Türkiye yeni yıla siyasî, sosyal ve ekonomik alanlarda yaşadığı sıkıntı ve tartışmalar eşliğinde yine bir seçim atmosferinde giriyor.
Yeni yıla girerken yaşanan ekonomik sıkıntılarla birlikte her seçim öncesinde kendini gösteren ve kalıcı bir hal almaya başlayan ötekileştirici, dışlayıcı ve kutuplaştırıcı hallerin doğurduğu genel huzursuzluk hali, toplumun büyük kesimlerini endişelendirmekte, bu hususlardaki çözüm arayışlarını hızlandırmaktadır.
Temel hak ve hürriyetler, demokrasi, çoğulculuk, çok kültürlülük, sivil toplum, demokratik anayasa, farklılıklara tahammül gibi hususlardaki eksiklikleri gidermekte zorlandığımız son yıllarda, ülkemizi insanı önceleyen, hak ve adalet merkezli bir yapıya kavuşturmanın yollarını hep birlikte aramaktayız. Yeni Asya, Bediüzzaman Said Nursî’den tevarüs eden bir dâvâ bilinciyle ve kuruluş gayesinin sorumluluğuyla kul hakkından başlayarak temel hak ve hürriyetleri önceleyen, bir arada yaşama prensiplerini hukukun üstünlüğü ve hoş görü çerçevesinde değerlendiren, farklılıkları birer zenginlik unsuru olarak kabul eden demokratik yaklaşımları seslendirmeyi tarihî bir görev addetmektedir.
Toplumsal huzuru ve barışı tehdit eden, kalkınma hamlelerini engelleyerek kriz üreten otoriter yaklaşımlar karşısında, öteden beri biricik önerimiz demokratikleşmedir. Ne var ki tarihî süreç içersinde tüm demokratikleşme hareketleri darbelerle ya da baskıcı yaklaşım ve uygulamalarla engellenmiş, ülkemizin demokrasi yürüyüşü bir türlü tamamlanamamıştır. Darbecilik halkasına son olarak meş’um 15 Temmuz süreci eklenmiş, bu süreçte yaşananlar da anti-demokratik uygulamaları tetiklemiştir.
Gelinen nokta itibariyle hürriyetçi, çağdaş bir demokrasiden yoksunluk en temel problemimiz olarak ifade edilmekte, hürriyetçi yaklaşımlar karşısında devlet merkezli kodların ve otoriter eğilimlerin terk edilemeyişi, bugünkü krizlerin kaynağı olarak görülmektedir.
Son tahlilde, 15 Temmuz sonrası parlamenter sistemden Başkanlık sistemine geçişin doğurduğu aksaklıklar ve her şeyi ‘tek’leştirme çabalarının birçok problemi beraberinde getirdiği aşikârdır. Adalet duygusunun zedelenmesi, hukuk sisteminin güç merkezli hale dönüşmesi, eğitim sisteminin başarısızlığı, ekonomik kriz, devam eden terör tehdidi, AB ilişkilerinin askıya alınması ve genel olarak son gelişmeler ışığında İslâm dünyası ile sağlıklı ilişkilerin kurulamaması yeni yıla tevarüs eden problemlerimizden bazılarıdır.
Hükümetler hizmetkârdır
Bunlardan hareketle, Türkiye’nin temel probleminin demokratikleşememe olduğunu düşünüyoruz. Bu durum yaşadığımız bütün problemlerin tetikleyicisi olarak fert-toplum-siyaset hayatımızda kendini göstermekte, çağdaş demokrasi özlemi her alanda kendini hissettirmektedir. Zira fazilet rejimi olarak da tanımlanan demokrasiyi benimsemiş ülkelerde devlet ve hükümetin varlık sebebi insana hizmettir. Hükümetler hizmetkârdır. Demokrasilerde meşrû denetim mekanizmaları etkin, toplumsal dinamikler hürdür. Bu anlayışa sahip olan ülkelerde “muhâlefet meşrû ve samîmi bir muvâzene-i adâlet unsurudur.” Muhalefetin ve muhalif kabul edilen farklı düşüncelerin baskı altına alınması, devlet ve siyaset mekanizmalarını denetleyecek meşrû denetim unsurlarının susturulmak istenmesi, keyfî uygulamalarla sivil toplum hareketlerinin engellenmesi demokratik değerlerle bağdaşmamaktadır.
Son gelişmelerle nükseden devletçi-milliyetçi yaklaşımlarla ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesinden vazgeçmek, hak ve hürriyetleri kısıtlamak adalet duygusunu zedelemektedir. Oysa adalet mülkün temeli olarak devleti ayakta tutan, devlet-millet kaynaşmasını sağlayan temel unsurlardandır. Adalet, meşveret ve kanundan inhisar-ı kuvvetle birlikte gerçek cumhuriyetin baş tacıdır. Adaletin güce boyun eğdiği, kuvvetin kanunda olmadığı toplumlarda istibdadın hüküm sürmesi kaçınılmazdır.
Adaletin askıya alınmasının mazereti olamaz
Darbe ya da darbe girişimlerinin doğurduğu sonuçlar, adaletin askıya alınmasının mazereti olamaz, olmamalıdır. Bilhassa böyle dönemlerde “Birisinin hatası ile başkası cezalandırılamaz”, “Hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Bir fert, umumun selâmeti için dahi feda edilmez. Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez” şeklindeki esaslar muvacehesinde adalete sahip çıkmak insan haklarıyla eş değer kabul edilen bir “hukuk devleti”nin kapısını aralayacaktır. Bu bağlamda toplumsal huzur, barış ve ilerleme için demokratik değerlerin her yönüyle tesisi zarurîdir. Bu hususta siyaset mekanizmalarının demokratik bir olgunlukla hareket etmeleri, liyakat ve doğruluk gibi esaslar ışığında hizmet odaklı bir yaklaşım sergilemeleri, ötekileştirici ve kutuplaştırıcı bir dilden uzak durmaları, tavırlarını hukuk ve adaletten yana belirlemeleri tarihî sorumluluklarının bir gereğidir.
Bu noktada siyasetin ideolojilerden uzak durarak hizmet odaklı anlayışa kavuşmasının önemi son derece açıktır. Bugüne kadar siyaseti dinsizliğe alet eden yaklaşımlar dolayısıyla geçmişte büyük sıkıntılara maruz kalan toplumumuz, şimdi de dinî siyasete alet eden anlayış dolayısıyla farklı tehditlerle karşı karşıyadır. Umumun mukaddes malı olan, hiçbir siyasete âlet ve tâbî olmaması gereken dinin siyaset arenasına sokulması yalnızca dinî değerlerin dejenerasyonuna yol açmakla kalmamakta, dinî değerlere saldırıları da arttırmaktadır. Cemaat kavramının içini boşaltan, asırlardır süre gelen İslâmî geleneği ve imanî hizmetleri sekteye uğratacak gelişmeleri doğuran 15 Temmuz süreci, bunun açık örneklerinden biri olmuştur.
DİN ADINA SİYASET YAPILMAZ
Yeni Asya olarak öteden beri din adına siyaset yapılmamasını, dinî grupların siyasetten uzak durmasını, cemaatlerin aslî vazifesinin dışına çıkmaması gerektiğini savunmaktayız. Cemaatlerin aslî vazifesi müsbet iman hizmeti olmalıdır. Dinî gruplar ve cemaatler ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilet gibi Kur’ânî esaslarla imanlı nesillerin yetişmesine hizmet etmelidirler. İktidarı ele geçirmek, Kur’ânî hakikatleri dünyevî amaç ve çıkarlara alet etmek cemaatlerin işi ve amacı olmamalıdır. Bu noktada devlet de ideolojilerden kurtularak cemaatlere yaklaşmalı bunun için de bütün inançlara ve dinî hareketlere eşit mesafede duran bir demokrasi anlayışını benimsemeli, manevî hizmetleri düşünülerek cemaatleri itibarsızlaştırma ya da onları ortadan kaldırma yolunu seçmemelidir. Cemaatleri ya da dinî grupları kontrol altına almak amacıyla devlet fertlere bir din ve ahlâk tercihi dayatmaktan kaçınmalı, ahlâklı ve faziletli bir toplum teşkilinde sivil topluma destek olmalı, çalışmalarını teşvik etmelidir. İktidarlar da dinî grupları ve cemaatleri siyasî amaçlarına hizmet eden oy depoları olarak görmemeli, toplumsal dokunun önemli bir parçası olarak meşrû talepleri yerine getirme çabası içinde olmalıdır.
Demokratik bir toplumun normalleri sayılan bu hallerin bizde görülememesi, din-siyaset ve devlet ilişkilerinin ideolojiler üzerinden yürütülmesi, meşveret ve liyakat gibi demokratik teamüller yerine karizmatik ve güçlü liderler üzerinden siyasetin dizayn edilmesi bugün yaşadığımız ekonomik ve sosyal krizlerin sebepleri arasında kabul edilmektedir.
Bugün yaşananlar ekonomik kriz olarak adlandırılsa da yaşadıklarımızı toplum olarak geçirdiğimiz mânevî krizlerin bir neticesi olarak kabul etmek gerekir. Yaşadığımız sosyo-ekonomik sıkıntıların ve buhranların özünde insanın hırsı ve kanaatsizliği ile birlikte çeşitli yollarla bunu kurumsallaştırması yatmaktadır.
İnsanın değer tanımazlığı ve hırsı kurumsal bir nitelik kazandığında o toplumun yoksullaşması ve her alanda yozlaşması kaçınılmazdır. Bu durum karşısında “Ben-biz, uhuvvet-hodgâmlık, hırs-kanaat, şefkat-zulüm” karşılaşmalarında insanî ve ahlâkî potansiyele dikkat çekerek erdemli toplum olmanın yollarını gösteren Bediüzzaman Said Nursî’ye kulak verilmesini salık vermekteyiz. Bediüzzaman Said Nursî, bütün beşerî bunalımları, ihtilâlleri, krizleri, rezil ahlâkı, zulüm ve haksızlıkları; bencilliğe karşılık gelen “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” ve faizi ifade eden “Sen çalış ben yiyeyim” anlayışına dayandırmakta, bu hastalıklardan kurtuluş reçetelerini İslâmî ve ahlâkî prensipler çerçevesinde açıklamaktadır.
Yine Bediüzzaman Said Nursî’nin fikirleri ışığında en önemli ülkemizin, İslâm coğrafyasının ve küresel dünyanın saadeti anahtarını İttihad-ı İslâm ve Avrupa Birliği’nde görmekteyiz. Yeni Asya’nın logosu altında her gün yeniden hatırladığımız:
“Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” sözü, İslâm Âlemi’nin muhtemel geleceğini hangi esaslar üzerine kurulacağını özetler niteliktedir. Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek İslâm’ın iktisadî, sanat, sosyo-kültürel her alana hâkim olmasını amaçlayan köklü bir fikir olan İttihad-ı İslâm’ın gerçekleşmesi ümit, doğruluk, muhabbet, hürriyet ve hamiyet gibi değerlerin hayata geçirilmesi ile mümkün olacaktır.
Bugün İslâm dünyasının her yönüyle ihtiyaç duyduğu demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel hürriyetler gibi değerler Avrupa Birliği’nin temel referans noktalarını oluşturmaktadır. Terör, fakirlik, geri kalmışlık, otoriter yönetimler ve iç savaşlar gibi menfi olgularla anılan İslâm dünyası fotoğrafının değişmesi, ülkemizin Avrupa Birliği ile ilişkileriyle yakından ilişkilidir. Yeni Asya Türkiye’nin Avrupa Birliği ile otoriter politikalardan uzaklaşarak demokratikleşmesini gerçekleştireceğini ve her alanda kalkınmanın önünün açılacağını düşünmektedir.
İslâm dünyası ile Avrupa arasında köprü
İslâm dünyası ile Avrupa arasında bir köprü vazifesini üstelenmeye devam eden Türkiye’nin Avrupa Birliği normlarına kavuşmasının İslâm dünyası üzerindeki etkileri düşünülmeli, evrensel bir barış projesi niteliğine sahip İttihad-ı İslâm fikrinin Avrupa Birliği ile hayata geçebileceği göz ardı edilmemelidir.
Bütün bunlar ışığında Yeni Asya’nın Türk basınındaki yerini ahlâk ve faziletle bezenmiş bir toplum ve demokrasi taraftarlığı olarak belirlemek mümkündür. “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” sözünde kendini bulan anlayışın temsilcisi olan Yeni Asya, ülkemizde demokratik kültürün gelişmesi, İttihad-ı İslâm’ın gerçekleştirilmesi, insanlığın saadetine vesile olacak Kur’ân medeniyeti esaslarının hayata geçirilmesi için “müsbet hareket” prensibi içinde yayın hayatını sürdürmektedir.
Demokrasimizin defalarca kesintiye uğratıldığı, hürriyetlerin kısıtlandığı, insan haklarının sürekli ayaklar altına alındığı zamanlarda bile kuruluş felsefesinden ayrılmadan hak ve hürriyetlere vurgu yapan bir anlayışı sürdürmek, Türk basınında Yeni Asya’ya nasip olmuş bir ayrıcalıktır.
Huzur verecek yeni arayış
Hürriyeti imanın bir hassası olarak gören bir zihniyetin eseri olan Yeni Asya, “demokrat Türkiye” arayışlarının matbuat alanındaki sesi olarak kalma azmindedir. Zira Allah’ın insanlığa bir ihsanı olan hürriyet; Allah’a samimî kul olmak, Rab olarak Allah’tan başkasını tanımamaktır. Zalimler karşısında zillet göstermemek, başkalarını da zorbalıkla zillete düşürmemek, imanın bir özelliği olan hürriyetin gereğidir.
Bu bağlamda Türkiye’nin yaşadığı sosyal ve manevî buhranlara Bediüzzaman Said Nursî’nin görüşleri ışığında dikkat çekmek Yeni Asya’nın vazife addettiği hususlardandır. Bu vazife Bediüzzaman’ın “Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor” diyerek dikkat çektiği “sâri illet”lere karşı savunmasız durumda kalan modern çağ insanına yol gösterme, bütün insanlığa huzur verecek yeni arayışlara cevap bulma şeklindeki ulvî amacı haizdir. Kurulduğu günden itibaren anayasal rejimi ve çok partili demokratik sistemi savunan ve tavizsiz istikrar çizgisini koruyan Yeni Asya bundan böyle de “Medenilere galebe çalmak ikna iledir” sözünü şiar edinerek fikrî mücadelesini sürdürecektir.