Cumhuriyet ve demokrasi tarihimizdeki bütün darbe, müdahale ve darbe teşebbüsleri gibi, 15 Temmuz gecesi irtikâb edilen kanlı kalkışmayı da 4 yıl sonra bir kez daha lânetliyoruz.
Bu meş’um ve karanlık olayı önlemeye çalışırken şehit düşen güvenlik gücü mensuplarımıza ve darbecilerin saldırılarında can veren masum insanlarımıza tekrar Allah’tan rahmet niyaz ediyoruz.
Aradan geçen zaman zarfında, bu meş’um ve karanlık olayın öncelikli hedefleri arasında yer alan TBMM’nin, işin arkaplanını aydınlatma noktasındaki beklentileri karşılamaya muvaffak olamayışını esefle karşılıyoruz.
Aynı şekilde, ilk günden itibaren yaptığımız “Darbecilerle hesaplaşma gerekçesiyle yürütülen operasyonlarda toptancı ve genelleyici suçlamalardan dikkat ve hassasiyetle kaçınılmalı, darbeyle ve darbecilikle hiç ilgisi olmayan masum insanların mağduriyetine yol açacak yanlışlıklar yapılmasına meydan verilmemelidir” çağrımızın büyük ölçüde karşılıksız kaldığını görmenin üzüntüsü içindeyiz.
Bu noktada bir kez daha ifade ediyoruz:
15 Temmuz davalarında nihaî kararı verecek olan merci, bağımsız yargıdır. Ancak gerek bilhassa OHAL sürecindeki uygulamaların, gerekse iktidar kontrolündeki medyanın tek taraflı yayınlarının, yargı bağımsızlığı konusunda zaten var olan kuşkuları iyice kuvvetlendirmiş olması, mahkemelerin işini iyice zorlaştırmıştır. Yargıya gölge düşüren müdahale ve baskıların artık kaldırılması gerekir ki, adalet tecellî etsin ve mağduriyetlere meydan verilmesin.
Bu süreçte Yeni Asya’nın duruşunu şöyle özetleyebiliriz:
Risale-i Nur’un medyadaki dili olarak yarım asır önce yayın hayatına atılan Yeni Asya, çıktığı ilk günden itibaren demokrasiyi, hukuku, adaleti, hak ve özgürlükleri esas alan, darbe ve müdahalelere karşı fikrî mücadelesini sürdüren, dinin siyaset ve ticaret başta olmak üzere hiçbir dünyevî hedefe alet edilmemesini esas alan bir çizgiyi takip etmiştir.
Yeni Asya’nın devleti ele geçirmek, yönetmek, kamu kurumlarında kadrolaşmak gibi gündemleri hiçbir zaman olmamıştır. Devlette görev alma kriterinin ehliyet ve liyakat olduğunu, cemaat mensubiyetinin tercih veya dışlanma sebebi olmaması gerektiğini savunmakta, Risale-i Nur’un temel prensiplerini yayın çizgimiz olarak görmekteyiz.
1971’deki İzmir Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılandığı dönemde kendisine atfedilen Nurculuk nitelemesini reddetmiş olan ve 1974’te Yeni Asya ile yolunu tamamen ayıran Fethullah Gülen ise özellikle bu noktalardaki farklı yöneliş ve uygulamaları ile öne çıkmıştır.
12 Eylül’den sonra darbecilerin belli şartlar karşılığında birlikte çalışma teklifinde bulunduğu Mehmet Kutlular’ın, “Ben reddedince Gülen’e gittiler” açıklaması, 15 Temmuz’u öncesiyle ve sonrasıyla değerlendirebilmek açısından son derece manidardır.
Bilâhare Gülen’in önünün açılması ve görünen görünmeyen yoğun desteklerle getirildiği nokta, Kutlular’ı teyid etmiştir.
Yeni Asya’nın duruşu bu iken, diğer birçok kesim yakın zamanlara kadar, özellikle de “güçlü” olduğu dönemlerde Gülen’in yanında yer almış ve Yeni Asya’yı prensiplere dayanan duruşu sebebiyle küçümseyip kendilerince “aşağılama”ya kalkanlar dahi olmuştur. Ama devran dönüp durum değişince bunların tamamı Gülen’e cephe alıp, sırf adalet ve vicdanın gereği olarak masumların hukukunu savunduğu için Yeni Asya’yı bu defa duruşunun tam tersi iftiralarla suçlama pişkinliğini sergileyebilmişlerdir.
Gelinen noktada AKP iktidarının Gülen’le ilişkileri ayrıca masaya yatırılıp enine boyuna tahlil edilmelidir. 12 Eylül 2010 anayasa referandumuna kadarki süreçte “Ne istedilerse verdik” ifadesiyle açığa vurulan sınırsız bir destek söz konusu olmuşken, birbirini izleyen MİT krizi, dershaneler meselesi, paralel yapı ve devlette cemaatçi kadrolaşma tartışmaları ile çok farklı tablo ortaya çıkmış; “Ne verdinizse geri alın” aşamasına gelinmiş; hızlanarak ve yaygınlaşarak devam eden tasfiyeler, 15 Temmuz sonrasında zirveye çıkmıştır. 20 Temmuz’da başlayan OHAL sürecindeki gözaltı, tutuklama ve ihraçlarla, maalesef kurunun yanında yaşı da yakan mağduriyetlere sebebiyet verilmiştir.
Bir başka önemli husus da şudur:
Biz 15 Temmuz kalkışmasının ve akabinde başlatılan OHAL sürecinin ilk günlerinden itibaren, darbelerle en etkili ve sağlam mücadelenin hukuk ve demokrasi standartlarımızı yükseltmek olduğunu ifade ettik.
Ve Türkiye’nin en kısa zamanda normalleşmesi gerektiğini vurguladık.
Bunları yine tekrarlıyor ve diyoruz ki: Masumiyet karinesi, suç ve cezanın şahsîliği, âdil yargılanma, savunma ve lekelenmeme hakları gibi en temel hukuk ilkelerinin ihlaliyle ortaya çıkan mağduriyetlere, aynı duyarsızlığı sürdürerek yenilerinin eklenmesine meydan verilmemeli; biriken mağduriyetlerin telafisi de daha fazla geciktirilmemelidir.
Son olarak tekrar altını çizmek istediğimiz bir başka önemli nokta şudur:
15 Temmuz kalkışmasının tahripkâr sonuçları, manevî hayatımıza çok büyük zarar vermiş; manevî hizmetler için var olan cemaatlere toplumun bakışını olumsuz etkileyerek hizmetlerine sekte vurmuştur. Bu durumun tamir ve telâfisi için, yaşananlardan ders alarak, çok farklı bir duyarlılıkla topyekûn bir seferberliğe ihtiyaç vardır.
Bütün cemaatlerin bu süreçten çıkarması gereken derslerin başında, kendilerini ister istemez siyaset ve iktidar çekişmelerinin tarafı ve sonuçta mağduru konumuna getiren tavır ve yaklaşımları terk edip, derhal aslî hizmetlerine dönmeleri gelmektedir. Gerek bunu sağlamanın, gerekse cemaatleri kirli tuzaklara düşmekten korumanın yolu ise, hem kendi iç işleyişlerinde, hem de birbirleriyle ilişkilerinde meşveret sisteminin sağlıklı bir şekilde işletilmesidir.