|
|
|
Atatürkçülük adına yapılan yağmalar |
1985 yılında, Bakanlıklararası Ortak Kültür Komisyonu Başkanı’ydım. Yurt dışına gidecek deneyimli öğretmenlerimizi, bir de sözlü sınavdan geçiriyorduk. Bir gün 48 öğretmenimize ayrı ayrı sordum:
- Atatürkçü müsünüz? Hepsinden ‘Evet!’ cevabını aldım. Ama sonraki sorularımdan anladım ki, o öğretmenlerimizin biri dışında, hiçbiri, Atatürk’ün NUTUK’unu okumamıştır. Ve hiçbirinin aklına, Atatürk üzerine yazılan kitaplardan birinin ismi gelmemektedir. Yani hiçbiri Atatürk üzerine yazılan bir kitap da okumamıştır. Böyle Atatürkçülük olur mu? Bunlar, rozet, büst, heykel, resim Atatürkçüleridirler ama ellerinde de müthiş bir silah vardır. İstemediklerini bu silahla vurur, yok ederler: Atatürk düşmanı! Bu dehşetli silahı kullanarak öyle bir hava meydana getirirler ki ülkemizde hükümet darbeleri bile artık kaçınılmaz hale gelir. Burada 27 Mayıs darbesinden mi bahsetsem, 22 Şubat ayaklanmasından mı, 12 Eylül darbesinden mi, çeşitli muhtıralardan mı kapı aralasam? (...)
12 Eylül 1980 darbesinden sonra, bu rozet, bu büst, bu heykel ve resim Atatürkçüler’inin millet ve devlet hayatımızda meydana getirdikleri tahribatı ah bir yazabilsem diyorum.
Devleti soymak istediler
Mesela ben, 12 Eylül 1980 darbesinden önce, Kültür Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcısı’ydım. Atatürk’ün doğumunun 100. yılı çalışmalarını bakanlık adına ben yürütüyordum. Bütçemiz 120 milyon liraydı. 1978-79 yıllarında, Ankara’da, bir milyon liraya bir daire almak mümkündü. Bu büyük meblağdan haberdar olan rozet, resim, büst... Atatürkçüleri Kültür Bakanlığı’nı adeta ablukaya aldılar. Devleti, Atatürk büstleri, resimleri, vecizeleri ve heykelleriyle soymak istediler. O gözü açıklara, bir tek kuruş bile kaptırmadığımı benimle birlikte çalışan arkadaşlarım bilirler. (...)
İşte bu çalışmalar devam ederken 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Vatan yeniden kurtarıldı. Kültür Bakanlığı’na Cihat Baban tayin edildi. Bakan, bir gün beni çağırdı. Makamına girdiğimde gördüm ki eski İzmir Belediye Başkanları’ndan, eski Sağlık Bakanlarımızdan Behçet Uz da Cihat Baban’ın yanında oturmaktadır. Bakan dedi ki:
- Behçet Uz Beyefendi, İzmir’den teşrif buyurdular. Ulu Önder Atatürk’ümüzün bir yeni heykelini, İzmir’e dikmek istiyorlar. Bu münasebetle on milyon liraya ihtiyaçları var. Yazısını hemen yaz getir, imzalayacağım.
- Mümkün değil efendim! dedim veremeyiz!
- Neden?
Cihat Baban’ın öfkesi
- Efendim şimdi biz İzmir’e on milyon lira verdik mi bu kuvvetli bir gerekçe olur. Yarın Havza gelir. Sonra Samsun, Erzurum, Sivas, Amasya, Ankara, Afyon kapımıza dayanır. Onlar da onar milyon isterler. Bütçemiz 120 milyon. Daha bastıracağımız altmış kitabımız var. Yarışmalarda kazananlara telif ücreti ödeyeceğiz. Bir de Türkiye çapında ağaçlandırma işine girdik.
- Yahu bu Bakanlık’ta, Bakan ben miyim? Yoksa sen misin? Yaz getir diyorum sana!
- Yazamam efendim! Veremeyiz. Türkiye heykel dikmekle mi kalkınacak? Cihat Baban müthiş şekilde öfkelendi. Bağırmaktan sesi, bir çıngıraklı yılanın tıslaması gibi kaldı. Avuç içiyle çalışma masasına kuvvetli bir şamar indirdi. Ve ‘Çık dışarıyaaaa!’ diye diye kükreyerek beni huzurundan kovdu. Ben de hışımla ona ‘çıkıyorum!’ diye bağırdım. Cihat Baban, ikinci gün beni ‘Atatürk düşmanı’ silahıyla vurarak vazifemden aldı. Yerime emekli bir Atatürkçü Tuğgeneral atandı. Sonra mükemmel bir büst, heykel, resim Atatürkçülüğüyle yeni bir yağmalama devri başladı ki anlatamam...
Tercüman, 8.8.2006
|
Yavuz Bülent BAKİLER
09.08.2006
|
|
|
Kışla-cami; ya da millet olmanın hazzı |
Çocukluğumun geçtiği ev, bir kışlanın yanı başındaydı. Sabahın ilk ışıklarıyla çamlık eteklerinden üfül üfül esen rüzgâra karışırdı asker türküleri. ‘Yaylalar Yaylalar’ türküsünü potin tempolarının eşliğinde dinlediğimi, “Her şey vatan için” diye yükselen feryadın yüreğimi titrettiğini dün gibi hatırlarım.
Unutamadığım tablolar arasında hafız askerler vardır. Şapkalarını ters çevirir, müezzinlik yaparlardı. Bir zaman sonra Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı muhteşem şiiriyle tanıştım. Koca şair, kendi gök kubbemiz altında yaşanan bayram saatini billur bir tabloya dönüştürüyor, varlığımızın millî mimarisini resmediyordu. “Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri / Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir’i / Ne kadar saf idi siması bu mümin neferin/ Kimdi? Banisi mi, mimarı mı bu ulu eserin?” mısralarını okurken kendi kendime hep “Aaa! Bu bizim Taşköprü Mahallesi Camii’nde gördüğüm Mehmetçik’i anlatıyor” demişimdir. Zira bir zamanlar öyleydi. Erinden paşasına kadar pek çok insan -özellikle bayramda ve kandil gecelerinde- mabette halkla ve Hak’la bütünleşirdi. Ordu-millet sevgisinin tebellür etmiş fotoğrafları mabetlerde çekilirdi hep.
Her askerî dönem, ordumuzun üzerine pek yakışan birtakım güzellikleri örttü, gizledi, görünmez kıldı. 1960 sonrası başlayan “ordunun dinle problemi mi var?” kuşkusu, doğru değildi; ancak darbecilerin yanlış tutumu böyle talihsiz bir imajın doğmasına neden oldu. 1960 sonrası yapılan her teşebbüsü halk -Demokrat Parti’ye karşı görünse bile- dine karşıymış gibi algıladı.
28 Şubat sürecinin en büyük kötülüğü, kışla ile cami arasındaki uçurumu derinleştirmesidir. Bu hata hem o günkü bazı siyasîlerin hanesine yazılmak zorundadır hem de bazı askerî erkânın. İktidar ile askeriye arasındaki her kavganın özünde İslamcılık-laikçilik gibi keskin kavramlar olunca ve mesele bir güç gösterisine dönüşünce sosyal dokunun ne kadar bozulduğu anlaşılamadı. Her iki cenahtan yükselen sorumsuz beyanlar, anlaşılmaz tutumlar vs. yüzünden Türk milletinin manevî dinamikleri sarsıldı; kuşkular, korkular herkesi dar bir çerçeveye sıkıştırdı. “Siyasal İslam”ın en ağır faturası da buydu zaten. 28 Şubat sürecinde yaşanan “siyasal İslam” korkusu, “siyasal ordu”yu doğurdu. Öyle ki, halkın oylarıyla seçilmiş bir iktidarı alaşağı etmek yetmedi, toplumun bütün katmanlarına “balans ayarı” yapılmak istendi. Mesela iş dünyasını renklere boyamaktan devlet memurunu fişlemeye, üniversitedeki öğrenciye “psikolojik danışmanlık” yapmaya kadar cinnet sınırları zorlandı. O günün muktedir 28 Şubatçıları bile sonunda itiraf etti ki yapılanlar yanlıştı, hatalıydı.
Aslında 28 Şubat, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nı bir kâbusa çevirdi. Bugünkü acı gerçek şudur: Herhangi bir ordu mensubu camiye gidemez, herhangi bir din görevlisi de kışlaya ulaşamaz oldu. Bunların iç içe girmesi de, birbirinden kopması da mahzurluydu oysa. Bir zamanlar kışlaların içinde bile şirin mescitler, narin camiler vardı. Hâlâ da var bazı yerlerde; ancak araya soğukluk girdiği de bir gerçek. Herkes damgalanmaktan korkar hale geldi. Cenazeler dışında paşaları camide görmek mümkün değil artık; tıpkı ölüm telkini ve mevlit tilaveti dışında askerî lojmanda din görevlisi görmenin mümkün olmadığı gibi...
Zaman, 8.8.2006
|
Ekrem DUMANLI
09.08.2006
|
|
|
Kod adı: Yeni Ortadoğu |
Bilmem farkında mısınız, bölge dışı güçlerin Ortadoğuya müdahil oldukları her dönemde birileri bir anda Türkiye’nin değerini hatırlatma ihtiyacını duyuyor. Özellikle Türk basınında belli çevrelerin, Türkiye’nin ne kadar önemli olduğunu söylemeye başlamasını bir ‘şifre’ olarak okuyabiliriz.
Türkiye bölge dışı emperyal politikalara payanda edilmek istenmesinin kod adı haline geldi, “.... açılardan önemi, vazgeçilmezliği” türünden geliştirilen söylem. Tezkere dönemi hatırlayalım; batıda dillendirilen Türkiye muhabbeti ve ardından ABD’li resmi ağızlardan açık hakaret ve tehditler yağdırılması bu iki yüzlülüğün açık göstergesi olarak kayıtlara geçti bile...
Türkiye’nin yeni emperyalist projeye alet edilmesi için ikna görevini sürürden bazı kalemler Lübnan krizinden sonra benzer tarzda kalem oynatmakta gecikmediler. Adeta bir yerden işaret alır gibi, “yeni Ortadoğunun kaçınılmazlığı” fikri toplumun bilinçaltına enjekte edilmeye çalışılıyor.
Üst siyaset dili takınarak, Ortadoğu’yu bekleyen gelişmeler konusunda yapılan stratejik analizlerin arasına sıkıştırılmış ‘şifre ifadeler’ ustalıkla yerleştiriliyor. Sanki, mutlak bir gelecek bilgisine sahip olmanın kesinliği içinde; Türkiye’nin ne yapması gerektiğini daha doğrusu nelere itiraz etmemesi gerektiğini işleyen bu kalemlerin oynadıkları rolü, tezkere sürecinde artık ezberledik.
Kendine özgü uslubu ile, malum çelişkilerini herkesin unuttuğunu varsayan Cengiz Çandar, mutlaklaştırdığı Amerikan stratejisine uygun tarih ve strateji yorumu yapıyor. “Şu anda Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesinin ipuçlarının yaşandığı olağanüstü bir tarihi dönemdeyiz. Irak’taki gelişmeler ve Lübnan savaşı bu tarihi dönemin önsözü gibi. Daha bölümlerine gelmedik. Dünya tarihinde sabit kalmış bir harita yok ve Ortadoğu haritası da tarih felsefesi anlamında bakarsak, bir daha çizilecek.” (Radikal,7 Ağustos 2006) Sanki, tarih felsefesiyle söze başlayınca tüm yorumlar mutlak bir bilgi oluyor... Mutlaklaştırdığı görüşleri açık bir vaaza dönüşüyor. Geleceğin bilinmezliğini okuyan bir rahip edasıyla vaazını sürdürüyor. Zaten medya ve özellikle köşe yazarları, toplumsal etkileri bakımından Ortaçağ rahipleri ile karşılaştırılabilir. Ortaçağ rahipleri nasıl toplumu yönlendiren ve de uyutan, kendi sınıfı adına toplumu denetleyen en etkin aktörler idiyse medya ve özelde de köşe yazarları benzer bir ‘kutsanmışlık ve dokunulmazlık’ kılıfı içinde zihinlerde denetim kuruyorlar. Aynı vaaz üslubu ile toplumu gerektiğinde korkutuyor, cennet vaat ediyor, bilinçlendiriyor (!) Tarih felsefesi böyle diyorsa kaçınılmaz bir geleceğe hazırlanmalıydık. Günlük gelişmeleri değil geçmişi ve geleceğin tarihini de yorumlayarak adeta gaipten haber veriyor dış politika uzmanımız...
Madem mutlak olarak bir yeniden yapılanma süreci yaşanacak o zaman biraz umut dağıtmak da gerecek (Bu arada, bu harita çiziminin neden Batı Avrupa’da ya da ABD’de değil de Ortadoğu’da gerçekleşmek zorunda olduğu sorusunu sormak bile muhaldir). “Ortadoğu haritası yeniden çizilirse, Irak’ın kuzeyi ne olacak meselesi gündeme gelecek. Burası muhtemelen Türkiye’ye bağlı bir vasal devlet olacak. Ya da Türkiye ile bir federasyon ilişkisine girecek.”
Birinci Körfez Savaşı’ndan beri önümüze atılan bir yem adeta bu Kuzey Irak’ın topraklarımıza katılması projesi... Tarih felsefesi açısından Ortadoğu’da haritalar yeniden çizilmesi kaçınılmazsa stratejik açıdan da bu bölgelerin Türkiye’ye katılması zorunluluktur. Ne hoş değil mi! Böylece, stratejik analizlerin gösterdiği bu sonuçla; kimsenin içinden çıkamadığı Ortadoğu’daki kargaşa bir çırpıda halledilmiş oluyor.
Manzara böyle olunca Amerika’nın BOP dahil tüm projelerine katılmaktan, kirli oyunlarına suç ortaklığı yapmaktan başka seçenek kalmıyor. Bu mantığa göre, ABD’nin kanlı oyununa partner olmak hem kaçınılmaz, hem de kazançlı. Daha dün Amerika’nın Ortadoğu’yu nasıl demokratikleştireceğini. Özgürlük getireceğini çağdaş değerler adına savunan ve Türkiye’yi suç ortaklığına çağıran bu kalemler Irak’taki sonucu bir anda unutup bir tür rüşvet teklif ediyor..
Küresel kapitalizmin çıkar savaşlarının enerji hatları nedeniyle Türkiye’nin bütünlüğünü garanti altına aldığı gibi umut ve güven veren sözlerle bize “akıllı olmayı” salık veren bu teklif gizli/hatta açık bir tehdit içeriyor. ‘Küresel çıkarlara hizmet etmekten başka çıkar yol yok’ demenin siyaset literatüründeki başka ismi de ‘mandacılık’tır. Türkiye’nin Ortadoğu’da bir şekilde etkin olmasını istemenin başka anlamlara geleceğinin de pekala farkında olarak tedbiri elden bırakmıyor. “Türklerde, özellikle İslamcılarda, Osmanlı dönemi Ortadoğusu söylemi vardır. Oysa Ortadoğu’nun o dönemde jeopolitik değeri yoktu. Petrol bulunduktan ve Süveyş Kanalı ve ticaret yolları açıldıktan sonra Ortadoğu bize bırakılamaz bir hal aldı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da zaten parçalandı. Petrolün olmadığı bir dönemde Ortadoğu turistik bir yerdir” Bize, ‘sakın ola kendi rolünüzü oynamaya kalkmayın’ diyen bu söylem hangi tarih bilincine ve tarih felsefesine sığar? Bu söylem sadece Osmanlı’yı değil, bir toplumun kaderini belirlemede tarih bilincini, kültür değerini, bir toprağın asli unsuru olmak gibi temel değerleri yok sayan sömürgeci bir yaklaşımdan başka ne olabilir? Tarihinizi, sizi var kılan kültürünüzü, ortak hafızayı diriltmeye kalkmayın demektir.
Evet, Ortadoğu’da kanlı bir savaşla başlatılan kirli oyun oynanıyor. Bu oyun, bölge dışı sömürgecilerle suç ortaklığı yaparak değil kendi dinamiklerimizi iyi değerlendirerek bozulabilir.
Yeni Şafak, 8.8.2006
|
Akif EMRE
09.08.2006
|
|
|
|