoruz ve bulabiliriz; zaman ayırıyoruz ve ayırabiliriz. Zira nasıl ki, hergün ekmek, su ve havaya ihtiyaç var. Aynen öyle de bunlardan daha fazla olarak hergün Kur’ân ve imân hakikatlarından mânevi gıdalarımızı almaya muhtacız.
|
11.10.2006
|
|
Üstad’la Teravih namazları
Mehmed Çalışkan anlatıyor:
“Üstad Emirdağ'a Şaban ayında gelmişti. Kendilerine yemek bizim evden giderdi, hanım pişirir, ben de götürürdüm. Otelde ve evde kaldığı zamanlarda çamaşırını biz yıkardık.
“Ramazan ayında önceleri camiye devam etti. Sonraları ‘Fatiha'yı yetiştiremiyorum, imamlar çok sür'atli okuyorlar. Ben Şafiîyim, okumam lâzım’ diyerek, teravihlerde camiye devam edemedi. Bizler bazan evde, arkasında cemaat olurduk.
“Bir gün akşamdan sonra bizim birader Hasan, ‘Haydi Üstada gidelim, Hoca Efendiyi ziyaret edelim’ dedi. Dışarısı karanlıktı, lâmbası yanmıyordu. Fakat içeriden sesi geliyordu. Galiba okuyordu. Ezkârını bitirdikten sonra girecektik. Dışarı çıkarak ‘Niye geldiniz?’ dedi. ‘Ziyaretinize geldik efendim' diye cevap verdik.
“‘Vakit oldu mu?' deyince 'Evet, oldu' dedik.
“‘İyi, haydi teravihe gidelim’ dedi ve beraberce teravihe gittik...”
Son Şahitler, 2. Cild, s. 348
|
11.10.2006
|
|
Takvim
Oruçla gemlemeli nefsi
Sevaplar hep dizi dizi
Hak Teâlâ yarattı bizi
Ramazan’ın on sekizi
|
Celâl YALÇIN
11.10.2006
|
|
Tenteneli perdenin arkasındakini görme becerisi
Yaşadığımız her olay “tenteneli bir perde” ile kaplanmıştır. Beynini kalıba sokmayanlar, aceleden hüküm verme eğilimi olmayanlar ve önyargılarından arınmış olanlar fark eder bu tenteneli perdeyi… Kaplumbağa gibi, bağasından başını çıkarmaktan aciz olanlar, beyinlerini kalıplardan kurtaramayanlar ve önyargılı olanlarsa, o incecik olup da arkasındaki gerçeği gösterebilen perdeyi, çok ama çok kalın zannederek aldanırlar. Kalıplarımızın oluşmasında “Nazar” (Bakış) ve “Niyet”in önemi çok büyüktür. Bizi önyargıya sürükleyen bakış açımız ve yaklaşımımızdaki niyetlerimizdir. Ümitsizlik ise bunların bir meyvesi yalnızca…
Ah beynimizdeki kalıplar!
Tenteneli bir perdedir sebepler... Yüzeysel değerlendirene, “mânâ-yı ismî” ile bakana dağ gibi gelecektir; aşılmaz, işin içinden çıkılmaz dedirtecek türden oluverir insanın gözünde. Oysa amaçlarına ulaşanlar sebepleri aşanlardır. Sebep sonuç ilişkisi kurgulu olan kâinatta her sebebe takılan insan, hayat yolculuğunda tökezlemekten dolayı bir adım bile ilerleyemez.
Yaşanan olumlu ya da olumsuz her olaya derinlemesine bakan, “mânâ-yı harfî” ile değerlendirenler farklı olacaktır elbette. Perdeyi yırtmadan açabilen nazik bir ele sahip olmak beceridir aslında. Neden? Niçin? Nasıl oldu da bu oldu? Bu olayın arkasındaki sır nedir? Hayata dair hangi dersi çıkarmalıyım buradan? Kısacası “Değerlendirme” kültürümüzü zenginleştirme becerisi kazanmaktır asıl olan...
Konuyla yakından ilgili olan, çok sevdiğim bir uzak doğu öyküsüyle desteklemek istiyorum anlatıyı… Bu Lao Tzsu isimli bir bilgenin verdiği davranışsal bir ders öyküsü…
Lao Tzsu’nun öyküsü…
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Fakir olmasına fakirmiş ama öylesine bir değerlendirme kültürüne sahipmiş ki, kral bile onu kıskanırmış... Bu fakirin, bir de kıskanılan diğer yönü atıymış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş, ama adam satmaya yanaşmamış…
“Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı?” dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: “Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler...
İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin” demiş. “Sadece at kayıp” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç! Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. “Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var..”
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu! Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç! Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler, ama içlerinden “Bu herif sahiden geri zekâlı” diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın” demişler.
“Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş.
“O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.”
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silâh tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin sonunda ya öleceğini, ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... “Gene haklı olduğun ortaya çıktı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer...”
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”
Teklif: Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.
|
B. Sait ÇİFTÇİ
11.10.2006
|
|
Çoğu sûre, sahabelerin sorusu üzerine nâzil oldu
Kur’ân-ı Kerim, Arap müşriklerinin isyan ve tuğyanlarının sebebini âhireti inkâr olarak göstermiştir. Bunun için de Cenâb-ı Allah, Kur’ân’ın öldükten sonra dirilmeyi aklî delillerle izah ve ispat edecek âyetlerini inzâl buyurmuştur. Bu şekilde mü’minlerin imanlarını kuvvetlendirerek, müşriklerin Müslümanların kalplerine şüphe sokmaya çalışmalarını engellemiştir. İnkârcıların fikirlerini de çürütecek delilleri ortaya koymuş ve cehaletlerini bir güzel göstermiştir.
Kâf Sûresi bu amaçla nazil olmuştur. Yüce Allah Kâf Sûresinde öldükten sonra dirilmeyi bir güzel ispat etmiş ve müşriklerin cehâletlerini ortaya koyarken mü’minlerin de imanlarını fevkalâde güçlendirmiştir.
Peygamberimiz (asm) sûreyi sahabelerine öğretti ve kâtiplerine yazdırarak “Dârü’l-Erkam” dışında bulunan tüm sahabelerine ulaştırmalarını söyledi. Şöyle buyurdu: “Kâf, ve’l-Kurâni’l-mecîd sûresini öğreniniz ve çocuklarınıza öğretiniz.”1 Peygamberimiz de(asm) namazlarında bilhassa sabah namazında sık sık bu mübarek sûreyi okurlardı.2 Yine Peygamberimiz (asm) Medine’de halkın toplu olarak katıldığı Cuma namazlarında ve hutbede3 ve bayram namazlarında da okuyarak ahirete iman dersi verirdi.4
Sahabeler öğrenme konusunda çok meraklı idiler. Bir sûre nazil olunca onu ezberlemek ve o sûredeki hikmetleri öğrenmek ve hazineleri açmak için Peygamberimizin (asm) başına toplanırlardı. Kimi Kur’ân hakkında, kimi bilmedikleri kelime ve konular hakkında, kimi de ahiret ve ameller konusunda sorular sorarlardı.5 Bundan dolayı bir kısım sûre ve âyetler müşriklerin soruları üzerine nâzil olmuşsa da çoğu sahabelerin soruları ve istekleri üzerine inzal buyrulmuştur.
Dipnotlar:
1- Suyuti, Dürrü’l-Mensûr, 6:588
2- Müslim, Salât, 165, 169; Darimi, Salât, 66
3- Müslim, Cuma, 50,52; Nesai, İftitah, 43; Müsned-i Ahmed, 5:113
4- Müslim, İydeyn, 14,15; Malik, Muvatta, İydeyn, 8; Müsned-i Ahmed, 5:91, 102, 105, 219
5- Rudani, Cem’ul-Fevâid, 1:63
|
M. Ali KAYA
11.10.2006
|
|
NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR
On Altıncı ve Otuz İkinci Söz
“Cenâb-ı Hakkın ehadiyet-i zâtiyesiyle ve mekândan münezzehiyetiyle beraber, herşey bütün şuûnâtıyla, doğrudan doğruya ilmiyle ihâta ve teşhis edilmiş ve irâdesiyle tercih ve tahsis edilmiş ve kudretiyle ispat ve îcâd edilmiştir. Bütün kâinatı birtek mevcud gibi îcâd ve tedbir ediyor. Bir çiçeği kolaylıkla halk ettiği gibi, koca baharı dahi o suhûletle halk eder. Birşey birşeye mâni olmaz. Teveccühünde tecezzî yoktur. Aynı anda, her yerde, kudret ve ilmiyle tasarruf noktasında bulunuyor. Tasarrufunda tevzi ve inkısam yoktur. On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfının İkinci Maksadında bu sır tamamıyla izah ve ispat edilmiştir”
(Lem’alar, s. 91)
|
Hazırlayan: Fatma ÖZER
11.10.2006
|
|
Anne sevgisi
“Anne” kelimesi içimizi ısıtan, benliğimizi saran, bütün duygularımızı coşturan, merhamet, şefkat, sevgi, fedakârlık, kahramanlık gibi birbirinden güzel duyguları içinde barındıran canlı bir mefhumdur.
Anne sevgisi sevgilerin en güzeli, anne şefkati şefkatlerin en berrağı, anne hakkı hakların en kudsîsidir. Annenin gönlünü almak, rızasını kazanmak Allah’ın rızası ile yan yanadır. “Allah’ın rızası annenin rızasına, Allah’ın gazabı da annenin gazabına bağlıdır”1 buyurur Efendimiz (asm).
Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak ise şöyle buyurur:
“Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu kat kat sıkıntı içinde karnında taşımıştır. Çocuğun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. Biz insana ‘Bana ve anne-babana şükret’ dedik. Kıyâmet gününde dönüş ancak Banadır.”2
Annenin hak ve hukukuna riâyeti, ona yapılması gereken iyilik ve ihsanı Kur’ân-ı Kerim en ince teferruatına kadar anlatıyor. Bu hareketi imanın icaplarından sayıyor, Müslümanlığın bir işareti olarak görüyor. Yani, Allah’a iman ne derece parlar, kuvvetlenirse, insanın annesine olan iyi davranışları da o nispette artar.
Anneye iyilik, gönlünü almak, rızasını elde etmek farz-ı kifâye olan cihaddan bile önce tutulmuş, ehemmiyetli görülmüştür. Bu hususta Hz. Cuhame (ra) ile Peygamberimiz (asm) arasında şöyle bir konuşma geçer:
“Ya Resûlallah, cihada katılmak istiyorum. Sizinle istişare etmeye geldim. Ne buyurursunuz?”
“Annen var mı?”
“Evet var.”
“Öyleyse, git ona hizmet et. Çünkü Cennet onun ayaklarının yanındadır”
Evet, anneye gösterilen bu sevgi ve iyilik dünya ile sınırlı kalmaz, ahirete göçtüğü zaman da devam eder. Fakat bu nasıl olacaktır? Bunu da Ensar’dan bir zat ile Peygamber Efendimiz’in (asm) arasında geçen bir sohbetten öğreniyoruz.
“Ya Resûlallah, ebeveynim öldükten sonra kendilerine yapmam gereken iyilik kaldı mı?”
“Evet” diye cevaplayan Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle devam etti: “Onlara duâ etmek, istiğfarda bulunup günahlarının bağışlanmasını dilemek, vasiyetlerini yerine getirmek, akrabalarına karşı iyi münasebetleri devam ettirmek, dostlarına ikram ve iyilikte bulunmaktır”
Evet, annemizi Batılılar gibi sadece “Anneler Günü”nde bir gün olarak değil, bu “şefkat kahramanlarını” her zaman hatırlamalıyız.
Ne mutlu, annesine evlâtlık vazifesini yapabilenlere!
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Birr: 3
2- Lokman Sûresi: 14
|
Necmi ÜNLÜ
11.10.2006
|
|
Takvim
Sola giden yorulur,
Hak kapısından kovulur.
On sekiz gündür isyan eden,
Elbet hak ettiğini bulur.
|
Ferhat ÖĞMEN
11.10.2006
|
|
Gerçek varlık nağmesini bulma arayışı
Oruç tutan insan bilir ki:
Kâinat muhteşem bir orkestra gibidir. Pek çok melodinin iç içeliğinden hâsıl olan muhteşem bir âhenk ile İlâhî nağmeleri terennüm eden varlıklar her biri o büyük orkestranın bir enstrümanı konumundadırlar. Her varlığın nağmesi ve icra tarzı farklı olmakla birlikte varlığın bütününden ortak bir nağme ve topyekûn bir avaz hasıl olur.
Beste derinliklidir ve çok seslilik içinde muhteşem bir sadelik ve tekliği ifade eden bir bütünlük algılanır. Aslında farklı gibi algılanan nağmeler tek bestenin icrâ edilmesine hizmet eden parçalar gibidir. Asıl beste o çok sesliliğin derinlerindedir. Sanki bütün enstrümanların ortak seslerinin arka planında o tek nağme ve teklik nağmesi, dikkatli bir dinleyişle duyulabilir. Bu sebeple besteye sessizce ve derinlere konsantre olarak kulak verilmelidir. Ancak o zaman o seslerin çokluğu ve yoğunluğu ortasında ortak nağmeyi algılayabilirsiniz.
Bu bestenin çoklu anlatımındaki cazibe ile ona yönelmişlik, sonrasında durup dinlemeyi, derinlerden gelen tınısına kulak kesilmeyi gerektirir. Nağmelerin güzelliği derinlere çekmek içindir. Derinden gelen tınının güzelliğine ulaşmak için ön plandaki melodilerin şiddetini âleminde kısmak gerekmektedir.
Oruçlu olmak bu yaklaşım ile varlık bestesinin dışa yansıyan melodilerini kısıp derinlerine muhatap olma halidir. Bir tür durmak ve öyle dinlemek durumudur. Bu hal şöyle bir duruma benzer. Çok yoğun olduğunuz ve konuşmaların çokça olduğu bir yerde kulağınıza tatlı bir nağmenin gelir gibi olduğunu hissettiğinizde herkesi susturur ve bütün dikkatinizle o sese yönelirsiniz. Bu yönelişle çok derinlerden gelen o tatlı ve sade nağme sizi güzelliğinin cazibesi ile öyle çeker ki artık çevrenizdeki gürültüler ve konuşmalar devam etse bile sizi o muhteşem nağmeyi işitmekten ve bütün ruhunuz ile güzelliğini yaşamaktan alıkoyamaz. İşte, oruç tutan insanın hali “Susunuz!” diyen insan halidir. Bu susturma çabasının arkasında varlığının ve benliğinin esas melodisini işitme çırpınışı vardır. Bu melodi nefse ve hazlara hitap eden ön plandaki seslerle örtülmüş olduğundan susmak ve derinlere kulak kabartmakla ancak duyulabilir. Bu anlamda oruç çok ciddî bir bedenî suskunluk halidir. Hazlara ve gürültülere ya da kulağı sağır edercesine yüksek perdeden icralara yönelik nefsin telkinlerini dinlemeden ve onu da susturarak varlığın ve benliğin derin nağmelerini işittiğinde oruç tutan, gerçek insanlığını, aslında hep var olan ancak üzerinin farklı seslerle örtülmesinden dolayı duyamadığı derinden gelen nağmenin ne kadar da onu anlatan bir nağme olduğunu ruhunun en derinliklerinde hisseder. O nağme içinde gerçek benliğini ve asıl kimliğini hisseder. İşte bu muhteşem bir buluşmadır. Bunu algılayan insanın ruh dünyasında ve algılarında bu varlık nağmesi öyle güçlenir ki, tekrar varlığın dışa güçlü yansıyan sesleri ön plana çıktığında o asıl bestenin nağmelerini hep hisseder ve kulağına gelen bütün seslere yansıtır. Artık bütün varlıklar ve bütün sesler o nağme zemininde anlam bulur.
Oruç, zemindeki ana sesi, gerçek varlık nağmesini bulma arayışı ve bunun için susma, derinlere kulak kabartma durumu ve Ramazan bir sükûnet ayıdır. Varlığın “fıtrat” adı verilen asıl bestesi, zahirî unsurların flulaşması ve bir müddet sonra şeffaflaşması ile daha net görünür ve dışa yansıyan seslerin hafifleşmesi ile daha net duyulur hale gelir.
|
Hakan Yalman
11.10.2006
|
|
SORULARLA ORUÇ
* Ramazan ayında oruç tutan herkes Cennete girer mi?
Ramazan ayında Allah için oruç tutan herkes, Allah’ın izniyle, Cehennemden kurtulur ve Cennete girer.
Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki:
“Ramazan ayı gelince Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapatılır. Ve şeytanlar bağlanır.”1 Peygamber Efendimiz (asm) diğer bir hadislerinde buyurdu ki:
“Ramazan ayının ilk gecesi geldiğinde, şeytanların ve cinlerin azgınları bağlanır. Cehennem kapıları kapatılır. Ve hiçbiri açılmaz. Cennet kapıları açılır ve hiçbiri kapanmaz. Bir çağırıcı şöyle seslenir: ‘Ey hayır isteyen! Kollarını sıva! Ey şer isteyen! Vazgeç bu ayda şerden.’ Ramazan’da Cehennem ateşinden kurtulan nice insan vardır. Bu her gece böyle devam eder.”2
Bir adam geldi ve Peygamber Efendimize (asm) şöyle sordu:
“Yâ Resulallah! Üzerime farz olan namazları kılıp Ramazan ayında oruç tuttuğum, helâli helâl bilip haramı haram bildiğim ve bunlara başka bir şey ilâve etmediğim zaman Cennete girer miyim?”
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Evet!” buyurdu.3
Dipnotlar:
1- Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesâî
2- Tirmizî.
3- Müslim.
|
Süleyman KÖSMENE
11.10.2006
|
|
Ayıp olur
Bu güne kadar hiç oruç tutmamıştı.
Bildiğim kadarıyla namaz da kılmamış.
Sigaraya düşkünlüğü, yeni doğmuş bebeciğini sebep gösterse de biz bize kaldığımızda, oruç tutmamasının ve diğer ibadetleri yapamıyor olmasının bahanelerine sığınmadan, düm düz bunun bir tembellik olduğunu söylüyor.
‘Oysa annem babam asla oruç yememişler, namazlarını da kılıyorlar. Bana göre bizim itikadî eksiklerimizin müsebbibi onlar. Çünkü bana oruç tut dediklerini hatırlamıyorum. Niçin namaz kılmadığımı asla sormadılar. Bu konuda hiçbir eğitim almamış olmamıza bağlıyorum bu ihmalkârlığımı’ diyor.
Bir gün mağazasına gittim. Kendisini sorduğumda elemanları alt katta olduğunu söylediler. Sesimi almış olmalı ki, aşağıdan seslendi:
‘Gel gel Hülya abla, aşağıdayım. Alt kata indiğimde sigara molası verdiğini söyledi. İyi de herkes senin oruç tutmadığını zaten biliyor, niçin saklanıyorsun ki?’ diye sordum.
‘Aaa, olur mu ayıp olur?’ dedi.
‘İnsanlara ayıp olur diye düşünmen çok ince bir davranış. Peki ama Rabbine karşı ayıp olduğunu, melekleri üzdüğünü düşünmüyor musun?’ dedim.
‘Hem de nasıl!’ dedi içlenerek.
Kararlı hali dikkatimi çekti.
‘Ama artık yeter, bundan sonra namaza başlayacağım. Oruç da arkasından gelir inşallah. İnan eşimden bile utanıyorum artık.’
Utanma sırasını karıştırdığı o kadar belliydi ki, bu mimiklerine yansıyordu.
İnsanlar hataları ve kusurları için önce Rabbinden utanmalıydı oysa.
Sonra O’nun Resûlünden, meleklerinden.
Utanılacak en son makam, kullarınki olmalıydı.
Çok çok ‘Vay be oruç yiyor’ diyeceklerdi.
İnsanlar sadece kusurları kınamıyordu ki…
En inançlılar bile bazen ayıplanmıyor muydu?
Giyimlerinden, dürüstlüklerinden, haram-helâl hassasiyetinden, şeffaf oluşlarından dolayı bile birileri birilerini kınıyordu.
Dindar diye bilip, tanıdıklarımızdan bile kulağımıza gelen sözler duyup incinmiyor muyuz?
‘İyidir hoştur ama yemiyor. Hadi sen yemiyorsun, be kardeşim bırak da başkaları yesin’ deyip yetimin, fukaranın, şehidin, sabinin hakkı olan devlet parasını yemek üzere bekleyen nice insanlar tanıdım.
Yani, bu bile kınanırken günümüzde, be kardeşim kime ne senin oruç tutup tutmadığın.
Mezara tek başına gireceksin.
Hesabı tek başına vereceksin.
Kul hakkının gramını dahi çatır çatır sana soracaklar.
Bırak başkalarının senin için ne düşünüp düşünmediğini. Yüzünü Rabbine dön. Bak bakalım O senin için ne diyecek?
Dünya misafirhanesine yolladığı kulunun kulluk vazifelerini yerine getirip, getirmediğine bakacak olan O.
Huzur-u İlâhîdeki utancımız, kulların karşısındaki utancımızla boy ölçüşebilir mi?
Ayıp olur…
Doğru…
Hem de çok ayıp, ve de yanlış olur.
Bizi bizden ziyade düşünen Rabbimize şükür ibadeti olan oruç fırsatını değerlendirmemek, bu ayın mânâ ve ehemmiyetini idrak etmeksizin yaşamak az ayıp mıdır?
Birilerinin hakkımızdaki düşüncelerine göre yaşamanın, bizi beğenip beğenmemelerini hesaplayıp ona göre davranmanın büyük bir eksiklik olduğunu bilmemiz gerek.
Amel defterimizi her gün yazan meleklere karşı ayıplı olmayalım.
Hesap gününde; hiç kimsenin yardımımıza koşamayacağı o günde mahcub olmamanın yollarını zorlayalım.
Doğru olan bu… Güzel olan bu… İnsana yakışan bu…
|
Hülya YAKUT
11.10.2006
|
|
YAKARIŞ
Allah’ım!
Bize sevgini lütfet! Bizi Sana yakın kılacak davranışların ve ibadetlerin sevgisini lütfet! İbadetlerimizi kabul buyur! Eksiklerimizi ve kusurlarımızı bağışla! Bizi Sana hâlis duygularla ve sadakat içinde yaklaştıran fiillerden ayırma! Bizi hulus-i kalpten ayırma! Bizi istikametten ayırma! Hidayet lütfettikten sonra bize dalâlet yüzü gösterme! Bizi huzuruna al! Bize merhamet et! Bizi riyadan, ucbdan ve yeisten koru! Bize tevekkül bahşet! Bize rıza bahşet! Bize emirlerine ve işlerine teslimiyet bahşet! Bize kanaat bahşet! Bize hakkı hak olarak göster! Âmin.
|
Süleyman KÖSMENE
11.10.2006
|
|
|
|