Zaman zaman dinimizin hükümlerinin güncellenmesi şeklinde gündeme getirilen konu, her defasında bilinen rutin ve dar kalıplar içinde sığ ve cılız tartışmalara hapsediliyor.
Oysa bu tarz derinliksiz yaklaşımlarla doğru sonuçlara ulaşılması mümkün değil.
Çünkü mesele sadece fıkıh ilminin alanına giren konu ve hükümlerle sınırlı olarak düşünülüyor. Halbuki İslam, fıkıhtan ibaret değil.
Üstad Bediüzzaman, dinin fıkıh dahil bütün aksamını tahkikî iman temeline dayalı kapsayıcı bir bütünlük içerisinde ele alıyor.
Akılla vahyi, bilimle inanç ve dini kaynaştıran bu orijinal yaklaşımla, Kur’an’la kâinatı aynı Yaratıcının kaleminden çıkan ve birbirini tefsir eden kitaplar olarak okuyor.
Kur’an kâinatı, kâinat Kur’an’ı açıklıyor.
Muhakemat isimli eserinde ilimleri sema, arz ve beşer ilimleri olarak üçlü bir tasnife tâbi tutan Bediüzzaman’ın (s. 24) bu yorumunda, her bir ilim ve fennin hakikati Rabbimizin Esma-i Hüsnasından birine dayanıyor.
Ve bizi tevhide götürüyor.
Bu yorumda, insanların hayatlarını düzenlemek için vahiyle gönderilen esaslar manzumesi olarak din ve onun içinden çıkan şeriat, müstakim akılların ürünü olarak kâinat fenleri ve beşerî ilimlerde kaydedilen inkişaflarla tam bir uyum içinde alabildiğine, ilânihaye gelişme potansiyeli olan son derece dinamik bir yapıya sahip.
Onun için Said Nursî, semavî dinlerin ve özellikle İslamın getirdiği temel esaslar üzerinde, zaman içinde insanlığın ortak aklının ürettiği değerlerle kurulan medeniyetin kazanımları olarak ifade edilen hususların, gerçekte “şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesi” olduğunu ifade ediyor.
Bediüzzaman’ın birey hukukunu önceleyen adalet-i mahza anlayışı ile suç ve cezanın şahsîliği ilkesindeki hassasiyeti başta olmak üzere adalet ve hukuk vurguları ile demokrasi, hürriyet, Meclis, kamuoyu gibi modern kavramlara İslamî referanslarla sahip çıkması, bu yaklaşımın tezahürü.
(Şeriat Cumhuriyet Demokrasi kitabımız, s. 79)