Bilim insanları, şimdiye kadar gözlemlenebilen en parlak galaksiyi (yıldız kümesi) keşfetti. Kainatın ilk dönemlerinde yaratılmış olduğu belirtilen antik galaksiye, Portekizli futbolcu Cristiano Ronaldo’dan ilham alınarak ‘CR7’ adı verildi.
Keşif, Avrupa Güney Yarımküre Astronomik Araştırmalar Organizasyonu (ESO)’nun Şili’nin Atacama Çölü’nde yer alan dev yer teleskopu ile gerçekleştirildi.Kainatın yaratılmasından sadece 800 milyon yıl sonra yaratılış sahnesine çıkarıldığı belirtilen yaşlı galaksi, Dünya’dan 12,9 milyar ışık yılı (1 ışık yılı = yaklaşık 10 trilyon kilometre) uzaklıkta, Altılık Takımyıldızı’nda yer alıyor.
KAİNATIN İLK YILDIZLARI
Genç kainatın bilinen en parlak galaksilerinden en az 3 kat daha fazla ışıldayan bu yıldız kümesinin tam adı COSMOS Redshift 7. ESO’daki bilim insanları, yeni galaksiye isim koyarken Portekizli futbolcu Cristiano Ronaldo'dan ilham aldıklarını ve kısaca ‘CR7’ ile tanımladıklarını bildirdi.
‘CR7’, içerisinde ilk nesil yıldızların örneklerini içeren güçlü kanıtlar bulunduruyor. Büyük kütleli, parlak ve şimdiye kadar sadece teorik olarak öngörülen elementleri barındırdığı, bunlarla da yıldızların ve etraflarındaki gezegenlerin oluşturulduğu düşünülüyor. Gökbilimciler uzun süredir ilk nesil yıldızların varlığına dair teoriler öne sürüyor. Bu tür yıldızlara ‘Popülasyon III’ yıldızları adı veriliyor. Büyük Patlama (Big Bang)’den sonra oluşturulan ilk maddelerle meydana getirildikleri tahmin ediliyor.
GÜNEŞ’TEN BİNLERCE KAT BÜYÜK YILDIZLAR İÇERİYOR
‘Popülasyon III’ yıldızları genellikle inanılması güç boyutlara ulaşıyor. Güneş’ten binlerce kat daha büyük olan bu antik yıldızlarda, hidrojen ve helyum daha ağır elementlere çevriliyor. İki milyon yıl içerisinde patlatılarak dev süpernovalar oluşturuluyor. Bu süpernovalar da, yeni nesil yıldızları ve gezegenleri oluşturan fabrikalara, yani nebulalara dönüştürülüyor.
ESO’daki bilim insanları, ‘CR7’ galaksisini inceledikçe kainatın ilk zamanlarında yıldızların ve gezegenlerin yaratılışına dair daha fazla bilgi edinebileceklerini kaydediyor. Araştırma sonuçları Astrophysical Journal’da yayınlandı.
YARATILIŞ KAVRAMI NASIL ANLAŞILMALIDIR?
Yaratılışın işaret fişekleri: İbda’ ve inşa’
İKİ İŞARET FİŞEĞİ
Bu kavramlar, hilkat mu’cizesinin iki işaret fişeğidir:
1- İhtira ve ibda’
2- İnşa, terkip ve san’at
Bediüzzaman müşahede ettiği hilkat sahifelerini bu iki tür kavramla güncelliyor, gündemimize getiriyor.
1- İHTİRA VE İBDA’ MU’CİZESİ
Bunlardan ilki olan ihtira’ ve ibda, hiçten ve yoktan vücut vermeyi anlatıyor. Cenâb-ı Hak dilerse yarattığı eşyaya hiçten ve yoktan vücud elbisesi giydiriyor. Ve yine dilerse bu vücud elbisesine lâzım olan her şeyi de yine hiçten ve yoktan icat edip eline veriyor.1
İhtira’, daha önce hiç olmayan bir şeyi ilk olarak, yeni ve benzeri olmadan icad etmek demektir. İbda’ kavramı da ihtirayı tanımlıyor. İbda’, bir şeyin âletsiz, edevatsız, araçsız, gereçsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız, örneksiz, benzersiz, misilsiz, numunesiz yaratılması demektir ki, Allah’a ait bir tasarrufu ifade ediyor. Risale-i Nur’da hilkat mu’cizesi anlatılırken başvurulan “ibda’, bedi’, ihdâs, ihtirâ, icâd, sun’, halk ve tekvin” kelimeleri birbirini açıklar mahiyette kullanılıyor.
YOKTAN VAROLMAZCILARA REDDİYE
Bu kavramlarla Bediüzzaman, Fransız kimyacısı A. L. de Lavoisier’in 1750’li yıllarda ifade ettiği ve sonradan inançsız felsefenin dört elle sarıldığı, “Hiçbir şey yoktan var olmaz ve var olan hiçbir şey vardan yok olmaz” anlayışını reddetmiştir.
Gerçi Lavoisier bu tesbitini ifade ederken “Allah’tan başka” demiştir. Lavoisier bu edebi göstermiştir. Fakat İnançsız felsefe bunu duymak istememiştir. Tıpkı Bektaşi gibi.
Bektaşi’ye “Namaz kıl” demişler. “Kur’ân ‘La takrebu’s-salah” (Namaza yaklaşmayın) diyor.” Demiş. “Devamını da oku!” demişler. “Ben hafız değilim” demiş.
(Devamında ‘ve entüm sükârâ’ (siz sarhoşken) ifadesi vardır.)
Bediüzzaman diyor ki: “Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı ‘Yoğu var edemez’ diyen adam, yok olmalı!”2
Keza Bediüzzaman, yaratılışı “bedi’” kavramı ile anlatıyor:
“Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette hâlk edip âyât-ı kibriyasını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır. Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehad’den başkası olabilsin?”3
2- İNŞA VE TERKİP MU’CİZESİ
İkinci hilkat kavramı olan “inşa’, terkip ve san’at” kelimeleri de birbirini açıklıyor. Bu kelimeler, terkip ederek yapma, unsurlarını bir araya getirerek yaratma, eşyayı mevcut varlıklardan toplayarak meydana getirme, dağılan ceset hücrelerini ve çürüyen kemikleri toplayarak yeniden vücut verme4 demektir.
Allah dilerse eşyayı inşa’, terkip ve san’at ile yaratır. Yani yeni mevcudu önceden yarattığı mevcut unsurlardan toplayarak yaratır. Aslında burada Allah yine ilk ve numunesiz yaratış gerçekleştiriyor. Yani yarattığı şeyi mevcut eşyadan toplama–-hâşâ—bir zafiyet değil; bir kudret, hilkat ve san’at gösterimidir.
İnşa’ ve terkibi Bediüzzaman’ın veciz ifadesinden dinleyelim: “İnşa ve terkip tabir edilen, mevcut olan anâsır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücut vermektir. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete göre olsa, hadsiz derece bir suhulet, belki vücub derecesinde bir kolaylık olur. Eğer ferdiyete verilmezse, hadsiz derece müşkül ve gayr-ı mâkul, belki imtinâ derecesinde bir suûbet olacak. Halbuki, kâinattaki mevcudat, nihayet derecede külfetsiz olarak ve suhuletle ve kolaylıkla, gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i ferdiyeti bilbedâhe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelâl’in san’atı olduğunu ispat ediyor.”5
Keza Bediüzzaman inşa’ın bir sanat izharı olduğunu şöyle ifade ediyor: “Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl, küçük-büyük, cüz’î-küllî herşeyi birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda taze taze nakışlarla münakkaş mensucat-ı san’atını onlara giydirir, cilve-i esmâsını, mu’cizât-ı kudretini izhar eder.”6
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 196.
2- a.g.e., s. 196.
3- Mektubat, s. 227.
4- Sözler, s. 105.
5- Lem’alar, s. 315.
6- Mektubat, s. 227.
Haber Merkezi