Yeraltı Ordusu!
AKimse hemen “sıfat tamlaması” ile “maksat” filan aramasın.
Anlatacağım zaten.
Şu şıklara bir bakın:
a) Bir ordu yeraltında da örgütlenebilir.
b) Yeraltında bir ordu örgütlenebilir.
c) Bir ordu yeraltı örgütlenmeleri tarafından kullanılabilir.
d) Bir ordu yeraltı örgütlenmelerini kullanabilir.
e) Bir ordunun içindekilerle yeraltındaki birileri birbirini kullanabilir.
f) Bu yeraltı ordusunu yabancılar da kullanabilir.
g) Yeraltında örgütlenmiş ordu kendine uzak hatta “düşman” denen ya da “birbirine uzak hatta düşman” kesimleri de kullanabilir.
Bu şıkları esnete esnete çoğaltabilirsiniz.
Ama “Mukavemet teşkilatları, Gladio ve Kontrgerilla’dan Susurluk ve Ergenekon’a”; Devlet şimdi bu sorunun cevabını “millet”e vermek zorunda.
Sadece, “muhtemel bir düşman saldırısı”na, “muhtemel bir işgal”e, “muhtemel bir ulusal direniş”e hazır olmaktan veya “terörle mücadele”den söz etmiyoruz.
Kendi ülkesinde; Ya doğrudan cinayet, suikast, katliam ve sabotajlarla veya tahrik ve provokasyonlarla binlerce insanın(ın) canını almış, alabilecek “yapılar”dan söz ediyoruz.
Bu ülkenin zihnini, iç politikasını, darbelerini, darbelerin ekonomik programlarını, milyonlarca insanın sesinin kısılmasını, milyonlarca insanın kıstırılmasını, burasının sürekli birbirinden nefret ve kin toprağı olarak kalmasını şekillendiren “yapılar”dan söz ediyoruz.
Mesele sadece yargı meselesi de değil üstelik.
Siyasete, Meclis’e, gazeteciliğe ve de özellikle Genelkurmay’a düşen “aydınlatma” sorumlulukları var. Hesap verme, hesap sorma gereklilikleri var.
Sadece, cephaneci, krokici bir yarbayın birkaç gün kaçtıktan sonra, nasıl bir sebep veya etkiyle olduysa teslim olması ve hemen “Askeri” cezaevine konmasıyla bitecek bir sorumluluk değil bu.
Anlaşılıyor ki;
Bu ülkede, “devlet malı, ordu malı, örtülü ödenek malı” gömülü, kayıp, çalıntı, alıntı, silah, bomba ve plastik patlayıcılarla bir şeyler amaçlanıyordu...
Amaçlanıyorsa, mümkün ki, onca yıl (binlerce ölünün kanıtladığı gibi) pekala kullanıldı da.
Bir “İbrahim Şahin’in imalatı, kullanımı, yargı süreçlerinde kollanması, çukurda uyutulup yeniden ortaya çıkarılması” ve onun MİT ve Genelkurmay’la “ilişkiler”ine dair verdiği mesajlar dahi öyle “sosyal ilişki”yle filan açıklamakla vicdan tatmin etmiyor.
Çünkü ortada cinayetler, suikastlar, şantaj ve tehdit belgeleri var.
Belli ki birileri bir “yeraltı ordusu” da oluşturmuş...
Ve bunun için de, “devletin, milletin ordusu” denenin içinde örgütlenmiş, orada fişleme, dinleme, takip, dosyalama arşivleri ile silah çukurları oluşturmuş. Giderken götürmüş. Oradayken kullanmış.
Bunun siyasi, idari ve askeri sorumluları çok ciddi hesap vermeli.
Çünkü burası binlerce can vermiş bir ülke.
Çünkü burası bir “Yeraltı cumhuriyeti” değil!
Öyle mi yoksa?
Umur Talu
Sabah, 15.1.2009
|
16.01.2009
|
|
İnsanlık utansın!
İsrail’in Gazze’deki operasyonu 20’nci gününe girdi. 1.5 milyon Filistinli’ye 20 gündür ölüm yağıyor. Gece gündüz demeden. Havadan, karadan, denizden...
Biz bu yazıyı hazırlarken Filistinliler’in can kayıpları bini geçti. En az yarısı sivildi. Vücutları biçilerek veya iç organları yanarak can veren 500’ü aşkın sivil.
Gazze Şeridi medyaya kapalı. O nedenle yaşanan vahşeti dünyaya duyurmak bir avuç gözlemciye kalıyor. BM, Kızılhaç, İnsan Haklarını İzleme Örgütü temsilcilerine, birkaç Norveçli doktora, sivil toplum gönüllülerine.
Hepsi de izlenimini aktarırken, “Ölümlerin çoğuna bildiğimiz silahlar yol açmıyor” diyorlar ve ekliyorlar: “Sanki yeni silahlar deneniyor.”
Anlamı: 360 kilometrekarelik Gazze Şeridi silah üreticileri için laboratuvara dönüştü. Bu laboratuvarda 1.5 milyon Filistinli kobay olarak kullanılıyor. Yeni silahlar onlarda deneniyor!
BEYAZ FOSFOR VE DIME
Bu 20 günde en az iki yeni veya yenilenmiş silahın varlığı kanıtlandı. İlki, “Beyaz fosfor”. İkinci Dünya Savaşı’nda müttefik güçlerinin başta Hamburg olmak üzere büyük Alman kentlerini halklarıyla birlikte yaktıkları bomba. ABD’nin Vietnam’da ve Felluce’de, İsrail’in ise Güney Lübnan’da kullandıkları bir tür cehennem topu.
Ve sıkı durun: Uluslararası hukuk, bu silahı “Meşru” kabul ediyor. Ama bir koşulla: Sivil halkın yoğun olduğu alanlarda dikkatli davranarak ve bombasını değil, mermi versiyonunu tercih ederek. Bir başka anlatımla, “Beyaz fosfor” geceleri hedefi belirlemek için aydınlatıcı, gündüzleri ise askerlerin düşmana karşı korunması amacıyla sis perdesi olarak kullanılabiliyor.
Oysa İsrail sivillerin yoğun olduğu hedeflere de fosforlu obüs gönderiyor. Böylece insanlar bir anda canlı meşaleye dönüşüyor. Solunum yoluyla vücuda giren dumanlar hızla iç organları yakıyor. Sonuç? Tarifsiz acılar içinde ölüm.
Gazze’de İsrail ayrıca “Beyaz fosforlu obüs”ten çok daha korkunç bir silah deniyor. Kısaltılmış adı: DIME. Açılmışı: “Dense Inert Metal Explosive”. Türk askeri literatüründe özel bir karşılığı var mı bilmiyoruz ama dilimize “Yoğun asal metal patlayıcı” diye çevirebiliriz. ABD’nin geliştirdiği bir bomba bu. İki türü var: Tungsten, nikel ve kobalt alaşımlı ya da tungsten, nikel, demir alaşımlı. Amerikalılar bunu “Çevreye saygılı bir silah” diye tanımlıyorlar. Çünkü yakın hedeflere karşı kullanılıyor ve enerjisi birkaç metre sonra dağılıp yok oluyor. Ama o birkaç metrelik alandaki etkisi tüyler ürpertici: Hedef 2-3 metre yakındaysa vücudunu ikiye biçiyor, 8-9 metre ötedeyse bacaklarını koparıp atıyor.
Ve İsrail birlikleri şimdi Gazze’de bu bombayı kullanıyorlar. Zira onlara “Her şeye düşman gibi yaklaşmaları, hiçbir şeyi şansa bırakmamaları, ‘Soru sormadan ateş açmaları’ emredildi.” (Bir İsrail askerinin İngiliz “The Times” gazetesine anlattıkları.) Dünya ise suskun. Çünkü bu tür silahlara çekidüzen getiren anlaşmayı sadece ABD, İsrail ve Batı değil, Araplar da imzalamadı.
TEK UMUT SİVİL TOPLUMDA
Dünya suskun ama Gazze’deki dehşetin canlı tanıkları İsrail’in yakasına yapışılması için uluslararası hukukun tüm kapılarını zorlamaya kararlılar: Çoğu Fransız olan 90 sivil toplum örgütü İsrail’in savaş suçu işlediği gerekçesiyle dün Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvurdu. Devletleri değil bireyleri yargılan bu kurumdaki girişim sonuç vermezse konuyu BM’ye taşıyacaklar. Orada iki olasılık söz konusu:
* Güvenlik Konseyi, Uluslararası Ceza Mahkemesi savcısına soruşturma talimatı verebilir.
* BM özel mahkeme kurabilir. (Eski Yugoslavya, Ruanda için oluşturulan mahkemeler gibi.)
Sivil toplum örgütleri bunlardan da sonuç alamazsa, savaş suçlarını iç hukuklarına almış ülkelerden yardım isteyecek: İngiltere, Belçika, Hollanda, İsviçre, Almanya, İspanya, Yeni Zelanda İskandinav devletleri gibi.
Özellikle bu olasılık İsrail’i ciddi biçimde kaygılandırıyor. Çünkü bu ülkelerden biri savaş suçu işlediği gerekçesiyle İsrailli bir siyasetçi ya da asker hakkında tutuklama kararı verirse, o kişiler sınırdan dışarı çıkamaz duruma gelecekler. Zaten örnekleri var. İki general (Doron Almog ve Moşe Yalon) hakkında İngiltere’nin çıkardığı tutuklama kararı nedeniyle, birçok yüksek rütbeli İsrailli subay Avrupa’ya adım atamıyor.
Bu yazıyı kaleme aldığımız sürede ölüm tacirlerinin Gazze laboratuvarında kim bilir kaç Filistinli daha “DIME” bombalarıyla biçildi... İnsanlık utansın!
Erdal Şafak, Sabah, 15.1.2009
|
16.01.2009
|
|
Şu ‘itibarlı kişiler’
Ergenekon soruşturmasının son gözaltı dalgasına yakalanan bazı ünlülerle ilgili olarak ortalıkta dolaşan bir söz var. Deniyor ki, ‘Ergenekon’un çağrıştırdığı kirli işler ve karanlık kişilerle bu itibarlı zevatın ne ilgisi olabilir? Bunlar, devletin önemli makam ve mevkilerine kadar yükselmiş seçkin ve son derece saygın insanlar.’
Bu düşünceye karşılık verme ihtiyacı duyanlar da kabaca ‘evet, ne olacak, onların bir ayrıcalığı mı var?’ demekle yetiniyor, ama en az bunun kadar önemli olan başka bir meseleyi onlar da gözden kaçırıyorlar. O da şudur: Sözü edilen kişiler gerçekten de saygın kişiler midir ve eğer öyle iseler bu ne anlamda bir saygınlık veya itibardır?...
Önce şunu tespit edelim: ‘İtibarlı kişi’ istisnası talep eden söz konusu argümana itiraz etmenin kimsenin aklına gelmemesi aslında ‘devletçi’ bakış açısının büyük çoğunluğumuzun zihnini tutsak almış olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü istisna beklentisine karşı çıkanların bile çoğunun nazarında devlette yükselmiş olmak kendi başına saygınlığın bir kanıtı sayılıyor. Bu, benim öteden beri kani olduğum bir düşünceyi doğruluyor: ‘Türkiye’de sadece nimetin değil onur ve saygınlığın da kaynağı devlettir.’
Şimdi bu ‘itibarlı’ kişilere biraz daha yakından bakarsak, bunların hemen hemen hepsinin ortak özelliği, çoğulcu-demokratik rejimden ve hak-hukuktan hazzetmemeleridir. Meselá Kemal Gürüz’ü alalım. Hak-hukuk tanımazlığın mücessem bir ifadesi olan bu zatın Başkanlığı döneminde YÖK’ün sadece üniversitelerin değil ülkenin de üstüne bir kábus gibi çöktüğünü unuttuk mu sanıyorsunuz?...
Açtığı irtica kampanyalarıyla üniversitelerde terör estiren, baskıcılığa karşı çıkan öğretim üyelerini adli makamlara ihbar eden, dünya görüşlerinden hoşlanmadığı kimi akademisyenleri meslekten çıkartan, üniversitelere MGK ve Genelkurmay bildirilerini tamim eden, başı örtülü kız öğrencilere zulmü yeniden başlatan, kısaca üniversiteleri kışlaya çeviren, Kemal Gürüz’ün başında olduğu yönetim değil miydi?
Dahası var: Meşru iktidara karşı silahlı kuvvetleri ‘göreve’ çağıranların ön sıralarında yer almamış mıydı Kemal Gürüz?...
Peki, itibarlı kişiler ‘onur listesi’nde adları geçen emekli 28 Şubat paşaları çok mu farklıydı?... Bunlar değil miydi gözleri her yerde ‘irticacı’ ve ‘bölücü’ gören, her vesileyle sivil yönetime posta koyan, demokratikleşme adımlarını, AB üyeliği çabasını eleştiren ve Türkiye’nin yönünün otoriter rejimler diyarına çevrilmesi gerektiğini buyuran?
Daha yakın zamanlara kadar televizyon ekranlarında ısrarla ve inatla demokrasinin Türkiye’ye uygun olmadığı temasını işleyen Kemal Yavuz değil miydi?
Peki Yalçın Küçük’ün ‘itibar’ı nereden geliyor dersiniz?... Yalçın Küçük’ü cömertçe itibarlılar listesine dahil edenler onun şöhretini borçlu olduğu saçma sapan tezlere ‘itibar’ ediyor ve bizim de itibar etmemizi mi istiyorlar acaba?
İsimlerinin önündeki ‘Prof.’, ‘Orgeneral’ vb. ünvanlar kendi başlarına o isimlerin sahiplerinin itibarlı kişiler olduklarının kanıtı mıdır?
Şu doğrudur: Ülkemizin medeni ve demokratik istikbali bakımından hayati önemi olan Ergenekon soruşturması için bile olsa hiç kimseye, bu arada adı geçen zevata da haksızlık yapılmamalıdır. Evet, herkesin hakkına-hukukuna saygı gösterilsin. Ama eğer siyaseten asıl itibar etmemiz gerekenin ‘insan haklarına bağlı demokratik hukuk devleti’ olduğunda mutabık isek, o zaman kişiler hakkında ‘itibarlı’ sıfatını kullanırken daha özenli olmak zorundayız.
Açıktır ki, insanların hukuki anlamda ‘suçlu’ olmamaları saygın kişiler oldukları anlamına gelmez.
Mustafa Erdoğan, Star, 15.1.2009
|
16.01.2009
|
|
“AKP’nin kilit ismi”
“Sınıfın çalışkan öğrencisi” eski Başmüzakereci Ali Babacan’ın sürprizlere yer vermeyen gösterişsiz çalışma üslubundan sonra, gazetecilerin can sıkıntısı, halefi Egemen Bağış’ın döneminde dağılacak gibi görünüyor...
Müzakereler yerinde saysa bile Egemen Bağış’ın ilginç karakter özelliklerinin kaçınılmaz dışavurumları sayesinde en azından oyalanmamız mümkün olacak.
Bağış’ın atanmasına paralel olarak Dışişleri’nden alınıp Başbakanlık’a bağlanan Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nin sitesine girdim dün... “Devlet Bakanı Egemen Bağış”ı tıkladım; sonra da “biyografi”yi... Bağış’ın kişisel web sitesine link vermişler... Orada Bağış’ın “uluslararası ilişkilerde ve diplomaside AKP’nin kilit ismi olduğu” yazıyor.
Kendisini, “AKP’nin dış politikadaki kilit ismi” diye tanıtması, gerçekte öyle olduğunu varsaysak bile, yeni başmüzakerecimizin bir ciddiyet ve üslup sorunu olduğu izlenimini veriyor.
Başbakan Erdoğan’ın Bağış’ı başmüzakereci atayarak kendisi adına isabetli bir karar verdiği, daha ilk günden anlaşıldı. Geçen pazar yapılan devir teslim töreninde Bağış, AB’yi kastederek, “Bu maratonu hızımızı kesmeden, yorulmadan koşuyoruz, koşmaya devam etmeliyiz” dedi.
AB yolunda keşke gerçekten koşuyor olsaydık da Bağış’ın “Koşmaya devam etmeliyiz” demeye hakkı olsaydı.
Belli ki Bağış, müzakereler yerinde saymaya devam ediyorken “Koşuyoruz” diyecek, kendisi de koşuyormuş gibi yapacak...
Bağış’ın AKP’nin dış ilişkilerindeki esas işi zaten buydu...
Spin doktorluğu...
“Spin doktoru” (Spin doctor) literatüre İngilizceden girmiş bir tanım. “Spin”, dönme, döndürme anlamında; “doctor” da “uzman” anlamında kullanılıyor.
“Spin doktoru”, aslında olumsuz olan bir durumu kamuoyuna olumluymuş gibi “satmakta” ustalaşmış bir halkla ilişkiler kapasitesine sahip olanlara Batı’da verilen ad...
Türkçedeki en kısa açımlaması “vaziyeti olumluya çevirme uzmanlığı” şeklinde olabilir. Türkçesini uydurma denemelerini başarısız olduğu için, İngilizcedeki haline fazla dokunmadan “spin doktoru” olarak kullanmak bence yeterli.
Bağış, AKP’nin Batı merkezlerine yönelik spin doktorluğunu yapmaktaydı. AKP’nin demokrasi normlarına aykırı icraatının Washington, Brüksel ve diğer Batı merkezlerindeki parti imajına zarar vermesini önlemek için girişimlerde bulunmak, Batı basınında AKP’nin eleştirildiği makaleler çıktığında bunlara cevap yazmak Bağış’ın işiydi.
Kadri Gürsel
Milliyet, 15.1.2009
|
16.01.2009
|