Maddî dünyaya sınırlı bakış açılarının idrak edemeyeceği şekilde, varlıklar ve olaylar arasında zaman ve mekân ötesi bağlantılar gözlenmektedir. Bu bağlantılar, aynı zamanda yaşamamış ve aynı mekânı paylaşmayan fertler arasında çok güçlü bağlar oluşturmuş ve aynı gaye etrafında halka olmalarının zemini olmuştur. Bu aslında derinliğine incelendiğinde fertler arası çok güçlü bir iletişim ve birliktelik ya da ortak gaye zeminidir. Bu irtibat alanı, asırlar sonra yaşayan insanları Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile aynı gaye etrafında biraraya getirecek ve “Bedr’in arslanları” ile aynı duyguları paylaştıracak çok farklı bir irtibat alanıdır.
Duygudan duyguya ve bilinçaltından bilinçaltına olan bu iletişim, asırlar öncesinden bu zamana duâların ve bu zamanın insanlarının kalplerinde asırlar öncesinde yaşamış olanlara yüreğin en derinlerinde samîmî bir sevginin zemini olabilir.
Hayatın en önemli gayesi anlamlandırılabilmesi olmalı. Bu açıdan bakıldığında her işleyiş, her kıpırdanış ayrı bir önem kazanıyor. Çevremizde cereyan eden oluşlar, yani kâinat ya da kevnler, varlıklar âlemi sürekli bir şeyler anlatma çabası içinde. Şimşeğin çakışında, yağmurun sağnak sağnak inişinde, rüzgârın uğultusunda, dağların görüntüsünde, kısacası varlık âleminde ne var ve hangi işleyiş varsa hepsinde pek çok anlamlar yüklü ve her haliyle bir şeyler anlatmak istediklerini ifade ediyorlar.
İnsanın yeryüzüne gönderilmesinde ve varlık âleminin yaratılmasında gözetilen temel maksadın, sonsuz bir güzelliğin varlıklar şeklinde ifade edilmesi ve şuur boyutunda yansıtılması sırrı olduğu, yine varlık ve şuur arası iletişimden anlaşılmaktadır. Bu anlamda ferdin ve ferdin de bir parçası olarak içinde var olduğunu algıladığı varlığın anlamlandırılması ve yine bu ikili bağlantının temel meyvesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu cümleden olarak tarihin farklı dönemlerinde farklı varlık algıları ve kimlik tanımları ortaya çıkmıştır.
Tarihi boyunca insanlık, varlık âlemini ve kendi benliğini anlamak ve anlamlandırmak konumunda ve çevresindeki işleyişlerle iletişim halindedir. Varlık âlemi ile ilgili farklı zamanlarda ortaya konan farklı yaklaşımlar insan hayatı ile ilgili her şeyi ve tabiî olarak kendi canlılığı, hayatı ve sağlığı ile ilgili problemleri çok yakından etkilemektedir. Kendini algılama şekli varlığı algılama şeklini ve varlığı algılama şekli bedeni ile ilgili problemleri algılama şeklini etkileyecektir.
On dokuzuncu yüzyılın ön planda tutulan felsefî yaklaşımları; pozitivizm, determinizm, sekülerleşme gibi kavramların etrafında şekillenmiştir. Bu çerçevede algılanan bir varlık âleminde bilim mutlak hükümranlığını kurmuş ve her şeyin şekillenmesindeki temel güç olarak algılanmıştır. Sanayi ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeler ve bilimin varlığa mutlak anlamda hükmedebileceği intibaını veren uygulamalar bilimin tahtını iyice sağlamlaştırmıştır. Artık varlık, maddî plana sınırlı ve analitik yaklaşım içinde parçalara ayrılmış ve her parçanın kendi iç bütünlüğü dışında parçalar arası bağlantının göz önüne alınmadığı bir tarzda algılanır olmuştur. Pozitivist düşüncenin bu güçlü gelişi, daha önceki dönemlerin bilgi birikimini bir anda silip atıvermiş ve kendi tanımladığı varlık dünyasını tanımları ile uyuşmayan geçmiş dönemlere ait bilgileri değişik suçlamalarla reddetmiştir. Bilim o kadar kendinden emin ve analiz ederek parçalara ayırarak tanımladığı madde konusundaki bilgilere o kadar güvenmektedir ki, artık son noktaya geldiği düşünülmüştür. Bu güçlü rüzgâr yirminci yüzyılda da etkilerini belirgin şekilde hissettirmekle birlikte bu yüzyılın başlarından itibaren pozitivist bakışın ve bilimsellik adı altında maddî âleme ve laboratuvara sınırlı varlık anlayışının tahtı sarsılmaya başlamıştır. Fiziğin geldiği yeni noktada her an yeni bir değişimin gerçekleştiği, hiçbir şeyin kararlı ve bütünden bağımsız olamadığı bir varlık anlayışı atom içi âlemin keşfi ile maddî dünya anlayışını sarsmıştır. Parçaların bütünü meydana getirdiği düşüncesi yerini her bir parçanın ayrı bir bütün olduğu düşüncesine bırakmıştır. Her bütün, bütünlerin toplamı içinde yine onlarla da bütünleşerek yer almaktadır.
Çok küçük zaman dilimlerinde çok hızlı değişimlerin yaşandığı, her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu ve bu irtibatın akıl almaz ölçülerde kısa zaman dilimleri içinde kurulduğu yeni varlık tablosu kaos, belirsizlikler şeklinde ifade edilen kavramları âlemimize taşımıştır. Artık varlığın bütünü sebep-sonuç ilişkileri kurularak geleceğin belirlendiği determinist yaklaşımdan çok uzaklaşmıştır. Bilimin kendine aşırı güvenen bir eda ile “olmaz” ya da “olur” şeklinde ortaya koyduğu hükümlerden pek çoğunun bir anlamı kalmamıştır. Bilinemezlikler, belirsizlikler, ihtimaller daha ön plana çıkmış ve yeni dönemin varlık algısı köklü değişikliklere uğramıştır Bütün bu değişikliklerden sonra artık yeni dönem duyguların çağı olacak gibidir. Katı bir madde algısı ve etrafında şekillenmiş maddî âlem tanımı artık daha kuşatıcı, esnek ve şeffaf yaklaşımlara dönüşecek ve manevî değerler, inanmak yükselen değerler olacak gibidir.
Artık maddenin anlamı algılar alanının dışına taşmış ve maddeye yönelen insanlık Şahs-ı mânevîsi anlamını daha derinlerde keşfetme arayışı doğurmuştur. Bu da dünyanın geleceğinde dinin yükselen değer olacağının çok önemli bir işareti olmalıdır.
|
Hz. Zeynep'in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, İslâmiyet'in doğuşundan yirmi yıl evvel Mekke'de doğduğu nakledilmektedir. Bu nakil esas alındığında doğum tarihi için 590 yılı verilebilir. Peygamber Efendimizin (asm) halasının kızı olup, yine tahminen Efendimizden yirmi yaş küçüktür. İslâmiyet'i kabul eden ilkler arasında yer aldı. Asıl adı Berre olmakla birlikte, Peygamber Efendimiz tarafından Zeynep olarak değiştirildi ve bu isimle tanınıp meşhur oldu.
Peygamberliğin ilânı, Müslümanların çektiği işkence ve gördükleri zulümlerden sonra, Mekke'den göç eden kafile içinde Hazret-i Zeynep de yer almıştı. Mekke'den Medine'ye göç etti. Bu sıralarda henüz evli değildi. Peygamber Efendimiz (asm), zaman içinde cahiliyeden kalma gelenek ve anlayışları bir bir ortadan kaldırmakta idi. Bu gelenek ve anlayışlardan bir tanesi de; hürriyetine kavuşmuş olsa bile, daha önce köle olan bir kimsenin hür biriyle evlenmesi hoş karşılanmaması ve kabul edilmemesi idi. İnsanlar arasında eşitliği sağlayıp bu yanlış anlayışı ortadan kaldırmak isteyen Peygamber Efendimiz, azatlı kölesi ve evlâtlığı olan Zeyd bin Harise'yi (ra) Hazret-i Zeynep ile evlendirmek istedi. Böylece, insanları hür ve köle diye ikiye ayıran anlayışa büyük bir darbe vurulacaktı.
Evlâtlığı Zeyd için, Hazret-i Zeynep'e dünür giden Peygamber Efendimiz, hala çocuklarına teklifini açıkladı. Ancak, bu evliliğe ne Zeynep, ne de kardeşleri sıcak bakmadılar. O zamana kadar süregelen ve adeta yazılı olmayan kanun hükmünde olan örfe aykırı bu teklifi kabullenmek kolay değildi. Diğer taraftan Peygamber Efendimizin talebini geri çevirmek, isteğine karşı gelmek veya kabul etmemek hiçbir Müslüman'ın yapacağı bir iş değildi. Hazret-i Zeynep de hiç istemediği bu evliliğe, Peygamber Efendimizi kırmamak ve teklifini reddetmemek için, rıza gösterdi ve kabul etti.
Hazret-i Zeynep ve Hazret-i Zeyd'in evliliği arzu edilen mânâda yürümedi. Aralarında sıcak bir sevgi ve muhabbet oluşmadı. Zamanla geçimsizlikleri de arttı. Evliliklerinin uzun süre yürümeyeceğini anlayan ve kendini Hazret-i Zeynep ile denk görmeyen Zeyd, boşanma isteğini Peygamber Efendimize bildirdi. Evlenmelerini sağlayan Peygamber Efendimiz bu duruma çok üzüldü ve evliliklerini sürdürmeleri hususunda nasihatte bulundu. Eşini hoş tutmasını tembihledi. Ancak, iki cihan saadetine vesile olacak sıcak bir yuva ortamı oluşmadı ve evlilikleri boşanma ile neticelendi.
Hazret-i Zeynep ve Hazret-i Zeyd'in evlilikleri her ne kadar boşanma ile neticelense de, çok önemli icraata vesile olmuş ve cahiliye döneminin önemli bir adeti ve anlayışı ortadan kaldırılmıştı. Daha sonra bu şahıslar yine önemli yanlış ve uygulamalara sebep olan başka bir geleneğin kaldırılmasına da konu olacaklardı. Yine o zamanki anlayışa göre; kurumlaşan evlâtlık sisteminde, evlât edinen edinilenin adeta öz babası gibi telâkki edilir ve bu şekilde hükme varılırdı. Evlâtlık öz babası yerine kendisini evlât edinenin ismiyle çağrılırdı. Oysa ki, evlâtlık ile öz evlât arasında çok büyük bir fark olup hiçbir zaman öz baba yerine ikame edilemezdi. Bu anlayış da âyet-i kerime ile ortadan kaldırıldı. Nazil olan Ahzab Sûresi'nin 4 ve 5. ayetlerinde Cenâb-ı Hakk mealen şöyle buyurdu:
" Allah, hiçbir adamın içine iki kalp koymamıştır. Kendilerine zıhâr ("Zıhâr", bir kimsenin eşine, "Sen bana anamın sırtı gibisin" demek sûretiyle onu kendisine haram kılması demektir. http://www.diyanet.gov.tr/turkish/default.asp) yaptığınız eşlerinizi de anneleriniz yapmamıştır. Yine evlâtlıklarınızı da öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır. Bu sizin ağızlarınızla söylediğiniz (fakat gerçekliği olmayan) sözünüzdür. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola iletir. Onları babalarına nispet ederek çağırın. Bu Allah katında daha (doğru ve) adaletlidir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata ile yaptığınız bir işte size hiçbir günah yoktur. Fakat kasten yaptığınız şeylerde size günah vardır. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir."
Bu âyetlerin nazil olmasından sonra evlâtlıklar kendi öz babalarının ismiyle anılmaya başlandılar. Bir süre sonra nazil olan aynı sûrenin 37. âyetinde de söz konusu anlayışı tamamen ortadan kaldıracak emir geldi; "Hani sen Allah'ın kendisine nimet verdiği, senin de (azat etmek suretiyle) iyilikte bulunduğun kimseye, 'Eşini nikâhında tut (onu boşama) ve Allah'tan sakın.' diyordun. İçinde, Allah'ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Oysa kendisinden çekinmene Allah daha lâyıktı. Zeyd eşinden yana isteğini yerine getirince (eşini boşayınca), onu seninle evlendirdik ki, eşlerinden yana isteklerini yerine getirdiklerinde (onları boşadıklarında), evlâtlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda mü'minlere bir zorluk olmasın. Allah'ın emri mutlaka yerine getirilmiştir."
Âyetlerin nazil olması ve İlâhî emre itaat eden Peygamber Efendimizin Hazret-i Zeynep ile evlenmesi, İslâm düşmanları için yeni bir propaganda aracı oldu. Münafıklar ve müşrikler bu durumu Peygamber Efendimizi karalamak için kullanmaya başladılar. Oysa ki, bu evlilikte Peygamber Efendimizin hiçbir dahli olmadığı gibi, Zeyd'in hanımını boşamaması için nasihatte bulunmuştu.
Risâle-i Nurda bu konu; "Zeyd (r.a.), rivayet-i sahiha ile itirafına binaen, izzetli zevcesini kendine mânen küfüv (denk) bulmadığı için tatlik etmiş. Yani, Hazret-i Zeyneb, başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış ve bir peygambere zevce olacak fıtratta olduğunu, Zeyd ferâsetle hissetmiş. Ve kendisini ona zevc olacak fıtratta kendine küfüv bulmadığından, mânevî imtizaçsızlığa sebebiyet verdiği için tatlik etmiştir. Allah'ın emriyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış. Yani, (âyetin) işaretiyle, o nikâh bir akd-i semâvî olduğuna delâletiyle, harikulâde ve örf ve muâmelât-ı zâhiriye fevkinde, sırf kaderin hükmüyledir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o hükm-i kadere inkıyad göstermiştir ve mecbur olmuştur; nefis arzusuyla değildir." şeklinde ifade edilmektedir. "…büyüklerin küçüklere 'oğlum' demeleri, zıhar meseleleri gibi, yani karısına 'Anam gibisin' dese haram olduğu gibi değildir ki, ahkâm onunla değişsin. Hem büyüklerin raiyetlerine ve peygamberlerin ümmetlerine pederâne nazar ve hitapları, vazife-i risalet itibarıyladır; şahsiyet-i insaniye itibarıyla değildir ki, onlardan zevce almak uygun düşmesin." (Mektubat, s. 32). İfadelerinden de âyetin işaretiyle umumu ilgilendiren bir hüküm getirildiği anlaşılmaktadır.
Hazret-i Zeynep, Peygamber Efendimiz ile Hicret'in beşinci senesinde evlendi. İbadete düşkünlüğü ve takvasıyla ön plana çıktı. Dürüstlükten hiç ayrılmadı. Münafıklar Hazret-i Aişe'ye (ra) iftira attıklarında, onu savundu ve dürüstlüğüne şahitlik etti. Hazret-i Aişe de Zeynep için; dini yaşama konusunda ondan daha hayırlı, ondan daha çok Allah'tan korkan, akrabalarını gözeten, fakirlere sadaka veren bir kadın görmediğini söyledi. Hazret-i Zeynep, Hazret-i Ömer (ra) tarafından kendisine verilen maaşı olduğu gibi fakirlere dağıttı. Kâinatın Efendisinin vefatından sonra kendisine kavuşan ilk hanımı oldu. 53 yaşında Medine'de vefat etti. Akabinde Cennetü'l-Bâkî mezarlığına defnedildi.
|
—Geçen haftadan devam—
6. Talep. Kişisel gelişmeyi sağlayan unsurlardan bir başkası da taleptir, istektir. Buna bir şeyi ciddî bir şekilde istemek, bir işi yapma hususunda tam kararlı olmak da diyebiliriz. Bir kimse bir işi yapmayı ciddî bir şekilde isterse, isteğine nail olur. İnsanda öyle bir lâtife vardır ki, insan o lâtife ile istediği takdirde, isteyen fasık da olsa Allah o insanın isteğini yerine getirir. Bu yüzden bir şeyi nasıl istediğimiz önemlidir. O lâtife ile dünyaya talip olan dünyaya ulaşır. Hem dünyaya hem de ahirete talip olan ikisine de ulaşır. Önemli olan insanın talebinin niteliğidir. Allah ihlâsla isteyene her istediğini verir. İhlasla kastedilen samimiyet ve ciddîyettir. Bu anlamdaki ihlâs şerde dahi olsa neticesiz kalmaz. Kısaca bir şeyi ciddî istemek ve kararlılık ferdi tekâmülün ve gelişimin en önemli unsurlarından birisidir.
7. Müsbet düşünme. Kişisel gelişime etki eden önemli bir unsur da Risâle-i Nurda müsbet düşünme olarak ifadesini bulan pozitif düşünmedir. Pozitif düşünme kişisel gelişimin önemli kollarından birisidir. Ancak Batıda daha çok yayılan bu çalışmalarda dinî inanç ve düşünceler göz ardı edilir. Bu da hakikatte aciz, zayıf ve her zaman musibet ve sıkıntılara maruz kalan insanın derdine çare olmaktan uzaktır. Halbuki Risâle-i Nur Kur’ân’a dayanarak, pozitif düşünceyi inançla bağlantılı olarak ele alır. İnsanın İslâm inancının prensipleriyle birlikte olumlu düşünmesi, onun daha mutlu olmasını sağlar. Başına bir musibet gelen bir insan, malına, çoluğuna, çocuğuna zarar gelen bir kimse kendisini nasıl teselli edecektir. Bu konuda kişisel gelişimin söyleyeceği tek şey, “üzüntüyü bırak, yaşamaya bak”tır. Ama insanın bunları kafasından çıkarıp atması mümkün değildir. Malı, mülkü, çocuğu, eşi gözünün önünde yok olan bir insanın çektiği elem ve acı tarif edilemez. Bu konuda İslâmın görüşlerini yansıtan Risâle-i Nur, musibetlerin, hastalıkların, kayıpların imtihan boyutuna dikkati çeker. Zayi olan malların sadaka hükmüne geçtiğini, mazlûmen öldürülenlerin şehit olacağını ve büyük mükâfatlara nail olacaklarını söyler. Bu insanın her türlü felâkete ve musibete karşı direnme gücünü artırır, sabrına kuvvet verir. İnançla pozitif düşünen bir insanın musibetler bile mutluluğunu engelleyemez. Risâle-i Nur’da olumlu düşünme anlayışı, “Allah her şeyi en güzel şekilde yarattı” âyetinden referans alır. Buna göre her şey ya bizzat güzeldir, ya da dolayısıyla güzeldir. Said Nursî bunu, “hüsn-ü bizzat ve hüsn-ü bilgayr” olarak isimlendirir. Bu anlayışı yakalayan bir insan, kış mevsimindeki karlı havaların baharın gelmesine sebep olduğundan, dolayısıyla güzel olduğunun farkına varır ve kıştan şikâyet etmek yerine ondan lezzet alır, mutlu olur. Felâketler, hastalıklar ve musibetler de kış gibi dolayısıyla güzeldir, sonuçları itibariyle güzeldir. Dünya için güzel görünmeyen ama ahiret noktasından güzel olan bir şeyde insanın kazancı çoktur. Bu yüzden Said Nursî, her şeyin güzel yönüne bakmamızı tavsiye eder ve şöyle der: “Huz ma safa da’ ma keder” (Safa vereni al, keder vereni bırak), “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rüya görür, güzel rüya gören hayatından lezzet alır.” Bütün mesele, hayata ve olaylara bakışımızı güzel yapmaktır.
8. Şefkat. Şefkat insanın tekâmülünün ana umdelerinden birisidir. Dünyada Cenâb-ı Hakkın Rahim isminin tecellisine en fazla mazhar olanlar annelerdir. Annelerin şefkati de fedakâr bir şefkattir. Bir anne evlâdını sever ve onun için karşılıksız olarak fedakârlıkta bulunur. Şefkat sosyal bir duygudur. İnsan kendi evlâdına şefkat ettiği gibi diğer çocuklara da şefkat eder. Şefkatin en yüksek noktası ise çocuğumuzun ve ihtiyaç içindeki insanların imanlarını kurtarmak için karşılıksız olarak çalışmaktır. Gerçek kâmil insan, kişisel gelişimini sağlamış insan şefkatli, yani karşılıksız seven bir insandır.
9. Şevk. İnsanın kişisel gelişimini olumlu etkileyen bir önemli unsur Risâle-i Nur’da “şevk” olarak isimlendirilen motivasyondur. Said Nursî motivasyona büyük önem verir. İnsanın hem dünyevî, hem de uhrevi işlerinde şevkin önemi büyüktür. Şevk istekten daha yüksek bir duygudur. Said Nursî, Münâzarât isimli eserinde insanın şevkinin ümitsizlik, başkasına üstünlük taslama, acelecilik, bireyselcilik, başkasının tembelliğine bakmak, işi birbirine havale etmek, Allah’ın görevine karışmak, rahata meyil gibi düşmanlarının olduğunu söyler. Bunların üstesinden gelen insan yüksek bir motivasyona, yani şevke sahip olur, işlerini daha güzel bir şekilde yapar ve şahsi gelişiminde büyük yol alır.
10. Ümit. Ümitli olmak, insanın tekâmülüne, gelişimine çok önemli bir katkı sağlar. İnsanın maddî ve mânevî hayatının güzel olmasını sağlayan önemli etkenlerden birisi ümittir. Hata ve kusur işlediğimizde, ya da dünyevî işlerimizde başarısız olduğumuzda eğer ümit kaybedilirse her şey kaybedilir. Bir âyette “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” buyruluyor. Günahı olan bir insan, pişman olur, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmezse kendisini düzeltir ve Allah’ın sevdiği bir kul olur. Başarısız bir insan da ümidini kaybetmeyerek “ben tekrar başarabilirim” derse kendisini toparlar.
B. Kişisel gelişimi negatif etkileyen unsurlar.
1. Küfür. Allah’ı inkâr etmek insanın kişisel gelişimini, tekâmülünü engelleyen en önemli sebeptir. Çünkü iman insanın Allah ile arasındaki rabıta, bağ iken, küfür bu bağı koparıyor. Yaratıcısını, himaye edicisini inkâr eden bir insan, kendisini yalnız hisseder, eşyayı ve bütün varlıkları kendisine dost değil düşman olarak görür. Böyle bir insanın en küçük bir musibete bile dayanması mümkün değildir. Bu yüzden inançsız insan kendisi ile, toplumla ve çevre ile de problemli bir insandır. Saraylarda da yaşasa ruhu zindanlardadır. Dışı mutlu gibi gözükse bile içten içe bir cehennem azabını yaşar. İçi korku ile dolu böyle bir insan kâmil bir insan değildir.
2. Nefsin esaretine girmek. Nefis daima kötülükleri ister. Nefis insanın terakkisine sebep olduğu halde, insan nefis ile mücadeleyi bırakırsa kâmil bir insan olamaz. Çünkü her zaman nefse mağlûp olur. Böyle bir insan nefsinin esaretine girer. Hatta Kur’ân’ın ifadesiyle nefsini ilâh edinir. Bu da insanın terakkisine değil, tedennisine yol açar. Her şeyi kendi nefsine feda eden, menfaatperest, bencil bir insan tipini ortaya çıkarır. Böylesi bir karakter insanın şahsi tekâmülünü geriletir.
3. Şeytan. Şeytan insanın en büyük düşmanlarındandır. Şeytanın görevi insanın tekâmülünü engellemektir. İnsan kendisini dinlediği zaman kendisine şeytanın nereden vesvese verdiğini anlar. Said Nursî’ye göre şeytanın en önemli aldatmacalarından birisi, kendisine tâbi olanlara, kendisini inkâr ettirmektir. İşte insanın kişisel tekâmülünü engelleyen en önemli unsurlardan birisi bu inkâr etme hadisesidir. Halbuki şeytan da nefis gibi bir imtihan vesilesi olarak yaratılmıştır. Atmacanın serçe kuşuna musallat olması, onun uçma yeteneğini arttırdığı gibi şeytan da kabiliyetlerin geliştirilmesine vesiledir. Şeytanın bu özelliğini bilen bir insan da kendisini geliştirmek için gerekli adımları atar.
4. Hırs. Hırs şükürsüzlüğün ölçülerinden birisidir. İnsan çalışmalı, ancak çalıştığının sonucuna kanaat etmeli, asla hırs göstermemelidir. Hırs gösteren bir insanın tekâmülünde bir eksiklik vardır. Said Nursî’ye göre hırs, hastalık ve zillettir, mahrumiyet ve sefaleti getirir. İnsan hırs sebebiyle teenni ile hareket etmediği, sebeplere riayet etmediği için, maksada çıkamaz. Basamakları çıkmak yerine atlamayı tercih eder, düşer.
5. Allah’ın vazifesine karışmak. İnsan çalışmakla mükelleftir. Çalışmasının karşılığını mutlaka görür. Ama bazen bu dünyada, bazen de ahirette görür. Sonuç odaklı çalışmak, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmaktır. Halbuki insanın görevi sadece üzerine düşeni yapmaktır. Risâle-i Nurda bu konuda Celaleddin-i Harzemşah rol model olarak takdim edilir. Bu komutan, görevinin Allah yolunda cihada çıkmak olduğunu söyler, muzaffer edip etmemenin Allah’ın vazifesi olduğunu ifade eder; kendi görevini yapar, O’nun görevine karışmazdı. Yani sonuç odaklı çalışmazdı. O halde insanın görevi çalışmaktır. Sonuç insanın istediği gibi değil, Allah’ın istediği gibi olur. Sonuç odaklı çalışan bir insan hayal kırıklıkları yaşar, başarısız ve mutsuz bir insan olur. Bu da insanın tekâmülünü engeller.
6. İyilikleri kendinden bilmek. Allah insana bir çok kabiliyet ve yetenek vermiştir. Bunların hepsi de ona emanettir. İnsan kabiliyetlerine güvenecek ama bunların Allah tarafından kendisine verildiğini unutmayacaktır. Kişisel gelişimin “insanda sonsuz bir güç vardır” telkinine maruz kalan bir insan, kendisine fazla güvenir. Bu da her yaptığı işi kabiliyetlerine vermesine sebep olur. Böyle bir durum Allah’a kulluğun, şükrün kapısını kapar ve hakikî tekâmülü engeller. Diğer taraftan insanın kötülükleri isteyen nefse güvenmesi de onun tekâmülünü olumsuz etkiler. Nefs-i emmareye karşı uyanık olmak, kabiliyetlerin de Allah’ın bir ihsanı olduğunu bilmek lâzımdır. Bir insan zeki olabilir. Ama bununla övünmek onu gurura ve azgınlığa sürükler. Zekâyı insana Allah’ın verdiğini düşünmek haddi bilmeyi netice verir.
C. Sonuç
Risâle-i Nur’a göre tekâmül etmiş insan: inanan, Allah için seven, şefkatli, Allah’a kulluk yapan, pozitif düşünen, insanlara hizmet etmeyi ibadet kabul eden, duygularının yönü ahirete çevrilmiş insandır. Aynı zamanda fıtrat tarafından sınırlanmamış duygularına, iman, ibadet ve ahlâk prensipleriyle sınır koyan kişidir.
Kişisel gelişimin en önemli hedeflerinden birisi insanın mutluluğudur. Risâle-i Nur, kişisel gelişimin sadece dünyada düşündüğü mutluluğu, hem dünya için hem de ahiret için ele alır. İnançtan bağımsız olan kişisel gelişim çalışmaları insanın bu akıl, gazap ve şehvet duygularını sınırlayamaz, aşırılıklara sürükler. Eğer akıl inançla sınırlandırılmazsa, cerbezeci bir insan modeli ortaya çıkar. Hakkı batıl, batılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya sahip olur. İnsanları aldatır, hile yapar. Kendisinin ve toplumun huzurunu bozar. Gazap duygusu ilâhî öğretilerle sınırlandırılmazsa, hiçbir şeyden korkmayan zalim insanlar türer ve terör estirir. Şehvet duygusu da inanç esasları, ibadet ve ahlâkla sınırlandırılmazsa bu defa da ırzlara, namuslara saldırılar artar. Haram helâl çizgisi ortadan kalkar. Bütün bunlar toplumsal düzenin bozulmasına sebep olur.
Mükemmel insan, duygularını kontrol altına alan kişidir. Duyguları kontrol altına almak da ancak İslâm dininin, inanç, ibadet ve ahlâk ilkeleriyle mümkündür. Böyle yapıldığı takdirde akıl, hikmetle düşünen bir alet olur, hile yapmaktan uzaklaşır. Çünkü başkasını aldatan hesap verecektir. Bu durumda böyle bir insan, hakkı hak bilir, uyar; batılı batıl bilir ondan kaçınır. Gazap duygusu, insanlara zulmetmeyi esas alan aşırılıktan kurtularak maddî ve mânevî hukuku için canını feda edecek bir cesarete ulaşır. Şehvet ise, haramdan, tecavüzlerden uzaklaşır, helâlı kabul eder. Böyle bir insanın hem kendisi mutlu olur, hem de etrafındaki kimseler mutlu olur.
—SON—
|