5.2. Çevre kirliliği ve İlâhî temizlik
Çevre; canlı ve cansız tüm varlıkları içine alan, içinde yaşadığımız ortam şeklinde tanımlanabilir. İçinde yaşadığımız ortam olan çevre ve daha geniş anlamı ile Dünya, her bir fennin diliyle şöyle diyecektir:
"Fenn-i kimyadan sorulsa: Bu küre-i arz nedir? Diyecek: Gayet muntazam mükemmel bir kimyahanedir.
"Fenn-i makine diyecek: Hiçbir kusuru olmayan, gayet mükemmel bir fabrikadır.
"Fenn-i ziraat diyecek: Nihayet derece mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir." (30. Söz)
Risâle-i Nur'da, verilen yukarıdaki paragraflardan, yine fenlerin diliyle her birinin kâinatın yaratıcısından nasıl bahsettiği Asa-yı Musa, 6. Mesele'de daha ayrıntılı olarak şöyle anlatılmaktadır:
"Hem, meselâ: Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, Küre-i Arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derece de okuduğunuz fenn-i makine mikyasiyle Küre-i Arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır."
Bu ve buna benzer örnekleri Risâle-i Nur'da çok daha geniş bir şekilde görmek mümkündür. Kâinattaki bu hadiselerin meydana gelişinin tesadüfen olmadığı gayet açıktır. Bütün bu fiziksel hadiseler olurken kainatın son derece bir düzen içinde olduğu ve herhangi bir kirlenmenin meydana gelmediği görülmektedir. Kâinatın nasıl temiz kaldığı, yani Allah'ın temizleme isminin (İsm-i Kuddüs'ün), tezahürleri 30. Lem'a'da şöyle anlatılmaktadır:
"Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz, zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihâle makinesine atılır, temizlenir..."
Bu paragraftan anlaşılacağı gibi dünyanın temizliği yaratıcının koyduğu kanunlar ile yapılmakta ve herhangi bir kirlilik görünmemektedir. Halbuki insanların toplu halde yaşadığı yerleşim yerlerinde, atık sulardan, katı atık dediğimiz çöplerden ve ısınmadan dolayı havaya verilen kirletici gazlardan dolayı çevre çok kirletmektedir. İnsanlar bu kirliliklerden kurtulmayı yine Allah'ın koyduğu kanunlara uyarak başarmaktadırlar.
Şehirlerdeki atık suları, betondan yapılmış çok büyük havuzlara alınır ve bu havuzların içindeki suya bol miktarda mikroorganizma verilir. Ayrıca suya hava verilmek suretiyle mikroorganizmaların faaliyeti hızlandırılır. Oksijenli ortamda faaliyet gösteren bu mikroorganizmalar, su içindeki organik maddeyi yemek suretiyle suyu temizlemektedirler. Mikroorganizmalar bu faaliyet neticesinde ölmekte ve havuz tabanına çökerek biyolojik bir çamur meydana getirmektedirler. Bu çamurların çelikten veya betondan yapılmış başka kapalı tanklara alınarak orada belli bir ısı derecesinde, bu defa havasız ortamda yani oksijensiz ortamda yaşayan mikroorganizmaların faaliyet göstermesi ile parçalanarak büyük çoğunluğu gaz haline getirilir. Geriye kalan az bir çamur ise, kuru ve çevreye zarar vermeyecek bir haldedir. Görüldüğü gibi, tıpta öldürülmesi gerekli olan bu mikroorganizmalar, mühendislikte bir işçi gibi çalıştırılarak evsel atık sular temizlenmektedir. Demir, bakır, hatta asit bulunan bazı sanayi sularının temizlenmesi için, demir, bakır ve asit yiyen mikroorganizmalardan istifade edilerek temizlenme yapılmaktadır.
İçinde ağır bir metal olarak demir bulunan, demir işletme atık sularının arıtılması da beton havuzlarda, laboratuvar ortamında geliştirilmiş ve demir yiyen mikroorganizmalar diğer mikroorganizmalara göre daha baskın hale getirilerek suya verilmek suretiyle yapılır. Yani belli bir sıcaklık ve besi ortamında çokça üretilen mikroorganizmalar, sudaki demiri yiyerek temizlik yapar.
Bir başka misal de katı atık dediğimiz çöp için verilebilir. Çöpler rastgele sağa sola atıldığı zaman çevreye pis koku yayılmakta, akan sızıntı suları yeraltı sularını kirletmekte ayrıca sıcaklığın da etkisiyle çöpün içinde meydana gelen metan gazının sıkışması ile patlamalar olmaktadır. Çevrede büyük tahribat yapan bu çöpler değişik metotlar ile zararsız hale getirilebilmektedir. Düzenli bir şekilde, sızıntı suyu toplanır, gazlar havaya verilir, geri kalanı da usûlüne uygun depolanır veya belli bir metotla yakılırsa zararları ortadan kaldırılabilir. Son yıllarda çöplerin organik kısmı, inorganik kısmından ayrılmakta ve kompostlaştırma metodu ile hacmi yüzde seksen oranında azaltılmaktadır.
Kompostlaştırmada, çöpün organik kısmı kapalı tanklar içinde biyolojik olarak ayrışmaya bırakılır, yani oksijen kullanmadan hayatını devam ettiren mikroorganizmalar tarafından parçalanır; metan, karbondioksit ve hidrojen sülfür gibi gazlara dönüştürülerek hacmi yüzde altmış oranında azaltılır. Arta kalan yüzde kırklık çöp ise humuslu toprağa benzer gübre değeri yüksek bir ürüne dönüşür.
Burada mühendislerin yaptığı çok büyük bir olay olarak görülebilir. Ancak bu hadiselerin yüzlercesi tabiatta meydana gelmektedir. Mühendisler tarafından yapılanlar ise, sadece tabiattaki bu olayları kontrollü bir şekilde hızlandırmaktan ibarettir. İşte Risâle-i Nur çevremizde sessiz sedasız yapılan bu temizlik olaylarını nazarlarımıza sunmakta ve yapılan bunca şeylerin bir faili olduğunu hatırlatmaktadır.
5.3. Matematik, estetik ve İlâhî güzellik
Matematikçiler tarafından bulunup estetik ile de ilişkilendirilen bir orandan bahsetmek yerinde olacaktır: Altın Oran.
Altın orana ilişkin matematik bilgisi ilk kez İ.Ö. 3.yy'da ÖKLİD'in 'ÖĞELER' adlı eserinde; 'oran ve ortalama oran' adıyla kayda geçirilmiştir. Altın oran, 'Fİ' ( ) sayısı olarak bilinir. Bu tanımlamayı kimin yaptığı ise bilinmemektedir. Ancak ilk Cebirci (Algebra) olarak bilinen Al Harezmî ve öğrencisi Abu Musa, bu orana isminden bahsetmeden değinmişlerdir. Çoğu bilim adamı altın orana 'göz nizamının oranı' adını da vermişlerdir.
Orta çağın en büyük matematikçilerinden biri olarak kabul edilen Fibonacci İtalya'nın Pisa şehrinde doğmuştur. Avrupa roma rakamlarını kullanıp, sıfırı henüz tanımazken, Fibonacci Cezayir'de sıfırı ve Arap rakamlarını öğrenir. Avrupa'ya Arap rakamlarını ve bugün kullandığımız sayı sistemini tanıtır.
Mısır'daki piramitler, Leonardo Da Vinci'nin tabloları, ayçiçeği, salyangoz, çam kozalağı, parmaklarımız..... arasındaki ortak özellik nedir? Bu sorunun cevabı İtalyan Matematikçi Fibonacci'nin bulduğu bir dizi sayıda gizlidir. Bu sayılar 'Fibonacci Sayıları' olarak da adlandırılır. Dizideki sayılardan her biri, kendisinden önce gelen iki sayının toplamından oluşur. Fibonacci'nin bu sayı dizisi ile tavşanların üremesi, ağaçlardaki dalların çoğalması ve bitkilerin büyümesi arasında önemli bir ilişki vardır. Bu dizi:
1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987, 1597, 2584... olarak verilebilir.
Bu sayıların ilginç bir özelliği vardır. Belli bir adımdan sonra bu sayıların oranı altın oranını vermektedir.
233/144=1.6180556
377/233=1.6180258
610/377=1.6180371
Altın oran, günlük yaşantımızda matematiğin estetik güzelliğe etki ettiği her alanda karşımıza çıkan bir kavramdır. Altın oran, matematiksel bir kavramdır ve değeri de 1.618033... olarak devam eden ondalık bir sayıdır. Dünyanın, insanların, bitkilerin, hayvanların, ağaçların, ... kısacası kâinatın yaratılışında kullanılan orandır. Aynı zamanda insanlarda teknolojide ve günlük hayatta bu oran kullanılmaktadır. Hatta bu sayısız özelliklerinden dolayı bu altın oran yerine KEPLER "İLAHİ ORAN" (Divine Proportion) isminin daha lâyık olacağı iddia edilmiştir.
İnsan vücudunda altın oranın görüldüğü yerler: Kafa, kollar, parmaklar, dişler, yüz, bacaklar, akciğer ve kalp.
Akciğeri oluşturan bronş ağacının bir özelliği asimetrik olmasıdır. Meselâ soluk borusu; biri uzun (sol), diğeri kısa (sağ) olmak üzere iki ana bronşa ayrılır. Bu asimetrik bölünme bronşların ardışık dallanmalarında da sürüp gider. İşte bu bölünmelerin hepsinde kısa bronşun uzun bronşa olan oranının yaklaşık olarak 1/1.618 değerini verdiği bulunur.
EKG'deki kalp atış piklerinin boyutları altın orana göredir. Kâinatta, yapısında altın oran barındıran birçok spiral galaksi bulunur. Göze hoş gelen SARMALLAR bu oran kullanılarak elde edilmektedir. Ayçiçeğinin merkezinden dışarıya doğru sağdan sola ve soldan sağa doğru tane sayılarının birbirine oranı altın oranı verir. Çam kozalağındaki taneler, kozalağın altındaki sabit bir noktadan kozalağın tepesindeki başka bir sabit noktaya doğru spiraller (eğriler) oluşturarak çıkarlar. İşte bu eğrinin eğrilik açısı altın orandır. Mısır'daki piramitlerde de bu orana rastlanmaktadır. Piramitler hem kendi içlerinde bu kurala uymakta, hem de birbirleri arasında bu orana uyan spiral içinde belli noktalarda konuşlandırıldıkları görülmektedir. Günümüzde ise bu orana uyan ünlü yapılar arasında Birleşmiş Milletler binası bulunmaktadır.
Tabiatta birbiriyle ilişkisiz canlı veya cansız pek çok yapının belli bir matematik formülüne göre şekillenmiş olması, onların özel olarak tasarlanmış olduklarının en açık delillerinden biridir. Altın oran, san’atçıların çok iyi bildikleri ve uyguladıkları bir estetik kuralıdır. Bu orana bağlı kalarak üretilen san’at eserleri, estetik mükemmelliği temsil ederler. San’atçıların taklit ettikleri bu kuralla tasarlanan bitkiler, galaksiler, mikroorganizmalar, kristaller ve canlılar Allah'ın üstün san’atının birer örneğidirler.
Kur'ân'daki; "Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır." (Talak Sûresi, 3), "Allah katında her şey bir miktar (ölçü) iledir." (Ra'd Sûresi, 8) âyetleri doğrudan altın oranla ilgilidir.
Risâle-i Nur'daki; "Basar masnuat-ı görüp de, basiret Sanii görmezse, çok garip ve pek çirkin olur.", "Kâinatın nazmında büyük bir i'caz vardır.", "Şu misafirhane-i dünyaya nazar-ı hikmetle baksan hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin; nasıl sen nizamsız ve gayesiz kalabilirsin", "Kainatta ve her şeyin yaratılmasında hüsn-i sanat vardır.", "Fenler saniin sanatına şehadet eder.", "Allah her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır.", "Allah hikmetle yaratıyor, Allah kendi san’atını sever ve sevdirir.", "Allah yaratmada en faydalı en kolay ve en kısa yolu takip eder.", "Mizanlı intizam, zinet ve süslemeler Allahın ilmine delildir.", "Allah dünyayı bir bayram yeri gibi yapmış, bütün isimlerinin nakışlarıyla süslemiştir.", "Eşyaya nihayetsiz imkânat içinde en güzel şekil veriliyor.", "Bütün fenler kâinattaki güzel intizama birer şahidi sadıktır.", "Yaratılışta israf ve abes yoktur.", "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur. (Yaratılışın optimum tasarımı)." gibi ifadeler, yaratılıştaki altın oranın, güzelliğin ve estetiğin ne derece sergilenmiş olduğunu göstermektedir.
5.4. Risâle-i Nur'da endüstri dili
Batının 18. yüzyılla başlayan sanayi devrimi, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişini hızlandırdı. Endüstri toplumu, bilgi toplumuna geçişin de başlangıcı oldu. Bu ilerlemelerin yaşandığı 20. yüzyıl başlarında, Risâle-i Nur'u kaleme alan Bediüzzaman, günün endüstriyel dilini kullanmıştır. Fen biliminin önemli kavramlarına atıf yapmış, Kur'ân yorumunda bilimin terminolojisi ile entelektüel bilimi dikkate almıştır.
Toplumun kalkınma dinamikleri ile birlikte şehirleşme artmış, statüler çoğalmıştır. Bu durumda, insanların sıfatları ve yetenekleri ile tanıtılmaları, endüstri toplumunun iletişimdeki farklı yaklaşımıdır. Nitekim insanların müdür bey, başkan bey, muhtar efendi gibi unvanlarla iltifat gördükleri bir yüzyılda, iman hizmetinde bulunanlara Bediüzzaman'ın endüstri toplumuna uygun şekildeki hitapları dikkat çekicidir: "Nurun İskele Memuru", "Santral Sabri" ünvanları buna bariz bir örnektir. Bediüzzaman, Bedre karyesinde iskeledeki maddî görevine denk bir mânevî ünvanı talebesine vermektedir. Kelimenin "iskele" veya "santral" gibi teknik olması, vasıtanın ve mesleğin hizmette kullanıldığı zamanlarda, mânevî bir değer ve iltifat vesilesi olmaktadır.
"Heme ost değil ezost" dediği konu (Mektubat: 85), teknik anlamda bu gün bile bir çırpıda herkesin hatırlayabildiği bir kavram değildir. Buradan da anlıyoruz ki, Risâle-i Nurda gereği kadar bilim dili kullanılmış ve bir anlamda araştırmacılara bilim-din ilişkisi kurma teşviki yapılmıştır.
Mektubat'taki orijinal beyan; "Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın asarıdır." "Heme ost" değil, "heme ezost" tur. Yani, "Her şey o değil, belki her şey Ondandır." şeklinde geçmektedir.
Yine orijinali cinematographe olan, o günün sinema endüstrisinin dili olan sinematoğraf tabirini kullanmaktadır. Görüntüleri film üzerine kaydetmede kullanılan bu cihaz, Risâle-i Nurda geçmektedir.
Uçak teknolojisinin bu kadar artmadığı 20. yüzyıl ortalarında, "tayyare" için "Nev'imle iftihar ediyorum." der. Uzay teknolojisinin bu harika ve "bast-ı zaman" a küçük bir nümune olan tayyareyi keşfetmesini, beşerî muvaffakiyet olarak alkışlar. Din-milliyet ilişkisinde, dinini ihmal eden bir gencin ırkçı bir tutum sergileyeceğine dair iddiasına da trenden örnek vermiştir. "Şimendifer" dediği treni "medrese-i seyyare" olarak tanımlar. Yolculuk anında ayakkabı ile bazen uyuyarak, bazen de oturarak kullandığımız bir mekânın başkası ile ortak kullanılması halinde bile sergileyeceğimiz tutum ve davranışla bir "ders anı" veya bir "dershane" dediği medrese fonksiyonu görebileceğine imada bulunur. Yararlanmış gibi "insan nevi adına" destekler.
Peygamber mucizelerinin bugünkü teknolojiye rehberlik ve ilham olmasını din ve bilim ekseninde, sanayi dili ile ifade eder. İnsanın âlemini aydınlatan namazı elektrik düğmelerine benzeterek açıklar. Teknolojinin lideri ülke Japonlar'ı örnek almamızı önerir: "Kesb-i medeniyette Japonlara iktida" etmemizi teşvik eder. Yine, "Makine-i tekemmülat" tabirinde, gelişimi bir makine sistematiği ile tanımlayan mekanik benzetme endüstriyel bir kavramdır. Osmanlının son dönemlerinde beyan ettiği; "Bu memleket insanlarının Makina-i tekemmülatının buharı diyanettir." cümlesinde, sanayide buhara dayalı enerji üretiminin yaşandığı bir devrin teknolojik tabirleri ile diyanetin önemini vurgular. Tekâmülü bir makineye benzetir. Endüstri dili Risâle-i Nurun daha bir çok yerinde kullanılmıştır. Bediüzzaman, İhlâs konusunu bile "bir makinenin çarkları" ile izah eder. Makineyi, anlaşılmayı kolaylaştıran bir araç ve örnek olarak görür.
Sonuç olarak, Müslümanlar için Risâle-i Nur, günümüzün şemsiye markasıdır. Hepsine yetecek bir hazinedir. Anlaşıldığı ve doğru tanıtıldığı müddetçe, medeniyetler buluşmasında İslâm medeniyetinin fikren sözcüsü olacaktır.
—SON—
|