Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, Doğu Türkistan'daki Çin zulmüne dikkat çekerek, "Doğu Türkistan’da Müslüman Uygurlar sadece kimliklerinden dolayı zulüm altındadır. Hangi gerekçe ile olursa olsun, bunu görmemek zulme ortak olmaktır" diye yazdı.
Zekeriya Kurşun'un 7 Ocak 2019 tarihli Yeni Şafak'ta yayınlanan "Türkistan! Koca bir yalan mı?" başlıklı yazısının bir bölümü şöyle:
Bütün söylemlerden, iddialardan, Çin’in ülkemizdeki lobilerinin itirazlarından bağımsız olarak, yemin ederim ki; 1980’lerden itibaren tanıdığım hiçbir Türkistanlıyı mutlu görmedim. Dünyanın çeşitli yerlerine savrulmuş olan tanıdığım Batı ve Doğu Türkistanlıların hemen hepsinin hikâyeleri aynı idi: Baskı, zulüm, işkence, zindan, sürgün ve kaçış.
Ülkemizde sürgünde ölen Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca’yı tanımadım, ama oğlu değerli bilimadamı Timur Kocaoğlu ile aynı yerde çalıştım. Sahip olduğu her şeye rağmen geriye baktığında mutsuz idi. Doğu Türkistan’ın liderlerinden rahmetli İsa Alptekin ile çok yakın olmadım fakat 1995 yılında, İstanbul’da, ölümüne kadar Doğu Türkistan’da yaşanan zulmü defalarca ondan dinledim. Daha da önemlisi otuz yıla yakın Çin zindanlarında ve kamplarında yaşamak zorunda kalan ve Türkiye’ye kaçıp geldikten sonra İsa Alptekin’in referansı ile girdiği Marmara Üniversitesi’nde birlikte çalıştığımız İ. Kurban’ı tanıdım. O da bize anlattıklarını ve mutsuzluğunu yazdığı hatıralarına yansıtanlardan oldu.
Prof. Dr. Zekeriya Kurşun
Sovyet zulmünden kaçarak değişik ülkelerde yaşadıktan sonra Mısır’da karar kılan büyük Türkistanlı alim Mübeşşir et Tırâzî’nin oğlu ile ömrünün son yıllarında beraber oldum. Hayatını, Mısır’da Osmanlı Tarihi ve eserleri ile Türkistan Tarihini anlatarak geçiren Nasrullah et Tırâzî de mutlu değildi. Ailesinin yaşadıklarına rağmen oldukça mütevekkil bir tavır takınan Nasrullah et Tırâzî, Kahire’deki mütevazı evinde bana, sürgünde çocuklarına övündüğü kendi anadili Türkçeyi miras bırakamamaktan yakınıyordu. Bundan dolayı üzgündü ve mutsuzdu.
Seksenli yıllarda hayatı zindanlarda geçmiş büyük şair Abdurrahim Ötkür’ü tanıtan ve onun İz romanı üzerinden bana Uygurca öğretmeye çalışan bir dostum vardı. Kader bizi üçüncü bir ülkede bir araya getirmişti. Türkiye özlemi duyuyordu ama Çin’den çıkarken yasaklandığı için gelemiyordu. Çin’e döndükten sonra aziz dostumun akıbetini de bir türlü öğrenemedim. Bütün iyiliği yüzünden okunmasına rağmen gündüz hiç gülmeyen bu dostum da gece karanlığında ırkının, dininin ve neslinin geleceği için gözyaşları döküyordu.
Bu canlı örneklerin daha onlarcasını verebilirim. Üstelik, ABD’nin Çin’i adam yerine koymadığı yani rekabet komplolarına gerek olmadığı dönemlerden. Ancak lâfı uzatmaya gerek yoktur. Bugünlerde kim neyi, niçin yapıyor olursa olsun, bilinmelidir ki; Doğu Türkistan’da Müslüman Uygurlar sadece kimliklerinden dolayı zulüm altındadır. Hangi gerekçe ile olursa olsun, bunu görmemek zulme ortak olmaktır.
Türkiye ile Çin arasında iyi ilişkiler varsa ve gelecekte büyük ortaklıklar düşünülüyorsa, Müslüman Uygur Türklerinin de bu ilişkilerin merkezinde yer alması tabiidir ve yer alacaklardır. Onların feryadı bu ilişkilere kurban edilemez ve edilmemelidir. Çin’in gerekçe gösterdiği “ayrılıkçı, terörist ve radikal” gurupların varlığı ve faaliyetleri ile BM’nin iddia ettiği iki milyona yakın insana kamplarda uygulanan zulüm arasındaki farkı açıklamak ve dünya kamuoyunu tatmin etmek bize değil, Çin’e düşmektedir.
Haber Merkezi