|
|
|
Kuruntu mu gerçek mi? |
KULAK verseniz, ciddiye alsanız çoğu kez korktuğunuza, endişelendiğinize değmiyor. Kulak vermeseniz, “ya doğruysa” diye endişelenmekten kendinizi kurtaramıyorsunuz. Bir örnek verelim:
Tanınmış tarihçi Prof. Dr. Bernard Lewis’in The Wall Street Journal Gazetesindeki son yazısında “İran’ın Miraç Kandili’ne rastlayan 22 Ağustos’ta (Y.A.’nın notu: Doğru tarih 20 Ağustos) İsrail’i tamamen yok edecek nihai darbeyi vurabileceği” ileri sürülmekteydi.
Vuran İran veya başkası olabilir. Yazı bir felaketin çok yakınımızda olduğunu söylüyordu.
Tıpkı Ortadoğu uzmanı tanınmış gazeteci Robert Fisk’in 8 Ağustos 2006 tarihli The Independent Gazetesi’ndeki yazısına koyduğu “Zihnimden atamıyorum-Yeni bir 11 Eylül olacak!” başlığı gibi.
Her ikisine de kehanet atfetmenize sebep yok. Ama İngiliz polisinin dün Londra’daki Heathrow havalimanından Atlantik ötesine yapılacak tüm uçak seferlerini durdurması da gösteriyor ki, bir bela etrafımızda dolaşıyor...
Gazete ve televizyon haberlerini tekrarlamadan sadece şu kadarını söyleyelim ki, İngiliz ve Amerikan güvenlik makamları “6 ila 10 uçağın Atlantik üstündeyken havaya uçurulmasını öngören bir terör planının, uygulanmasına çok az zaman kala çökertildiğini” iddia ediyorlar.
Ek bilgi olarak “uçağa yolcu beraberinde sokulan sıvı patlayıcının bataryayla infilak ettirilmesi”nin planlandığı ifade ediliyor.
İnsan “verilen bilgilere” bakıp İngiliz ve Amerikan güvenlik makamlarına teşekkür etmek istiyor.
Lakin zihninizden geçen teşekkür düşüncesi, hemen ardından yerini, “Ya bu da aslı astarı olmayan bir iddia ise?” düşüncesine terk ediyor.
Öyle ya... Geçen yıl 7 Temmuz tarihinde Londra’da metroda ve bir otobüste aynı dakikalarda 4 bomba patlatıp 52 kişinin ölmesine, 700 kadarının yaralanmasına sebep olan terör faciasını izleyen günleri anımsıyoruz. Bu olay yüzünden sinirleri bozulan İngiliz polisi, 22 Temmuz günü yani metro olayından tam iki hafta sonra, aslında masum bir Brezilyalı elektrik teknisyeni olduğu sonra anlaşılan Jean Charles de Menzenes’i “biraz telaşlı” görüp Stockwell metro istasyonunda kurşun yağmuruna tutarak öldürmüştü.
Geride kalan haziran başında da 300 polis, yine Londra’nın Paddington istasyonuna yakın bir evde oturan 23 yaşındaki bir postacının evini sabaha karşı bastı. Onu omuzundan vurdu, kardeşini yakaladı... O gün yapılan resmi açıklamada—aynen dünkü gibi—”Aylarca süren takip sonunda, giyinecekleri yelekteki kimyasal silahı kalabalıkta kullanarak çok sayıda insanın ölümüne yol açmayı amaçlayan teröristlerin yakalandığı” bildirildi.
Sonra bunların Bangladeş kökenli iki kardeş oldukları... Terörle merörle uzaktan yakından ilgilerinin bulunmadığı anlaşıldı. Zaten yelek de bulunmadı.
Tıpkı 7 Temmuz terörünü yapanlarla El Kaide örgütünün ilgisinin olmadığı gibi...
Terör kötü... Teröristin Allah belasını versin. Ama terörle mücadele edenler de “kuruntu”larla “gerçekleri” ayırmayı artık öğrensinler...
Hürriyet, 11 Ağustos 2006
|
Oktay EKŞİ
12.08.2006
|
|
|
Bu savaş her yeri güvensiz yapar |
(...)Tüm dünya Lübnan’da olanları sinemada film izler gibi seyrediyor. Acıklı bir film bu. İnsan izlerken, özellikle küçük bebeklerin cansız vücutları yıkıntılar arasından çıktıkça gözyaşlarını tutamıyor.
Schindler’in Listesi’ndeki kırmızı mantolu kız çocuğunun vurulma sahnesini her gün yeniden yaşıyoruz sanki.
Bombalar atılıyor ve bombayı atan İsrail askerleri öldürdükleri bebekleri kutlamak için zafer işareti yapıyor.
İnsanın kanını donduran, çileden çıkaran sahneler bunlar.
Bu sahneleri izleyen her vicdan sahibi insan, dini, ırkı, inancı ne olursa olsun çileden çıkıyor, öfkeden deliye dönüyordur.
Yakın bir aile dostumun siyasetle çok fazla ilgisi olmayan lise çağında bir oğulları var. Geçen gün bana Lübnan veya Filistin’e gidip gönüllü olarak savaşmayı düşündüğünü söylüyordu.
Böylesine kör bir şiddet ve dünyanın seyirci kalması insanları uç noktalara itebiliyor.
Bu öfkeden yola çıkan kimi insanlar ise, hem öç almak, hem de ideolojik yapılarının gereği, uygarlıklar arasındaki gerilimi daha da tırmandırmak için, çözümü terörist eylemde bulabiliyor.
(...) Lübnan ve Filistin’den dünyaya yayılan görüntüler, daha fazla şiddeti tetikliyor. Kimi çılgın insanlar, bu savaşla hiç ilgisi olmayan masumları öldürerek Lübnan’da can veren bebeklerin öcünü alacaklarını düşünebiliyor.
Televizyon, internet ve teknoloji öfkeyi olduğu kadar, tepkisini de yaygınlaştırıyor.
Amerika yıllarca Vietnam’da benzer katliamları yaptı, Fransa Cezayir’i kan gölüne çevirdi ama o olaylar bugün olduğu gibi canlı yayında izlenmedi.
O savaşlar sırasında farklı ırk ve inançtan olan insanlar bu kadar iç içe geçmiş biçimde yaşamıyordu.
Şimdi hem haber çok hızlı yayılıyor, hem de küreselleşmenin sonucu Batı toplumları Birleşmiş Milletler haline gelmiş durumda.
Bu gerçek de, her toplumu teröre hedef haline getiriyor.
Bir terörist eylem engellendi ve ama yeni girişimlerin olmayacağının garantisi yok.
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, polisiye önlemleriniz ne kadar mükemmel olursa olsun, terör kendisine her zaman açık bir kapı bulabilir.
Bu terörü engellemenin en önemli yolu, Lübnan ve Filistin’deki acıyı anlamaktan ve bu vahşi kıyımı içtenlikle durdurmaya çalışmaktan geçer.
Aksi halde, yazımın başlığında da belirttiğim gibi, dünyanın hiçbir bölgesi, hiçbirimiz için güvenli olamayacak.
Sabah, 11 Ağustos 2006
|
Ergun BABAHAN
12.08.2006
|
|
|
Hem kahraman, hem yağmacı |
Geçenlerde Atatürk’ün sofrasında sürekli yer aldıkları için ‘mutat zevat’ adı verilen kişilerin yedikleri nanelerden söz edeceğimi belirtmiştim.
O konuya geçmeden önce bir noktanın altını çizmem gerek: Geçmiş, geçmiştir. Olup bitmiştir. Tarih olmuştur. Ama daha sonra, yani günümüzde, bazı kişi ve kurumlar, kendilerine pay çıkarmak amacıyla o geçmişe atıfta bulunur.
Bugün yapıp ettiklerini, o geçmişe dayandırırlar. Kimi böbürlenir, kimi meşruiyet kazanmaya çalışır. “Benim babam şöyle ahlaklıydı... Bizim dedemiz böyle kahramandı...” gibi laflar ederler.
Ancak bunu yaparken geçmişin sadece bir parçasına dayanırlar. Mesela dede Kurtuluş Savaşı’nda büyük yararlılık göstermiştir. Torun bundan büyük bir hazla, gözleri yaşararak söz eder ama dedesinin Ermeni tehciri sırasında, komşusunun toprağına el koymasını es geçer. Bu gerçek, herkesin bildiği ama kimsenin yüksek sesle konuşmadığı bir aile sırrı olarak kalır.
Eski Türk filmlerindeki replikle onlara şöyle denebilir: “Tamam yavrum, senin deden kahramandı ama aynı zamanda yağmacıydı.”
Gelelim mutat (ya da ‘ mutad’: adet olmuş, her vakit yapılan şey) zevat (kişiler) konusuna. Bugün Atatürk’ün sofrasının ne kadar entelektüel, ne kadar aydın bir meclis olduğundan söz eden yazılar, kitaplar çıkıyor.(...)
Peki bu kadar mı? Çankaya sofraları bundan ibaret miydi? Hayır değildi. O sofranın sürekli konukları Atatürk’e ölesiye bağlıydı ama aynı zamanda ‘ kendi işlerine,’ ‘kendi zevklerine’ de düşkündüler.
Mesela neler yaparlardı? Burada sözü, Ankara’nın başkent olma ve modernleşme öyküsünü, “ Yabanlar ve Yerliler “ (İletişim Yayınları) adlı kitabında ayrıntılı bir biçimde anlatan Funda Şenol Cantek’e bırakalım.
Madem bana inanmıyorsunuz, akademisyenlerin araştırmalarına inanın. Başlayalım:
***
“Mutad zevata mensup bazı milletvekillerinin ve bürokratların, davetlerde ve balolarda, beğendikleri kadınlara, yanında erkek bulunduğu halde kur yaptıkları ve onların çapkınlıklarıyla ilgili söylentilerin birçok erkeği, karısı ve kızlarını bu eğlencelere götürmekten alıkoyduğu anlatılmaktadır.
“Çankaya sofralarının çoğuna tanıklık ve hizmet etmiş, Mustafa Kemal’in özel uşaklarından Cemal Granda da, sofra mensubu ve dolayısıyla Mustafa Kemal’in yakını olma avantajını kullanarak, yemekten erken kaçıp, pavyonlara eğlenmeye giden mutad zevat üyelerini anlatır. Bunlar, bu tür eğlencelerin finansmanını o dönemki Meclis Başkanı Kazım Özalp’e, Meclis bütçesinden karşılatmaktadırlar.(...) ( s. 137-138 )
***
Yukarıda anlatılanlar sadece ‘tadımlık’tı. Mutat zevat, Atatürk’e yakın olmanın avantajını kullanarak daha neler yaptı neler.(...)
Sabah, 11 Ağustos 2006
|
Emre AKÖZ
12.08.2006
|
|
|
İsrail, Amerika ve terör |
AMERİKA’NIN Irak’ı işgal etmesi terörü kışkırttı... Böyle denildiği zaman Condoleezza Rice’ın sık sık tekrarladığı bir cevabı vardır:
- 11 Eylül’de İkiz Kuleler vurulurken biz Afganistan’ı, Irak’ı işgal mi etmiştik?!
Rice’ın gözden kaçırdığı veya görmek istemediği bir gerçek var: “11 Eylül”den önce Irak ve Afganistan’ı Amerika işgal etmemişti, ama İsrail Doğu Kudüs’ü, Batı Şeria’yı, Gazze’yi, Golan Tepeleri’ni işgal etmişti, işgal ettiği topraklarda halka kan kusturuyordu!
İsrail’in işgal ettiği topraklarda halka nasıl kan kusturduğunu anlamak için, Protestan Rahip Desmond Tutu’nun izlenimlerini, İsrailli romancı Yitzak Laor’un yazdıklarını, özellikle onun “Başka bir Adla Faşizm” makalesini, Hollanda doğumlu Yahudi akademisyen Ran HaCohen’in yazdıklarını, İsrailli akademisyen Uri Ben-Eliezer’in “Israeli Militarism” kitabını okumak, Haaretz gazetesindeki eleştirilere göz atmak bile yeter...
İsrail, elli yıl içinde, meşru kuruluş coğrafyasının bir misli genişliğindeki toprakları ilhak ve işgal etmiştir! Bugünkü dünyada bunun bir örneği var mı?!
Direnişleri, çatışmaları, terörü besleyen işte bu işgal, ilhak, sürgün ve kan tablosudur.
Militarist İsrail
Hollanda doğumlu Yahudi Ran HaCohen “İsrail’i Kim Yönetiyor?” başlıklı makalesinde İsrailli General Schiff’ten alıntılar yaparak “sivil demokratik görüntü altında militarist bir devlet” resmini önümüze koyuyor.
Hayfa Üniversitesi’nden sosyolog Uri Ben-Elizer’in “İsrail Militarizminin Oluşturulması” adlı kitabını Amerika’da Indiana Üniversitesi yayımladı:
“İsrail’de hiç askeri darbe olmadı. Çünkü seçilmiş liderler de siyasetlerinde temel bir unsur ve merkezi bir ideoloji olarak militarizmi benimsemiştir.”
Ve General Schiff’in sözleri:
“İsrail, her ne pahasına olursa olsun demokratik görünüşünü korumalıdır.”
‘Demokratik görünüş’ meşruiyetini kullanan bir militarizm! Büyük çoğunluğu Batı’dan göçerek geldiği için okumuş, vasıflı bir toplum! Gelişkin bir ekonomi! Amerika tarafından en ileri askeri teknolojiyle desteklenen savaş makinesi!..
Kanlı zincir
Araplarda bunların hiçbiri yok; her savaşta yenildiler, İsrail işgaller yaptı, insanları sürdü, kan kusturdu. Son örneği Güney Lübnan!
İsrail militarizmi her savaşı kolayca kazanıyor ama “özel harp” usulleri kullanan örgütlerle kolayca başa çıkamıyor; dün El Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi... Bugün Hamas ve Hizbullah... İsrail militarizminin karşısında yarım asırlık bir “özel harp” geleneği...
Bu tarihsel zinciri dikkate almadan bölgeye ilişkin hiçbir olay, hiçbir örgüt, hiçbir eylem izah edilemez. (..)
İsrail militarizmi Lübnan’daki gaddarlığıyla terörizmi bir kere daha besliyor!
Hamas ve Hizbullah eylemlerine olduğu gibi İsrail militarizminin eylemlerine de karşı çıkmak, 1967 öncesi sınırlara dayalı “iki devletli” bir çözümü gerçekleştirmek zorunludur. Aksi halde elli yıldır savaşla, işgal ve ilhakla, direniş ve terörle bugüne kadar yaşananlar daha uzun yıllar yaşanır maalesef. Londra’da ortaya çıkarılan terör teşebbüsü bunun bir göstergesidir!
Milliyet, 11 Ağustos 2006
|
Taha AKYOL
12.08.2006
|
|
|
Katliâma 28 Şubatçılar da ortak |
Lübnan’a yönelik kıyımda Türkiye’nin hiç mi rolü yok? Uluslararası iradenin İsrail’in önünü açmasıyla başlatılan ve bu ruhsatla devam ettirilen ABD-İsrail saldırılarına “İsrail’in en iyi ikinci dostu” Türkiye’nin katkısını konuşalım. Sorular soralım ve cevabını isteyelim.
Bütün dünyada infial uyandıran saldırılar Türkiye’de de yüksek sesle kınanırken Türk-İsrail askerî ortaklıkları neden sorgulanmıyor? Neden kimse ağzını açıp tek bir cümle söylemiyor? Türkiye’nin İsrail’e her türlü desteği vermeye devam ettiğine neden dikkat çekilmiyor? İç kamuoyuna yönelik mesajlarda İsrail eleştirilirken, askeri/güvenlik anlaşmalarından bir tanesi bile neden iptal edilmiyor?
1996’lardan bu yana devam eden süreç, savunma anlaşmaları, milyarlarca dolarlık ihaleler, istihbarat anlaşmaları, gizli operasyonlar, ortak tatbikatlar, oluşturulan eksen çerçevesinde uygulanan 28 Şubat projesi neden bir kez daha masaya yatırılmıyor? İsrail lobisine ve onların kontrolündeki dar bir kadroya teslim edilen bu ülkenin iç güvenliği ve dış politikasının Türkiye’yi nelere sürükleyeceğine dair neden bir sorgulama başlatılmıyor?
İki ülke arasındaki ortak füze kalkanı projesi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yerleştirilmesi yerleştirilen füze sistemleri, füzelerin İran ve Suriye’ye karşı konuşlanması, Arrov füzelerinin ortak üretimi, “Green Pine” (Yeşil Çam) radar sistemi, tanksavar füzeleri, insansız uçaklar, Türk F-16’ları için havadan karaya Popeye füzelerinin satışı, Türk M-60 tankları için modernizasyon paketleri, sınırlarda kurulan İsrail elektronik dinleme istasyonları ile ilgili kimse neden bir soru sormuyor.
Filistin’e, Lübnan’a, Suriye’ye ve İran’a saldırı için Türkiye hava sahasında uzun menzilli uçuşlara hazırlanan İsrail savaş uçakları şimdi Lübnan’ı bombalıyor. Konya ovasında eğitilen İsrail pilotları şimdi Lübnan’da sivillere karşı korkunç bir kıyım gerçekleştiriyor. Türkiye’de savaşa hazırlanan uçaklardan geriye dönen ilk parti F-16’lar, aldıkları ilk görevde Filistinlileri bombalamadı mı? Şimdi aynı uçaklar sığınak delici bombalarla Lübnan’da apartmanları yerle bir etmiyor mu?
Konya ovasında yapılan, 20 bin kilometre kare alanda yüzlerce uçağın katılımıyla gerçekleştirilen nükleer saldırı tatbikatları bugünler için değil miydi? 1992 ve 1994 yıllarında yapılan bu nükleer saldırı tatbikatlarında ABD, İsrail ve NATO pilotlarının bu silahları nasıl kullanacağına dair verilen eğitim hangi ülkeyi, hangi bölgeyi hedef alıyordu? “Anadolu Kartalı” şimdi Lübnan’a bomba yağdırıyor. Doğu Akdeniz’de, Suriye açıklarında yapılan ABD-İsrail-Türkiye tatbikatları bu saldırılar için miydi?
Türk özel timleri İsrail’in Negev Çölü’nde ne arıyordu? İsrail askeri uzmanları Suriye-İran sınırlarında kimleri eğitiyordu? Bakü-Ceyhan’ı İsrail’e bağlamak için planlanan Ceyhan-Aşkelon-Eilat boru hattı için ne tür temizlikler yapılıyor? Lübnan saldırılarının bu projeyle hiç mi bağlantısı yok? İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz’un, İsrailli komandoların Bolu ve Hakkari’deki dağ komando birliklerinde eğitilmesi talebi ne aşamada? Bölgesel savaş için Irak, S. Arabistan ve Türk hava sahalarının üç seçenek olarak öne çıktığı, Türkiye hava sahası üzerinde yoğunlaşıldığı, İsrail uçaklarının yakıt ikmali için Türk hava sahasının düşünüldüğü, vurulan İsrail uçaklarının Türkiye’ye veya Kuzey Irak’a iniş yapacakları söylentileri ne kadar gerçekçi? ABD’den İsrail’e açılan askeri yardım koridorunun bir diğer ayağı Türkiye değil mi? Lübnan’a atılan bombalar ve füzelerin ne kadarı Türkiye’den gidiyor?
Bir soru daha: Bugünlerde Lübnan’da olduğu iddia edilen Türk özel harekat birimlerinin ne amaçla burada tutulduğunu, ne tür operasyonlara katıldığını açıklayacak birileri var mı?
Bu soruların cevabını kim verecek? Gelin; Türkiye-ABD-İsrail ve NATO arasındaki Yeni Ortadoğu Projesi’ne yönelik askeri anlaşmaları tartışalım, 1994 yalında yapılan anlaşmanın ayrıntılarını ele alalım. Türkiye’de bunları tartışacak kimse var mı? Türkiye kamuoyundaki infiale oynayanlar, bu soruların cevabını verebilirler mi? Evet, İsrail’in Lübnan’da yürüttüğü katliamlarda Türkiye’nin de rolü var! Türkiye de sorumlu! İsrail’e lanet okuyan bizler de sorumluyuz!
Yeni Şafak, 11 Ağustos 2006
|
İbrahim KARAGÜL
12.08.2006
|
|
|
|