Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Tevhid nazarı ve sağlıklı toplum

Tevhid nazarı ile bakış ferdin sosyal yaşantı içindeki davranışlarının da merkezinde yer almalı. Mânâ-i harfi ile algılanan bir dünyada bütün davranışların ve kabullerin merkezinde ilâhî murad ve semavî hükümler yer alıyor. Bu da ferdi baskı ve zulümlerden kurtaran fikrî, irfanı ve vicdanı hür bir konuma getiriyor. Bu, değerlerinden hiçbir şekilde taviz vermeyen ve rızık endişesi, maişet derdi olmayan, Rabbi'ne tam dayanmış ve tüm işlerinde O'nu vekil kılmış ideal birey psikolojisi olmalı.

Yeni dünya düzeninde ise köleliğin şekli de farklı bir hale bürünüyor ve insanlar çoğu zaman farkında olmadan ve adı konmadan kölelik yaşıyorlar. Ücret, makam, daha iyi bir sosyal statü ve bunların kaybından korku ile fertler kendi istedikleri gibi değil, bunları sağladığı düşünülen odakların istedikleri gibi yaşıyorlar. Bu hal en basit memurları bile içinde bulundukları ortamda müstebitler haline getiriyor. Bir rektör, bir vali ya da bir general kanuna uymayan hallerde bile yaptırımı olan bir konumda olabiliyor. Bu durumda hukukun, genel insanî değerlerin değil, şahsi iradelerin uygulamalara yansıdığı ve bu uygulamalara maruz fertlerin modern kölelere dönüştüğü bir düzen ortaya çıkıyor. İşten atılmak, makamından olmak ya da hapse atılmak gibi korkularla amirinin hukuk dışı emirlerine de uymak durumunda kalan memurlar ya da vatandaşlar aslında bir tür kölelik ruhu ile yaşıyorlar.

Kölelik sisteminin oluşabilmesi tek başına insanları köleleştirmek isteyen müstebitlerin varlığı ile mümkün olmamalıdır. Bununla birlikte köleliği kabullenmiş ya da farklı endişelerle karşısında duramayan köle ruhlu insanlara da ihtiyaç vardır. Padişahı kanun namına hareket ettiği için değil de makamından dolayı padişah olarak tanıyan ve kanun dışı hallerini haydutluk olarak algılamayan fıtratlar ancak köleliğe lâyık olmalıdırlar. Temel değerlerin haktan ve onun sosyal düzene yansıması olan hukuktan kaynaklanmadığı her hal ve her tavır özünde istibdadın ve köleliğin yaşandığı bir zemin olarak kabul edilmelidir.

Bu anlamda herkes kendi bulunduğu alanda sorumludur. Bu alanın çapı ne olursa olsun. Başı örtülü bir anneyi evlâdını en mutlu gününü yaşamaktan mahrum bırakma emri veren rektörün sorumluluğunun bir parçasında bu emri uygulayan memurların da yangına Çakmak'lık konumu da bulunuyor olmalıdır. İnsanların büyük çoğunluğunun mânevî değerleri önemsediği ve başörtüsünü benimsediği bir yerde bir kaç müstebit memur istediği gibi hareket ediyor, kanunları ve milletin değerlerini hiçe sayarak edeplerini aşabiliyorlarsa bunda kendi yetki alanlarında emrolunduğu gibi dosdoğru olamayan vatandaşların, kanunsuz emre işinden olma korkusu ile itaat eden memurların da katkısı bulunmalıdır. Kanun dışı isteklerini uygulatamayan hangi idareci sivil itaatsizliğin yerleştiği ve sahip olduğu değerlere uymayan bir emri uygulamaktansa şerefi ile istifayı göze alabilen ve rızkı Allah'tan bilen bir cemiyette keyfi uygulamalarını yürütebilir.

Yetişen yabanî bitkilerle birlikte onların yetişmesine müsait zemin de dikkate alınmalıdır. Kısaca neye lâyıksanız o şekilde yönetiliyorsunuz. İyi şeylere lâyık olmak ise hep bir bedel gerektiriyor. Hürriyet gibi bir nimet için hayat dahi bir bedel olsa, feda edilebilir. Bırakın uygulamayı inanma ve niyet boyutunda bile bu bedeli göze alamıyorsanız hiçbir idareciyi suçlamaya hakkınız yok demektir. Haksızlık karşısında susmanın şeytanlık şeklinde nitelendirildiği bir hayat şeklinde haksızlığa payanda olmanın ve onu uygulamanın geçerli hiçbir mazereti olamaz. Herhangi bir haksız uygulamanın icracısı olmak ve "Ne yapayım ben emir kuluyum." şeklinde kendini temize çıkarmaya çalışmak özünde ve cümlenin kendi içinde kölelik ruhunu ortaya koymaktadır. Kâinata meydan okuyacak hakikî imanın çok uzaklarında olduğu da aşikârdır. Bu anlamda haksız emirleri veren idarecilerin kendi alanlarındaki sorumlulukları o emri uygulayan her bireyin alanına taşınmaktadır. Sivil itaatsizlikle ve bedel ödemeyi göze alarak haksızlıkların ve kanunsuzlukların karşısında duran fertler olmadıkça toplumlar birkaç müstebidin keyfi uygulamalarından uzak kalamazlar.

Bu müstebitler dünyayı yönetmeye çalışan ülkeler ya da toplumlara kendi arzuları doğrultusunda yön vermeye çalışan fertler olabilirler. Çözüm, zemini ıslâh etmek ve istibdadı hiç bir şekilde kabullenmeyen fertler ve bu fertlerin oluşturduğu toplumlar inşaa edebilmek için duâ etmektir. İstibdadın yeşerebileceği zeminler bulundukça hiç bir kanuni ve siyasi düzenleme problemleri kökten çözemeyecektir. Kalıcı çözüm fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür fertlerin teşkil ettiği toplumları inşaa etmek bunun için hakiki gücü imanından ve âlemlerin Rabbi'ne dayanmaktan alan dosdoğru fertler olabilmektir. Bu anlamda herkes kendi sorumluluk dünyasını gözden geçirmeli ve çözümü öncelikle halifesi olduğu âlemde aramalıdır.

Modern hayat bizi boğuyor ve aslımızdan özümüzden uzaklara atıyor. Bu hayatın önümüze sunduğu şartlar içinde mânâlara uygun şekilde yaşama halimizi maksimuma çıkarmak kaderin önümüze koyduğu bu tabloyu en verimli şekilde değerlendirmek durumundayız. Bu anlamda sadece problemleri dile getirmek yerine olan şartlar içinde en iyisinin ne olduğunu aramak şeklinde de çözüm ortaya koymak ve çıkış aramak gerekiyor.

02.06.2006


 

Nasırüddin Tusî (1201-1274)

Muhammed, Şubat 1201'de Horasan'ın Tus şehrinde doğdu. İlk terbiye ve derslerini annesinden aldı. Küçük yaştan itibaren eğitim hayatı başlamış oldu. Hukuk ve ilahiyat alanında eğitim almış olan babasının gözetiminde eğitimini sürdürdü. Musullu Kemaleddin bin Yunus, Muinüddin Salim bin Betran-ı Mısrî ve İbn Sina'nın talebelerinden biri olan Behmen Yar'dan dersler aldı. Hem din bilimleri hem de fen bilimleri dallarında eğitim gördü. Matematik, logaritma, mantık, hikmet ve idrak nazariyeleri derslerini okudu.

Nasırüddin Tusî, çocukluğundan itibaren büyüklerin meclislerine katılarak dinî ve felsefî tartışmaları büyük dikkatle izledi. Buradan edinmiş olduğu bilgi ve birikimini Ahlâk-ı Nasırî adlı eserine yansıttı. Söz konusu meclislerin, çocukların fikri gelişimlerine önemli katkı sağladığına ve gerekliliğine işaret etti. İlmî tartışmaların üzerinde bıraktığı derin izlere atıfta bulundu.

Tusî, gerçeği arama arzusu ile İsmaililerin yanına gitti. Kendisine ilgi gösterilerek Kuhistan'a gelmesi sağlandı. Burada gördüğü ilgi fikriyatı üzerinde önemli bir etki yaptı. İyi bir eğitim görmüş olmasına rağmen, bir süre sonra sapık fikirli ve sahabe düşmanı kesimlerin etkisinde kaldı. Sünnî anlayışın dışında bir yönelişe girdi. Zamanla aralarında iyi ilişki bozulmaya başladı ve İsmaililer tarafından Alamut kalesine hapsedildi. Yirmi iki yıl gibi uzun bir süre İsmaililerin yanında kaldı.

Hülagu tarafından Alamut kalesinin alınması ve İsmaililerin yenilgiye uğratılmasından sonra Moğolların yanında yer almaya başladı. Hülagu'nun danışmanı oldu. İsminin duyulması ve önemli bir şöhrete ulaşmış olması, ekonomik ve malî işlerden iyi anlaması Hülagu'nun nezdinde iyi yer edinmesine vesile oldu. Vezir olarak tayin edildi. Bu tayinden sonra Hülagu'nun isteği doğrultusunda hareket etmeye başladı. Bağdat'ı yakıp yıkan hükümdara karşı her hangi bir karşı harekette bulunmadığı gibi, yüz binlerce masum insanın katledilmesinde hisse sahibi olduğu (Nâsirûddin Tûsi, Yeni Rehber Ansiklopedisi, 15. C. S. 136) tezlerine karşılık; son yapılan araştırmalarda bu tezlerin gerçekçi olmadığı da ifade edilmiştir (A. Vahap Taştan, Nasreddin Tusi Hayatı, Eserleri, Din ve Toplum Görüşü http://sbe.erciyes.edu.tr/dergi/sayi-11-08-Tastan-1.pdf). Yine Hülagu'nun desteğiyle Meraga kütaphanesi ile rasathanesi kuruldu. Kendisi burada görev aldı ve ömrünün sonuna kadar rasathanede çalışmaya devam etti.

Meraga, Doğu'nun en büyük rasathanesi olarak ün yaptı. Rasathane temel ve yardımcı olmak üzere iki guruba ayrılan on üç binadan oluşmaktaydı. İlk bina gurubuna gözlemlerde kullanılan aletler yerleştirildi. İkinci guruptakiler ise medrese, kütüphane ve dükkânlardan oluşmaktaydı. Rasathane tam olarak 1271 yılından itibaren faaliyete girmiştir.

Rasathanenin kurulmasından sonra önemli faaliyetlerde bulunan Tusî, tanınmış İslâm âlimlerini burada topladı. Rasathanenin yanına kurduğu kütüphaneye çok sayıda kitap getirtti. Özellikle Bağdat ve Şam olmak üzere değişik yerlerden getirtilip toplanılan kitaplar bu kütüphanede bir araya getirtildi. Toplanan kitapların sayısının dört yüz bini bulduğu nakledilmektedir.

Tusî'nin yaptığı ilmi faaliyetlerden önemli bir tanesi, trigonometriyi ayrı bir ilim dalı haline getirmesidir. O zamana kadar bu ilim dalı astronominin bir dalı olarak görülmekteydi. Ayrıca, bu ilim dalıyla ilgili eser de yazdı. Geonometri'de önemli bir otorite haline geldi ve kendisinden sonra gelen bilim adamları, ileri sürmüş bulunduğu tezlerin üzerine herhangi bir ilâve yapamadılar.

Nasırüddin Tusî'nin, İlhanlı Devleti'nin kurucu ve hükümdarı olan Hülagu'nun yanında etkili konumu bu hükümdarın ölümünden sonra da devam etmiştir. Tusî, 1274 yılında Bağdat'ta vefat etmiştir.

Tusî'nin ismi sadece Muhakemat'ta geçmektedir. Kelâm konusunu izah eden Bediüzzaman, üslûbun esaslarını üçe ayırır; Mücerred (sade, açık) üslub. Buna Seyyid Şerif ve Tusî'yi örnek vererek "sade olan ma'raz-ı kelâmları (arz ettikleri sözleri , ifade ettikleri) gibi" ifadelerini kullanır. Diğer ikisini; süslü ve sanatlı olan (müzeyyen) üslub, âli (ifadenin yüksek ve nezih olanı) üslûb olarak sıralar (Muhakemat, s. 98). Daha sonra, sıralanan bu üslub tarzlarının nasıl ve nerede kullanılması gereği üzerinde de durur.

Eserlerinde değişik alanlarla ilgili düşüncelerini ortaya koyan Tusî, devletlerin nasıl yükselebileceği konusunu tahlil eder. Devlet organizasyonunda; kalem ehli olan aydınlar, kılıç ehli olan askerler, bürokratlar ve (o zamanın şartlarının gereği) ziraat ehlinin konumunun büyük önem taşıdığı üzerinde durur. Öncelikle devletin adalet temeli üzerine kurulmuş olması gerekir. Adalete dayanan sistemler ancak uzun süre yaşayabilirler. Bunun da tesisi için çok sayıda şartların gerektiğini belirtir. Şartların başında ise, sözünü ettiği dört gurup ile halk arasında uyumun sağlanmış olması gerekir. Sözü edilen dört sosyal sınıftan aydınları suya, askerleri ateşe, bürokratları havaya, çiftçileri de toprağa benzetir. Bu dört gurubun işbirliğine giderek vücuda getirecekleri bir medeniyetin insanları mutlu edeceğini ileri sürer.

E S E R L E R İ :

Tusî, farklı ilim dallarında, sayıları altmışı geçen eser kaleme almıştır. En önemli eserlerinden bir tanesi Tezkire fi ilmi'l-Hey'e adını taşımaktadır. Bu eser astronomi ilmiyle ilgilidir. Dört bölümden meydana gelmiş olup; astronomi ilminin yardımcı bilim dalları, astronominin kısa açıklaması, kullanılan kavramlar, âlimler tarafından öne sürülmüş bulunan tezler, görüşleri vb. açıklamalar yer almaktadır. Tansuhname-i İlhânî, Farsça olarak yazılmıştır. Hülagu'nun isteği üzerine 1256-59 yılları arasında kaleme alınmıştır. Dört bölümden oluşan eserde, Birunî'ye yapılan atıflar da yer almıştır. Ez-Zicü'l-İlhânî adlı eseri de yine Hülagu'nun isteği üzerine yazmıştır. Eserin aslı Farsça olarak yazılmıştır. Dört ciltten oluşan eserin birinci cildinde Çin, Yunan, Arap ve Fars takvimleri, ikinci ciltte gezegenlerin hareketi, üçüncü ciltte ise yıldız hareketleri izah edilmiştir. Bir ahlâk kitabı olan eseri ise Ahlâk-ı Nâsırî adını taşımaktadır. Eserin Arapça'ya tercümesi de yapılmış, bilâhare İngilizce ve Almanca'ya da tercüme edilmiştir. Konusu ile ilgili olarak İslâm dünyasında yazılmış ilk sistematik eser olduğu ifade edilmiştir (A. Vahap Taştan, agm.).

02.06.2006


 

Fen bilimleri-II

5.2. Çevre kirliliği ve İlâhî temizlik

Çevre; canlı ve cansız tüm varlıkları içine alan, içinde yaşadığımız ortam şeklinde tanımlanabilir. İçinde yaşadığımız ortam olan çevre ve daha geniş anlamı ile Dünya, her bir fennin diliyle şöyle diyecektir:

"Fenn-i kimyadan sorulsa: Bu küre-i arz nedir? Diyecek: Gayet muntazam mükemmel bir kimyahanedir.

"Fenn-i makine diyecek: Hiçbir kusuru olmayan, gayet mükemmel bir fabrikadır.

"Fenn-i ziraat diyecek: Nihayet derece mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir." (30. Söz)

Risâle-i Nur'da, verilen yukarıdaki paragraflardan, yine fenlerin diliyle her birinin kâinatın yaratıcısından nasıl bahsettiği Asa-yı Musa, 6. Mesele'de daha ayrıntılı olarak şöyle anlatılmaktadır:

"Hem, meselâ: Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır. Öyle de, Küre-i Arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derece de okuduğunuz fenn-i makine mikyasiyle Küre-i Arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır."

Bu ve buna benzer örnekleri Risâle-i Nur'da çok daha geniş bir şekilde görmek mümkündür. Kâinattaki bu hadiselerin meydana gelişinin tesadüfen olmadığı gayet açıktır. Bütün bu fiziksel hadiseler olurken kainatın son derece bir düzen içinde olduğu ve herhangi bir kirlenmenin meydana gelmediği görülmektedir. Kâinatın nasıl temiz kaldığı, yani Allah'ın temizleme isminin (İsm-i Kuddüs'ün), tezahürleri 30. Lem'a'da şöyle anlatılmaktadır:

"Bu kâinat ve bu küre-i arz, daim işler bir büyük fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler; müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm ediyorlar. Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece pâk, temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfî bir kir bulunmaz, zâhirî bulunsa da, çabuk bir istihâle makinesine atılır, temizlenir..."

Bu paragraftan anlaşılacağı gibi dünyanın temizliği yaratıcının koyduğu kanunlar ile yapılmakta ve herhangi bir kirlilik görünmemektedir. Halbuki insanların toplu halde yaşadığı yerleşim yerlerinde, atık sulardan, katı atık dediğimiz çöplerden ve ısınmadan dolayı havaya verilen kirletici gazlardan dolayı çevre çok kirletmektedir. İnsanlar bu kirliliklerden kurtulmayı yine Allah'ın koyduğu kanunlara uyarak başarmaktadırlar.

Şehirlerdeki atık suları, betondan yapılmış çok büyük havuzlara alınır ve bu havuzların içindeki suya bol miktarda mikroorganizma verilir. Ayrıca suya hava verilmek suretiyle mikroorganizmaların faaliyeti hızlandırılır. Oksijenli ortamda faaliyet gösteren bu mikroorganizmalar, su içindeki organik maddeyi yemek suretiyle suyu temizlemektedirler. Mikroorganizmalar bu faaliyet neticesinde ölmekte ve havuz tabanına çökerek biyolojik bir çamur meydana getirmektedirler. Bu çamurların çelikten veya betondan yapılmış başka kapalı tanklara alınarak orada belli bir ısı derecesinde, bu defa havasız ortamda yani oksijensiz ortamda yaşayan mikroorganizmaların faaliyet göstermesi ile parçalanarak büyük çoğunluğu gaz haline getirilir. Geriye kalan az bir çamur ise, kuru ve çevreye zarar vermeyecek bir haldedir. Görüldüğü gibi, tıpta öldürülmesi gerekli olan bu mikroorganizmalar, mühendislikte bir işçi gibi çalıştırılarak evsel atık sular temizlenmektedir. Demir, bakır, hatta asit bulunan bazı sanayi sularının temizlenmesi için, demir, bakır ve asit yiyen mikroorganizmalardan istifade edilerek temizlenme yapılmaktadır.

İçinde ağır bir metal olarak demir bulunan, demir işletme atık sularının arıtılması da beton havuzlarda, laboratuvar ortamında geliştirilmiş ve demir yiyen mikroorganizmalar diğer mikroorganizmalara göre daha baskın hale getirilerek suya verilmek suretiyle yapılır. Yani belli bir sıcaklık ve besi ortamında çokça üretilen mikroorganizmalar, sudaki demiri yiyerek temizlik yapar.

Bir başka misal de katı atık dediğimiz çöp için verilebilir. Çöpler rastgele sağa sola atıldığı zaman çevreye pis koku yayılmakta, akan sızıntı suları yeraltı sularını kirletmekte ayrıca sıcaklığın da etkisiyle çöpün içinde meydana gelen metan gazının sıkışması ile patlamalar olmaktadır. Çevrede büyük tahribat yapan bu çöpler değişik metotlar ile zararsız hale getirilebilmektedir. Düzenli bir şekilde, sızıntı suyu toplanır, gazlar havaya verilir, geri kalanı da usûlüne uygun depolanır veya belli bir metotla yakılırsa zararları ortadan kaldırılabilir. Son yıllarda çöplerin organik kısmı, inorganik kısmından ayrılmakta ve kompostlaştırma metodu ile hacmi yüzde seksen oranında azaltılmaktadır.

Kompostlaştırmada, çöpün organik kısmı kapalı tanklar içinde biyolojik olarak ayrışmaya bırakılır, yani oksijen kullanmadan hayatını devam ettiren mikroorganizmalar tarafından parçalanır; metan, karbondioksit ve hidrojen sülfür gibi gazlara dönüştürülerek hacmi yüzde altmış oranında azaltılır. Arta kalan yüzde kırklık çöp ise humuslu toprağa benzer gübre değeri yüksek bir ürüne dönüşür.

Burada mühendislerin yaptığı çok büyük bir olay olarak görülebilir. Ancak bu hadiselerin yüzlercesi tabiatta meydana gelmektedir. Mühendisler tarafından yapılanlar ise, sadece tabiattaki bu olayları kontrollü bir şekilde hızlandırmaktan ibarettir. İşte Risâle-i Nur çevremizde sessiz sedasız yapılan bu temizlik olaylarını nazarlarımıza sunmakta ve yapılan bunca şeylerin bir faili olduğunu hatırlatmaktadır.

5.3. Matematik, estetik ve İlâhî güzellik

Matematikçiler tarafından bulunup estetik ile de ilişkilendirilen bir orandan bahsetmek yerinde olacaktır: Altın Oran.

Altın orana ilişkin matematik bilgisi ilk kez İ.Ö. 3.yy'da ÖKLİD'in 'ÖĞELER' adlı eserinde; 'oran ve ortalama oran' adıyla kayda geçirilmiştir. Altın oran, 'Fİ' ( ) sayısı olarak bilinir. Bu tanımlamayı kimin yaptığı ise bilinmemektedir. Ancak ilk Cebirci (Algebra) olarak bilinen Al Harezmî ve öğrencisi Abu Musa, bu orana isminden bahsetmeden değinmişlerdir. Çoğu bilim adamı altın orana 'göz nizamının oranı' adını da vermişlerdir.

Orta çağın en büyük matematikçilerinden biri olarak kabul edilen Fibonacci İtalya'nın Pisa şehrinde doğmuştur. Avrupa roma rakamlarını kullanıp, sıfırı henüz tanımazken, Fibonacci Cezayir'de sıfırı ve Arap rakamlarını öğrenir. Avrupa'ya Arap rakamlarını ve bugün kullandığımız sayı sistemini tanıtır.

Mısır'daki piramitler, Leonardo Da Vinci'nin tabloları, ayçiçeği, salyangoz, çam kozalağı, parmaklarımız..... arasındaki ortak özellik nedir? Bu sorunun cevabı İtalyan Matematikçi Fibonacci'nin bulduğu bir dizi sayıda gizlidir. Bu sayılar 'Fibonacci Sayıları' olarak da adlandırılır. Dizideki sayılardan her biri, kendisinden önce gelen iki sayının toplamından oluşur. Fibonacci'nin bu sayı dizisi ile tavşanların üremesi, ağaçlardaki dalların çoğalması ve bitkilerin büyümesi arasında önemli bir ilişki vardır. Bu dizi:

1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987, 1597, 2584... olarak verilebilir.

Bu sayıların ilginç bir özelliği vardır. Belli bir adımdan sonra bu sayıların oranı altın oranını vermektedir.

233/144=1.6180556

377/233=1.6180258

610/377=1.6180371

Altın oran, günlük yaşantımızda matematiğin estetik güzelliğe etki ettiği her alanda karşımıza çıkan bir kavramdır. Altın oran, matematiksel bir kavramdır ve değeri de 1.618033... olarak devam eden ondalık bir sayıdır. Dünyanın, insanların, bitkilerin, hayvanların, ağaçların, ... kısacası kâinatın yaratılışında kullanılan orandır. Aynı zamanda insanlarda teknolojide ve günlük hayatta bu oran kullanılmaktadır. Hatta bu sayısız özelliklerinden dolayı bu altın oran yerine KEPLER "İLAHİ ORAN" (Divine Proportion) isminin daha lâyık olacağı iddia edilmiştir.

İnsan vücudunda altın oranın görüldüğü yerler: Kafa, kollar, parmaklar, dişler, yüz, bacaklar, akciğer ve kalp.

Akciğeri oluşturan bronş ağacının bir özelliği asimetrik olmasıdır. Meselâ soluk borusu; biri uzun (sol), diğeri kısa (sağ) olmak üzere iki ana bronşa ayrılır. Bu asimetrik bölünme bronşların ardışık dallanmalarında da sürüp gider. İşte bu bölünmelerin hepsinde kısa bronşun uzun bronşa olan oranının yaklaşık olarak 1/1.618 değerini verdiği bulunur.

EKG'deki kalp atış piklerinin boyutları altın orana göredir. Kâinatta, yapısında altın oran barındıran birçok spiral galaksi bulunur. Göze hoş gelen SARMALLAR bu oran kullanılarak elde edilmektedir. Ayçiçeğinin merkezinden dışarıya doğru sağdan sola ve soldan sağa doğru tane sayılarının birbirine oranı altın oranı verir. Çam kozalağındaki taneler, kozalağın altındaki sabit bir noktadan kozalağın tepesindeki başka bir sabit noktaya doğru spiraller (eğriler) oluşturarak çıkarlar. İşte bu eğrinin eğrilik açısı altın orandır. Mısır'daki piramitlerde de bu orana rastlanmaktadır. Piramitler hem kendi içlerinde bu kurala uymakta, hem de birbirleri arasında bu orana uyan spiral içinde belli noktalarda konuşlandırıldıkları görülmektedir. Günümüzde ise bu orana uyan ünlü yapılar arasında Birleşmiş Milletler binası bulunmaktadır.

Tabiatta birbiriyle ilişkisiz canlı veya cansız pek çok yapının belli bir matematik formülüne göre şekillenmiş olması, onların özel olarak tasarlanmış olduklarının en açık delillerinden biridir. Altın oran, san’atçıların çok iyi bildikleri ve uyguladıkları bir estetik kuralıdır. Bu orana bağlı kalarak üretilen san’at eserleri, estetik mükemmelliği temsil ederler. San’atçıların taklit ettikleri bu kuralla tasarlanan bitkiler, galaksiler, mikroorganizmalar, kristaller ve canlılar Allah'ın üstün san’atının birer örneğidirler.

Kur'ân'daki; "Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır." (Talak Sûresi, 3), "Allah katında her şey bir miktar (ölçü) iledir." (Ra'd Sûresi, 8) âyetleri doğrudan altın oranla ilgilidir.

Risâle-i Nur'daki; "Basar masnuat-ı görüp de, basiret Sanii görmezse, çok garip ve pek çirkin olur.", "Kâinatın nazmında büyük bir i'caz vardır.", "Şu misafirhane-i dünyaya nazar-ı hikmetle baksan hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin; nasıl sen nizamsız ve gayesiz kalabilirsin", "Kainatta ve her şeyin yaratılmasında hüsn-i sanat vardır.", "Fenler saniin sanatına şehadet eder.", "Allah her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır.", "Allah hikmetle yaratıyor, Allah kendi san’atını sever ve sevdirir.", "Allah yaratmada en faydalı en kolay ve en kısa yolu takip eder.", "Mizanlı intizam, zinet ve süslemeler Allahın ilmine delildir.", "Allah dünyayı bir bayram yeri gibi yapmış, bütün isimlerinin nakışlarıyla süslemiştir.", "Eşyaya nihayetsiz imkânat içinde en güzel şekil veriliyor.", "Bütün fenler kâinattaki güzel intizama birer şahidi sadıktır.", "Yaratılışta israf ve abes yoktur.", "Daire-i imkânda daha ahsen yoktur. (Yaratılışın optimum tasarımı)." gibi ifadeler, yaratılıştaki altın oranın, güzelliğin ve estetiğin ne derece sergilenmiş olduğunu göstermektedir.

5.4. Risâle-i Nur'da endüstri dili

Batının 18. yüzyılla başlayan sanayi devrimi, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişini hızlandırdı. Endüstri toplumu, bilgi toplumuna geçişin de başlangıcı oldu. Bu ilerlemelerin yaşandığı 20. yüzyıl başlarında, Risâle-i Nur'u kaleme alan Bediüzzaman, günün endüstriyel dilini kullanmıştır. Fen biliminin önemli kavramlarına atıf yapmış, Kur'ân yorumunda bilimin terminolojisi ile entelektüel bilimi dikkate almıştır.

Toplumun kalkınma dinamikleri ile birlikte şehirleşme artmış, statüler çoğalmıştır. Bu durumda, insanların sıfatları ve yetenekleri ile tanıtılmaları, endüstri toplumunun iletişimdeki farklı yaklaşımıdır. Nitekim insanların müdür bey, başkan bey, muhtar efendi gibi unvanlarla iltifat gördükleri bir yüzyılda, iman hizmetinde bulunanlara Bediüzzaman'ın endüstri toplumuna uygun şekildeki hitapları dikkat çekicidir: "Nurun İskele Memuru", "Santral Sabri" ünvanları buna bariz bir örnektir. Bediüzzaman, Bedre karyesinde iskeledeki maddî görevine denk bir mânevî ünvanı talebesine vermektedir. Kelimenin "iskele" veya "santral" gibi teknik olması, vasıtanın ve mesleğin hizmette kullanıldığı zamanlarda, mânevî bir değer ve iltifat vesilesi olmaktadır.

"Heme ost değil ezost" dediği konu (Mektubat: 85), teknik anlamda bu gün bile bir çırpıda herkesin hatırlayabildiği bir kavram değildir. Buradan da anlıyoruz ki, Risâle-i Nurda gereği kadar bilim dili kullanılmış ve bir anlamda araştırmacılara bilim-din ilişkisi kurma teşviki yapılmıştır.

Mektubat'taki orijinal beyan; "Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın asarıdır." "Heme ost" değil, "heme ezost" tur. Yani, "Her şey o değil, belki her şey Ondandır." şeklinde geçmektedir.

Yine orijinali cinematographe olan, o günün sinema endüstrisinin dili olan sinematoğraf tabirini kullanmaktadır. Görüntüleri film üzerine kaydetmede kullanılan bu cihaz, Risâle-i Nurda geçmektedir.

Uçak teknolojisinin bu kadar artmadığı 20. yüzyıl ortalarında, "tayyare" için "Nev'imle iftihar ediyorum." der. Uzay teknolojisinin bu harika ve "bast-ı zaman" a küçük bir nümune olan tayyareyi keşfetmesini, beşerî muvaffakiyet olarak alkışlar. Din-milliyet ilişkisinde, dinini ihmal eden bir gencin ırkçı bir tutum sergileyeceğine dair iddiasına da trenden örnek vermiştir. "Şimendifer" dediği treni "medrese-i seyyare" olarak tanımlar. Yolculuk anında ayakkabı ile bazen uyuyarak, bazen de oturarak kullandığımız bir mekânın başkası ile ortak kullanılması halinde bile sergileyeceğimiz tutum ve davranışla bir "ders anı" veya bir "dershane" dediği medrese fonksiyonu görebileceğine imada bulunur. Yararlanmış gibi "insan nevi adına" destekler.

Peygamber mucizelerinin bugünkü teknolojiye rehberlik ve ilham olmasını din ve bilim ekseninde, sanayi dili ile ifade eder. İnsanın âlemini aydınlatan namazı elektrik düğmelerine benzeterek açıklar. Teknolojinin lideri ülke Japonlar'ı örnek almamızı önerir: "Kesb-i medeniyette Japonlara iktida" etmemizi teşvik eder. Yine, "Makine-i tekemmülat" tabirinde, gelişimi bir makine sistematiği ile tanımlayan mekanik benzetme endüstriyel bir kavramdır. Osmanlının son dönemlerinde beyan ettiği; "Bu memleket insanlarının Makina-i tekemmülatının buharı diyanettir." cümlesinde, sanayide buhara dayalı enerji üretiminin yaşandığı bir devrin teknolojik tabirleri ile diyanetin önemini vurgular. Tekâmülü bir makineye benzetir. Endüstri dili Risâle-i Nurun daha bir çok yerinde kullanılmıştır. Bediüzzaman, İhlâs konusunu bile "bir makinenin çarkları" ile izah eder. Makineyi, anlaşılmayı kolaylaştıran bir araç ve örnek olarak görür.

Sonuç olarak, Müslümanlar için Risâle-i Nur, günümüzün şemsiye markasıdır. Hepsine yetecek bir hazinedir. Anlaşıldığı ve doğru tanıtıldığı müddetçe, medeniyetler buluşmasında İslâm medeniyetinin fikren sözcüsü olacaktır.

—SON—

02.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004