Kültür-Sanat |
Halk müziği sanatçısı Turgay Başyayla: Her şey albüm değil, ahireti de düşünmeliyiz |
nYoğun bir tempo içinde olduğunuzu duyduk. Doğru mu? En yoğun aylardan birinin içindeyiz. Temmuz ayı özellikle çok yoğun geçiyor.. Tabiî Ağustos’un yarısından itibaren, mübarek Ramazan ayımız, on bir ayın sultanı geliyor. Ramazanda etkinliklerimiz bitmiyor... Türkiye çapında türküseverlerle, müzikseverlerle birlikte olacağız. Her yıl olduğu gibi yine bu yıl da dinleyicilerimizle birlikte olma şansını yakalayacağız.
nMüzik camiasına girmeniz nasıl oldu? Yaklaşık 11 senedir camianın içindeyim. Camianın içerisine girdiğinizde birden bir ürküyorsunuz. “Eyvah! Nereye geldik?”... Çünkü Türkiye’de müzik sektörü çok oturmadı, ayakları çok fazla yere basmıyor. Türk Halk Müziği nispeten iyi. Böyle bir camianın içinde de güzel, temiz projeler yapılabiliyor, onu gördük. Ve kendi yolumuzdan şaşmadık. Bir misyon üstlendik kendi üzerimize. Geleneğimiz, göreneğimiz, özümüzü anlatmak... Hem kendi jenerasyonuma, hem benden sonraki jenerasyona. Bunu anlatmayı bir görev addettik ve bu doğrultuda çalışıyoruz. Yolumuzdan sapmadık şükürler olsun. Beşinci ve altıncı albüm hazırlıklarını yapıyoruz.
nİkisi birden? İkisi birden olacak. Bir tanesi İnşallah bir single şeklinde... Biz de modaya mı uyduk ne yaptık (gülüyor)... Ama single tabi, bizim single’ımız bile türkü olduğu için “10” eserden oluşuyor. Bir ara verdim aslında. Bir iki türkü için yaptım. -İtiraf ediyorum çok güzel türküler onlar ama- yanına da yine eski eserlerimden hediye ettim. Bir tane-iki tane çıkarmak pek bize göre değil. Doyurmuyor dinleyicilerimizi... Öbür albümümüz halihazırda devam ediyor. 5 ay sonra çıkarmayı hedefliyoruz.
n“Biz o camianın içinde farklı bir yerde kaldık” dediniz. Bu ne demek? Fırsat demek. Zor olan bir yol, ama hayırlı bir yol. Yani illa otobandan gitmemiz gerekmiyor. Çünkü türküler, halk oyunlarımız, folklörümüz, 29 folklorik devrimiz, toprağım yurdum insanı çok önemli. Dünya’daki en değerli kültüre sahibiz. Yani gezdiğim için söylüyorum, tek bölgemiz bile bir Avrupa’ya bedel. İç Anadolu’yu, Akdeniz’i, Karadeniz’i, Ege’yi tek tek ele alabilirsiniz. Düşünün ki, sadece 4 bin küsur karakter halk oyunumuz var. Hangi ülkeye nasip olur böyle bir kültür? O yüzden onun üzerinde çok değerli, ona yakışan projeler gerçekleştirmek gerekiyor. O yüzden uzun uzun düşünüyoruz. İki yılda bir albüm yapıyoruz. “Ne yapmak gerekiyor, nerede bir boşluk var, gençlerimize türkülerimizi ve kültürümüzü nasıl sevdirebiliriz?” diye düşünüyoruz. Çünkü ciddî bir kopukluk var. Popüler kültür aldı başını gidiyor. Türk Halk Müziği solisti çok az yetişiyor. Sanat Müziği solisti artık yetişmiyor gibi... Bunlar tehlike sinyalleri aslında. Türküseverlerin çoğunlukta olması bizi teselli ediyor. Ama sanatçılarımızın, gençlerimizin biraz daha çoğalması gerekiyor camiada. Ben elimden gelen desteği veriyorum yeni arkadaşlarıma. Meselâ şöyle yapıyorum: Yılda 100-150 konsere koşturuyorum ki, halkımıza direkt ulaşalım. Albüm sanatçısı olmaktan ziyade konser sanatçısı olma yoluna gittim. Zira insan gördüğünü unutmuyor. Bire bir ulaşalım dedik, herkese.
n“Binbir türlü halk oyunlarımız var” dedik ya, sizi bu yöne iten ne oldu? Çünkü Turgay Başyayla biraz da eşittir, halk oyunları gibi... Son dört beş senedir böyle bir yapı oldu. Aslında daha önce “Nazlıcan” gibi eserlerle albümlerimiz gündemdeydi. Ama bir boşluk sezdim orada. Dünya müziklerinde tamamen sahne sanatlarına doğru gitmeye başladı. E! Neden ikisini birlikte sunmayalım? Pilavla fasulye gibi halk oyunlarıyla, türkülerimiz. İkisini birden sunmak daha cazip olacaktı. Medyaya da açık söyleyeyim, Türk Halk Müziğinde, albümlerde ayakta kalabilmek, çalışmalarınızın devamının gelmesi için bir izlenebilirliğiniz olması lâzım. Türkiye’de fazla izlenen televizyonlarda bu çalışmaları sergilemek zorundayız. Yani “Ben küstüm, orada şu var, sabah programı, böyle şöyle” dersek, kendimizi geriye çekersek, gördünüz etraf nelerle doluyor. “Ben çekersem kendimi, o çekerse, ortada Türk Halk Müziği, o Türk Sanat Müziği kalmayacak. Bir gerçek var ki, artık böyle dönüyor bu iş. Yani ekranlarda çoluk çocuk, annelerimiz babalarımız, bu programları izliyorlar. Bari bu izlenen programlar ne kadar dejenere olmuş olurlarsa olsun, gidelim bari orada kültürümüzü anlatalım. Bizim olduğumuz yerde zaten bu saygısızlığı yapmıyorlar. Birkaç kez özel hayat meseleleri konusunda sıkıştırmaya çalıştırdılar, ama zaten mümkün değil bizi bu şekilde lanse etmeleri. Ben konuyu yine seymenlere, horona, zeybeğe, bar’a getirdim. Hep bunları anlatmaya çalışıyoruz ekranlarda. Zaten yaptığımız iş de, halk oyunları da başlıbaşına bunu gösteriyor görsel olarak....
nYani siz bir yerde yaşadığınız şeyi bir fırsata çevirdiniz... Biraz kendi silâhlarıyla vurmak oldu, ama bunu yapmak zorundayım. Ben yurdumun insanına bunu borçluyum. Yani bunu yapmam gerektiğini düşündüm. Memnunuz çünkü, çocuklarımız ekranda neden topçuya popçuya özensin ki? Türk Halk Müziğimizi seslendiren sanatçılarımıza özensin. Kendi kültürünü yaşatmaya çalışan, hayata dair söyleyecek bir şeyleri olan insanları kendilerine örnek alsın. Gönül istiyor ki, Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği icra eden, halk oyunları sergileyen arkadaşlarımız çoğalsın. Çünkü bu siyaset üstü bir olgudur; geleneğimiz, göreneğimiz ve kültürümüzdür. Bunun canlandırılması aslında millete bir borçtur. n“Hilmi Topaloğlu’yla ailemin isteği üzerine şu anda yaşamak zorunda olduğum hayatı seçtim” gibi bir ifade kullanmışsınız. Nedir bunun aslı? Müzik camiasını, dışarıdan gördüğüm kadarıyla beğenmediğim için, ben istemedim. O sıralarda uluslar arası ilişkiler okuyordum. Diplomat olarak ülkemi başka türlü temsil etmekti niyetim. Hatta birinci ligde basketbol oynuyordum. Resimle de uğraşıyordum. Rahmetli Hilmi Topaloğlu tarafından firmasına dâvet edildim. 1 yıl gitmedim. Sonra bir konserde karşılaştık. Nüfus kâğıdımı aldı gitti. Ondan sonra 114 sayfa gibi bir sözleşmeye imza attım tabi (gülüyor). Dedim, “Hilmi Ağabey, okulumu bitirmek istiyorum. Albüm yapmayı çok fazla istemiyorum.” Amatör olarak seviyordum müziği. Ama o dönem ailemin çok isteği oldu. Onları da, Hilmi Topaloğlu’nu da kırmak istemedim. Ve camiaya atıldım. Camia hakkında yanılmadığımı gördüm. O zaman, kendime bir yol çizmeliyim, diye düşündüm. Onların gittiği yoldan gitmeden, daha bir Müslümana, bir Türk’e yakışır şekilde bir yol çizerek kendi kurduğum firmamda, kendi arkadaşlarımla, kendi çalıştığım ekiple projelerimi gerçekleştiriyorum, Allah’a çok şükür.
n“Yaşamak zorunda kaldığım hayat” cümlesi biraz umutsuzluk yüklü, ama şu anki gördüğümüz tablo... O söylediğim zamanda umutsuzluğum vardı. 5-6 sene önce bir röportajda söylediğim bir sözdü. O dönem oldukça sıkıntılıydım. Firmamı henüz kurmamış. Müzik camiasından çekilme kararım vardı. Ki, albümler o kadar başarılı olduğu halde. Her şey albüm değil, yani biraz da diğer tarafı da düşünmeliyiz, oraya göre de hesap yapmalıyız. Hep dünyevî hep dünyevî düşünüyoruz. Biraz daha ahirî hayatı düşünmeliyiz. Ben o dönem bırakıyordum aslında. Çünkü o kadar büyük bir dejenerasyon var ki camia içinde. Biz de diğer taraftan bir savaş veriyoruz. Biz de kaç kişiyiz ki? Bir elin parmaklarını geçmiyoruz. Biraz daha millî-manevî değerleri ön planda tutup... Alkollü mekânda çalışmadım. Alkollü mekânda çalışacağıma pazarda limon satmaya razıyım.
nCamianın durumunu biz de dışarıdan görüyoruz. İçi de böyledir tahminlerimize göre... Biz de çok içeride değiliz zaten. Halkımızın yanındayız. Bana bazen kızıyorlar Konserlerde çok içli dışlı oluyor, çok sohbet ediyormuşum, diye... Kızsınlar efendim, kızsınlar. Ben içli dışlı olmayı seviyorum. Biz 80 tane korumayla çıkmıyoruz. En fazla boyun fıtığı olurum yani (gülüyor). Önemli değil. Onlar bir daha bizi göremeyecek. Yani kaç kere giderim ki Türkiye’nin en ücra köşesine? Orada da bıraksınlar, ben halkımla muhabbet edeyim ya... |
FİKRİYE SENA ÇELİK / İSTANBUL 29.07.2009 |
Cemil Ölürken… |
Ela gözleri dalgın geniş alnı sararmış Bir sanatkâr hastadır, Cemil hasta yatıyor. Odayı bir matemin görünmez rengi sarmış Başında duranların kalbi yorgun atıyor.
İnce parmaklarını ıslattı gözyaşları Odanın sükûnunda hıçkırıklar inledi. Hastanın yavaş yavaş çatılarak kaşları Sanki derinden gelen bir sadayı dinledi.
Mukaddes elemini andı bir kere daha Uzak serviliklere çevirerek yüzünü, Ah ey gafil faniler iman edin Allah’a Bir ilâhî ruhunda geldi işte son günü…
Çok kudretli oluyor bir dehanın gurubu Ecel onun yanına sen de el bağlayıp gir. Nefesinle titreyen fanilerden değil bu Ölmeyen bir sanatkâr ölüm döşeğindedir.
Gökler geri alıyor yeryüzündeki sesini Şimdi geniş alnında ebedin gölgesi var . Başında ağlayanlar sonuncu bestesini Ağır ağır kapanan gözlerinden duydular!..
Nazım HİKMET |
29.07.2009 |
Faziletli bir eş seçmeye bakın |
Fazîlet, hiçbir karşılık beklemeksizin, beşeriyete hizmet etmek, sevgi beslemek, saygı göstermek şeklinde tarif edilebilir. Öfkeyi yenebilmek, düşmanlarını affedebilmek, hangi düşünce ve inanca sahip olursa olsun, herkesin haklarını korumak, insanlığı kucaklamak, yaratılanlara şefkatle yaklaşmak da fazîlettir. Gelmiş geçmiş en fazîletli insan, âlemlere rahmet olarak ve güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen Hz. Peygamber (asm) değil mi? Onu örnek almak, Müslümanın yegâne emeli olmalı. Öyle ise, siz de fazilet sahibi bir eş seçmelisiniz. Eğer araştırdığınız adayda bencilce davranışlara rastlarsanız dikkat edin. Zira, şimdilik takındığı maske iyi görünebilmek içindir. O durumda bile, bencilce hareketleri sırıtıyorsa, zamanla bütün bencilliği ortaya çıkmayacak mı? *** Fedâkâr, feragat sahibi biriyle evlenin: Her şeyin kıymeti zıddıyla bilindiğinden kimi zaman olumsuzluklar ortaya çıkar. Dolayısıyla hayat düz çizgi üzerinde gitmez. İnişler, yükselişler yaşanır. Dış âlemde yaşanan gün-güneşli, soğuk, fırtınalı havalar, aynen iç âlemde de yaşanır. İşte, bu dalgalanmalar, ancak fedakârlıkla feragatla atlatılabilir. Fedâkârlık, ferdin kendi hakkından vazgeçmesi, bu hakkını, eşi, insanlık ve mukaddes değerler hesabına devretmesi gibi yüksek bir duygudur. Mü’min çıkarını değil, başkasını düşünür. Dolayısıyla, bir Müslüman, malını, mülkünü, rahatını, uykusunu ve benzeri pek çok dünyevî nimeti fedâ edebilir. Daha doğrusu, İslâmiyet, ona bu ruhu aşılar. Şu ince çizgiye dikkat etmek lâzımdır: Ferd, kendi hakkını fedâ edebilir, ama başkasının adına fedâkârlıkta bulunamaz. Bulunsa, hıyanet işlemiş olur. Kâinat, baştan başa fedâkârlık örnekleriyle dolu. Bitkiler, ağaçlar, hayvanlar, güneşler, yıldızlar, unsurlar, mütemadiyen insanlığa fedâkârlık örnekleri sunmaktadırlar. Çünkü hiçbir bitki ve hayvan, ürettikleri ürünleri kendileri için harcamaz. Arı bal yapar, insanlara takdim eder. İnek süt imâl eder, insanlara verir. Meyve ağaçları hazine-i Rahmetten ellerini doldurup insanlara sunarlar. Elbette insan ve dolayısıyla aile fertleri, yani eş olarak bitkilerden ve diğer varlıkların bu fedâkârlıklarından örnek almalılar. *** Hz. İbrahim’i (as) ateşe attıklarında bütün melekler, hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar; etrafında toplanıp bir yardım yapabilmenin çaresini aradılar. Aralarında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ateşe atacağı sırada Allah (cc) Cebrail (as) emredip buyurdu ki: “O kuşu tut dileğini sor?” Kuş dedi ki: “Halilullah’ı ateşe atıyorlar. Madem ki kurtarmaya kadir değilim, bari onunla beraber yanayım.” Bunun üzerine âlemlerin Rabbi: “O kuşun Benden dilediği nedir?” Bülbül şöyle arz etti: “Benim dünyada, Allah’ın adını anmaktan başka arzum yoktur. Binbir ismi olduğunu işittim. Yüzbirini biliyorum. Dokuzyüz ism-i şerifini de bilmek isterim.” Kuşun talebi kabul edilir. Şimdi feryat eden bülbül, Hak Hak diye ismini zikretmektedir! |
Ali FERŞADOĞLU 29.07.2009 |
Mehdi için tarih verilir mi? |
Dün başlatığımız Mehdiyet ile alâkalı suâl–cevap faslına kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Soru: Bazı insanlar birkaç yıl sonra Mehdi’nin geleceğini söylüyor. Bu gayptan haber verme ve dolayısıyla kehânet değil mi?
Cevap: Kesin tarihler vermenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Öncelikle, "ipham/perdeli oluş" hikmetine ve teklif sırrına aykırı olur. Kesin tarih verirsen, tesir ettiğin safi kalpli kimseleri o tarihlere şartlandırmış olursun. Tarih tutmadığında ise, sukût–u hayale uğratırsın. Bunda ağır vebâl da var. İnsanları yanıltmanın ve hatta bir cihetiyle ye'se düşürmenin vebâli... Tabiî, bu arada kendin de mahcup düşer, inandırıcılığını kaybedersin. Ayrıca, rivâyetlerin muhtelif oluşundan dolayı, itiraza, münakaşaya, kargaşaya sebebiyet verilebilir. Tarihlendirmeyi Risâle–i Nur'a dayandırmak ise, ayrıca bir yanlışlık ve haksızlık edilmiş olur. Çünkü, Üstad Bediüzzaman, ehil olduğu cifir ve ebced ilmini de konuşturarak bu gibi konularda serd–i kelâm ettiğinde, tekrar be–tekrar "Lâ ye'lamu gayba illallah/Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez" ve "Ve'l–ilmu indallah/Gerçek ilim Allah katındadır" diyerek, son derece dikkat ve ihtiyat ile hareket eder. Bununla beraber, o kudsî kaynakları cifir ilmi ile yorumlarken (ehil olmayan yorumlayamaz), istikbâlde zuhur edecek olan hadiselerin, "şart–ı muallaka" tâbir edilen âdi şartların teşekkülüne vabeste olduğunu da hatırlatma gereğini duyar. Bu meyanda, meselâ "...eğer yakında kıyâmet kopmazsa" ifadesini kullanır. Bediüzzaman, bazan yaklaşık tarihler verdiği gibi, bazan da, ehl–i dünyayı ürkütmemek ve evhama sevk etmemek için kinâyeli tarihler verir. Meselâ, bir yerde "yüz sene sonra" diyor. Bu, tamıtamına yüz sene şeklinde anlaşılmamalı. Artısı, eksisi pekâlâ olabilir. Meselâ, Münâzarât'ta "Ey üç yüz (300) seneden sonraki Ömerler, Osmanlar, Hamzalar, Saidler..." diye, istikbâl nesline hitap ediyor. Bu ifade ile de, Allahü a'lem, ya bir sıfır ekleyerek 30 sene sonraki, ya da Hicrî 1300 seneden sonraki tarihte gelecek olan nesl–i âtiyi kast ediyor. (Tâ ki, siyasîler, dünyevîler telâşlanıp ürkmesin, evhama girmesin.) Zira, dünyanın normal ömrünün bile 300 sene kalmadığını, yine Üstad Bediüzzaman bir mektubunda (Kastamonu Lâhikası, 26) hadis–i şerifi tahlil ederken söylüyor. (Bu gerçeği, dünya küresinin Vega yıldızına, yani Herkül burcuna doğru gittiğini söyleyen kozmoloji bilginleri de teyid ediyor.) Netice itibariyle, Mehdî'nin vakt–i zuhurunu kesin tarihlerle belirlemeye çalışmak, hele hele kalkıp bunu avama ve kitlelere duyurmak, hoş birşey olmadığı gibi, bir dizi sakıncayı da beraberinde getirir. Dolayısıyla, ortaya çıkıp Mehdi üç sene, beş sene, sekiz sene sonra çıkacak diyerek kesin tarih verenlere, aha ben de şuracıkta diyorum ki, hepiniz yanılacak ve halkın nazarında mahcup düşeceksiniz. Zira, Mehdî böyle keskin hatlarla bilinemediği gibi, biliyorum diyenin bunu ilân etmesi de doğru değildir; ipham ve teklif sırrına aykırıdır. Üstelik, gereksiz yere çaprazlama reaksiyonlara sebebiyet verilmiş olur.
Soru: Mehdi'nin gelmesi yakın olduğuna göre, öncelikle Deccal’ın da çıkmış olması gerekmiyor mu?
Cevap: Hz. Mehdî ve Hz. İsa gibi, Deccal ve Süfyan da, âhirzamanın mühim şahsiyetlerindendir. Bunların dünyaya geliş ve gidiş tarihlerinde, yahut icraat devrelerinde sene farklılıkları olmasına rağmen, yine de muasırdırlar, çağdaştırlar. Deccal ve Süfyan, gelip küfür ve dalâleti yayarak mukaddesatı tahrip ederler; Mehdi ve Hz. İsa ise, bunların tahribatını tamir ile beşeriyeti nura, huzura sevk ederler. Geçmiş devirlerde, nasıl Firavun'un karşısında Hz. Musa (as) var idiyse, nasıl Nemrud'un karşısına Hz. İbrahim çıktıysa, İslâm Deccalı olan Süfyan'a karşı da Hz. Mehdî çıkıp cihad–ı mânevisini yapacak ve bid'akâr rejimini tamire çalışacaktır. Bunları birbirinden tamamen ayrı ve kopuk şekilde düşünmek, mütalâa etmek, hakikate uygun düşmüyor. Bilhassa Risâle–i Nur'da rastladığım ve dikkatimi çeken bazı tabirler var. Bu âhirzaman şahsiyetlerinden bahsedilirken, çoğu kez Mehdî için "zuhûr", Hz. İsâ için "nüzûl", Deccal için "hurûç", Süfyan için ise "duhûl" tabirleri kullanılıyor. Yani, Mehdi zuhûr edip tedrîcen hizmetini inkişâf ettirecek; Hz. İsâ nüzûl ile, vazife tarzını âni, def'i, sür'atlice icra edecek; Deccal, hariçten girmeye ve Süfyan dahilden bozmaya çalışacak gibi mânâlar anlaşılıyor. Tabiî, yine de bağlayıcı bir yorumda bulunmak istemiyoruz. Öte yandan, Mehdî gibi Deccal hakkında da muhtelif ve hatta birbiriyle ihtilâflı imiş gibi görünen rivâyetler var. Hz. İmam–ı Ali (ra), bunları bir derece tasnif ile sarâhat kazandırmış. O, "yalnız İslâm Deccalından (yani Süfyan'dan) bahseder"ek, tanınmalarını önemli oranda kolaylaştırmıştır. Beşinci Şuâ'da bu noktaya değinen Üstad Bediüzzaman, büyük Deccal ile İslâm Deccali olan Süfyan hakkında, birbirinden tefrik edici bazı ayrıntılar verir. Şöyleki: 1) Büyük Deccal, inkâr–ı uluhiyet dâvâsını güder, Hristiyanlık dinini yıkar, dünyayı istilâya çalışır, her tarafa kundak sokarak halkı ve bilhassa gençleri dinsizliğe, anarşiye sevk eder. Bu cereyana ilimle, fikirle, tahkiki imanla mukabele edildiği gibi, ordu, siyaset ve diplomatlık silâhıyla da mukabele edilebilir. Din–i hak olan İslâma yaklaşan Hristiyanlık dünyası, büyük Deccal'in kuvvetini kırmaya, tecavüzünü durdurmaya çalışır. 2) İslâm Deccal'i olan Süfyan ise, din–i İslâmı yıkmayı hedef alır; münafıklıkla, aldatmakla, bozmakla, ifsad etmekle iş görür. Bunun tahribatı keyfiyeten daha büyük ve daha uzun ömürlüdür. Ona karşı, doğrudan siyasî ve inzibatî kuvvetlerle karşı konulmaz. Onun kurduğu bid'akâr rejim, imanın nuruyla ve Kur'ân'ın elmas kılıncıyla ıslâh edilmeye çalışılır. Daha başka detaylar da var; ama biz uzatma cihetine gitmeyelim. (Devamı var) |
M. Latif SALİHOĞLU 29.07.2009 |
Bir elif roman |
Bizim Aile dergisinin Temmuz sayısında Elif Şafak’la yapılan röportajı okudum, yapan arkadaşları tebrikle beraber birkaç şey söylemek istiyorum… Yeni bakışlar bulmak, farklı keşifler yapmak, değişik üslûpta ifadeler kazanmak adına dışa açılım güzel, güzel olduğu kadar gerekli bir ihtiyaç; sadece biz yaşamıyoruz bu dünyada, herkes ayrı bir âlem ve bu âlemi herkes kendi penceresinden seyrediyor, bu bağlamda Elif Şafak kesişme noktalarında önemli bir isim… Popüler eserler veren Elif, farklılıkları zıtlıkları içinde barındıran, devamlı med cezirler yaşayan hakikat şafağını gözleyen bir edibe… En son romanı -Mevlânâ Şems yakınlığı, İlâhî aşkla beşerî aşkı buluşturan ve ayrıştıran- “Aşk” adından çok söz ettiren ve ettirecek olan bir eser, üslûbu ifadesi ve konuyu işleyişi bakımından ülke dışında da geniş yankılar uyandırabilecek nitelikte… Mevlânâ, Mesnevî, Mevlevîlik, Şems daha da konuşulur, tartışılır olacağa benziyor san'at, edebiyat çevrelerinde olduğu kadar halk kitlelerince de… Sinemadan sonra en etkili ve yaygın edebiyat türü roman, iyi kurgulandığı ve ifadelendirildiğinde bir anda geniş okuyucu kazanarak kitleleri etkileyebiliyor… Mevlânâ gibi Bediüzzaman da roman diliyle ifadelendirmeyi bekliyor, hayatının tamamı olabileceği gibi, belli kesitleri… Kaç roman çıkar yaşadıklarından, kaç hikâye devşirilir hayatından… İçe dönük değil aynı anda dışa da hitap eden, farklı kesimlerin his dünyasına dokunan, düşünce duvarlarını süsleyen, özgün ve özgür bir ifade, tatlı bir üslûp… Kimdir Bediüzzaman, ne yazar Risâlelerde dedirtecek ve merak ettirecek derinlik ve enginlikte bir romana ihtiyaç var… Bunu ya içerden biri bu istikamet üzere yazacak veya dışardan yapabilecek kabiliyette birilerine ulaşılarak yazdırılacak… Yeni yetişen kabiliyetli gençler yönlendirilerek ve yardım edilerek olabileceği gibi farklı edebiyatçılarla temasa geçilerek zemin hazırlanabilir böylesi bir eser için… Bediüzzaman ve Risale_i Nur yeterince tanınmıyor, belli kesimin dışına tam anlamıyla çıkmış değil henüz... Elif Şafak röportajda okumadığını söylüyor meselâ Ahmet Ümit okudu mu, ya Amin Maulof? Bu insanlara ve onun okuyucularına nasıl ulaşacağız? Yeni ifadeler, yeni üslûplarla özü özgün sunarak, karşımızdakini onun yerine koyup bakarak, pergel misali bir ayağı sebat ve metanetle ihlâsı koruyarak yerinde dururken diğer ayağı dünyayı dolaşabilecek anlayışı kazanarak, sabit ve değişkenlik arasında sağlam köprüler kurarak… Kendi aramızda kapalı devre kavramlarla kalırsak, ne dışın bizden haberi olur ne de bizim onlardan, aynı duvara zıt istikamette dayanmış oturur dururuz… Hakikat aşkı uğruna “Aşk” romanınından sonra biraz düşünmeli değil miyiz? |
Hüseyin EREN 29.07.2009 |
Akıl ile hikmet ilişkileri |
Almanya’dan bir okuyucumuz: “Kur’ân’da batmakta olan yıldızlara, incire, zeytine… vs Allah yemin ediyor. Sorularım şunlar: 1- Kur’ân’da geçen bu yeminler Allah’ın sözü müdür? 2- Allah yemin eder mi? 3- Cenâb-ı Hak bizim gibi aciz kullarına neyi inandırmak için yemin etmektedir? 4- Cenâb-ı Allah hâşâ kendi yarattığı varlıklar üzerine neden yemin etme gereği duymuştur? 5- Yüceliğinden şüphe etmediğimiz “Yüce Varlığın kendi yarattığı zeytin, incir, Sina Dağı, esen rüzgârlar gibi şeyler kendi yüce varlığından -hâşâ ve sümme haşa- daha mı yücedir ki, bunlar üzerine yemin etmiştir?” 1- İnsanoğlu tarih boyunca konuşmalarına ve sözlerine kuvvet vermek, muhatabını ikna etmek, sözlerinin doğruluğuna güvenilmesini istemek ve bunu sağlamak için yemini kullanmıştır. Yani yeminli ifâdeler kullanmak insan oğlunun yabancısı olduğu bir üslûp değildir. Kur’ân’da geçen yeminli ifadeler de, insanın anladığı seviyeden insana hitap eden Allah’ın şüphesiz birer sözüdür. 2- Âyetlerde de görüldüğü gibi, Cenâb-ı Allah bizzat Kendi Yüce İsmi üzerine yemin ettiği gibi1; peygamberlerine2, peygamberlerin yaşadığı veya vahyin geldiği beldelere3, meleklere4, Kur’ân’a5, kıyâmet gününe6, kâinâtta var olan önemli varlıklar üzerine, meselâ kaleme7, gökyüzüne8, güneşe9, aya10, geceye11, sabaha12, kuşluk vaktine13 , ikindi vaktine14, yıldıza15, havaya16 ve bitkilere17 yemin etmiştir. 3- Kur’ân, âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’tan, kullarına gelen İlâhî kelâmlar mecmuâsıdır. Bizim fikir, algılama ve anlayış seviyemize inen Kur’ân-ı Hakîm’in, âyetlerinde ve beyanlarında yeminli ifâdelere yer vermesi de, bizim algıladığımız biçimde anlaşılırlığını, ciddiyetini ve sözlerinde hilâfı olmadığını anlamamızı sağlamak içindir. Cenâb-ı Hak, bazen yeminle âyetlerini doğrulamış ve kuvvetlendirmiş; bazen de bir takım varlıkları yemin konusu yaparak bu varlıkların insanlık için değerine ve kıymetine işâret etmiş ve dikkatleri bu varlıklar üzerine çekmiştir. 4- Cenâb-ı Allah, insanların âyetlere olan îmân ve güvenlerini temin etmek, verdiği haberleri kuvvetlendirmek, önemli varlıklar ve nesneler üzerinde tefekkürü teşvik etmek, önemli nîmetleri hatırlatmak; Kur’ân’ın, Kur’ân’ın verdiği haberlerin, kıyâmet gününün, âhiret gününün, öldükten sonra dirilişin, hesabın, Cennetin ve Cehennemin hak olduğu konusunda insanları ikna etmek ve bunlarda muhtemel şek ve şüpheyi ortadan kaldırmak gibi hikmetlerle, âyetlerini yeminli ifadelerle takviye etmiştir. 5- Meseleye mânâ-i ismiyle değil, mânâ-i harfiyle bakmamız gerekiyor. Yani, Allah’ın üzerine yemin ettiği her şey, kendi başlarına değerli değil, Allah’ın yaratmış olması itibariyle yücedir, değerlidir ve kıymetlidir. Cenâb-ı Allah Kendi Zatının yüceliğini bildirmek ve isim ve sıfatlarının tecellilerinin kemalini ve eşsizliğini göstermek için varlıklar üzerine çeşitli şekillerde dikkatleri çekmiştir. Her şey Allah’ın kudretinin ve hilkatinin eşsiz şekilde tecellisi ve tasarrufu değil midir? Zatı Yüce olan Cenâb-ı Allah, eşsiz ve sayısız isim ve sıfatlarının eseri olan mevcudat üzerine yemin etmekle, aslında kudretinin ve hilkatinin muhtelif tecellilerine, dolayısıyla kudretinin azametine, hikmetinin kemaline, rahmetinin kuşatıcılığına, hilkatinin benzersiz güzelliğine yemin etmiş olmaktadır. 18 *** Fedai Bey: “Risâle-i Nur’da 29. Lem’a’nın 2. Babının 7. Noktasında insanın nefsi rahmaniyetin cilveleriyle, kalbi de rahimiyetin tecellileriyle nimetlendiği, aklı da hakîmiyetin letaifiyle zevk aldığı bildiriliyor. Bu cümleyi açıklar mısınız?” Nefsin Rahmaniyetin cilveleriyle nimetlenmesi: Nefsin lezzet aldığı cismânî gıdaların ve bedensel lezzetlerin tamamı Rahmaniyetin hediyesidir. Nefis beden diliyle bu gıdaları ve lezzetleri tadarak şükür görevini unutmamakla, nankör olmamakla, her bir tadışta şükretmesi gerektiğini hatırlamakla mükelleftir. Kalbin Rahimiyetin tecellileriyle nimetlenmesi: Allah’ın verdiklerine karşı Allah’ı bilmek ve tanımak, O’na şükretmek, O’nu zikretmek, O’nu fikretmek, O’na muhabbet duymak, O’ndan korkmak, O’nu istemek, O’nun rızasını aramak, O’na yönelmek, O’nun için yaşamak ve bütün bunlardan derece derece zevk almak birer Rahimiyet tecellisidir. Allah’ın, dilediğinin kalbine koyduğu hidayet, feyiz ve rahmet bir Rahimiyet tecellisidir. Aklın, Hakîmiyetin letaifiyle (incelikleriyle) zevk alması: Pozitif bilim olarak bilinen müsbet ilimlerin ilgilendiği bütün alanlar Hakîm isminin incelikleriyle doludur. Her bir tabiat kanunu, her bir bilimsel kural Hakîm isminin sadece bir nüktesidir, bir noktasıdır, bir cilvesidir, bir eseridir. Akıl bunları kavramakla mükelleftir ve bunlardan zevk alır.
Dipnotlar: 1. Hicr Sûresi, 15/92; 2. Yâsîn Sûresi, 36/1; 3. Tûr Sûresi, 52/1-3; Beled Sûresi, 90/1; 4. Sâffât Sûresi, 37/1; Nâziât Sûresi, 79/1-2; 5. Vâkıa Sûresi, 56/77; Tûr Sûresi, 52/2; 6. Kıyâmet Sûresi, 75/1; 7. Kalem Sûresi, 68/1; 8. Burûc Sûresi, 85/1; Târık Sûresi, 86/1; 9. Şems Sûresi, 91/1; 10. Şems Sûresi, 91/2; 11. Leyl Sûresi, 92/1; 12. Fecr Sûresi, 89/1; 13. Duhâ Sûresi, 93/1; 14. Asr Sûresi, 103/1; 15. Necm Sûresi, 53/1; 16. Zâriyât Sûresi, 51/1; 17. Tîn Sûresi, 95/1; 18. Mektubat, s. 378. |
Süleyman KÖSMENE 29.07.2009 |