|
|
|
AKP ne zaman intibaha gelecek! |
Son günlerde meydana gelen iki olay, Başbakan Erdoğan ve ekibinin bugüne kadar başlarına gelenlerden yeterince ders almadıklarını düşündürüyor. Bunlardan biri, 8 Nisan günü Başbakanlıkta yapılan görüşmede Başbakan’ın Diyarbakır Barosu Başkanını azarlamasıdır. Meselenin nezaketle ilgili yanı bir tarafa, bu olay iki bakımdan anlamlı. Birincisi, Başbakan Erdoğan’ın gelenekçi muhafazakárlıktaki bir otoriteryen eğilimi içselleştirmiş olduğunu göstermesidir.
Bu otoriteryen eğilim, geleneğin mensuplarının, ‘devlet’ makamlarının bu makamları işgal eden ‘devlet büyükleri’ne vatandaşları azarlama hakkı verdiğine inanmalarında kendisini gösteriyor. Ama bu ‘muhafazakár demokrat’ ekibin şunu artık öğrenmesi gerekiyor: Devlet de ‘devlet büyükleri’ de vatandaşların amiri değildir. (Bu arada, meselenin esasına ilişkin olarak da, söylemek zorundayım ki, bu tartışmada haklı olan taraf Başbakan değil Baro Başkanıdır).
Meselenin diğer yanı AKP hükümetinin genel politik tutumuyla daha ilgili: Erdoğan ve ekibi, birçok başka vesileyle de tanık olduğumuz gibi, carî sistem nezdinde kendi meşrulukları bile şüpheli iken, kendilerini devlet gibi görmeye ve devletçi seçkinlerin dilini içselleştirmeye istekli görünüyorlar. Oysa, o mütehakkim devletin defalarca mağduru olmuş bir siyasî geçmişten gelen AKP’lilerin kendilerini devlete değil de sivil topluma daha yakın hissetmeleri beklenirdi.
Kendileri ‘Devlet’ tarafından hep aşağılanagelmiş olanların, biçimsel iktidar mevkiine geçince, bu sefer onların, yine ‘Devlet’in hazzetmediği başkalarını aşağılaması ne garip bir tecellidir!...
AKP’lilerin kendilerini devlet sanma eğilimine girmelerinin başka bir örneği de şu TCK 301 meselesidir. Hükümet güya reform niteliğinde olmak üzere, Meclise 301. maddeyle ilgili bir değişiklik teklifi sundu. Önerilen değişikliklerin işin esasını değiştirmediğini zaten başka arkadaşlar yazdıkları için, burada değişiklik metnini analitik bir eleştiriye tabi tutmaya gerek görmüyorum. Esasen bugüne kadar defaatle yapılan analizler hiçbir işe yaramadı.
Arşive baktım, daha önce sadece bu gazetede konuyu üç defa ele almış ve bugün yapılan eleştirilerin çoğunu dile getirmişim. Başkaları da aynısını yaptı. Daha önemlisi, bu işin hakikatini hayat bize öğretiyor: 301 zulmü bitmek bilmiyor. Bugün önerilen değişikliğin de bu durumu değiştirmesi mümkün değil. Çünkü, bu uydurma suçun tanımıyla ilgili olarak yapılan kelime oyunundan başka bir şey değil. Öyle anlaşılıyor ki, hükümet bu konuda devlet-tapıcısı bürokrasiye ve kendi ‘muhafazakár’lığının otoriter damarına teslim olmuş durumda.
Mesele şu: Böyle bir suç tipi var olduğu sürece, nasıl formüle edilmiş olursa olsun, ‘hukuk-mukuk tanımayan’ bir yargının elinde onun hiçbir ‘hayra’ hizmet etmesi mümkün değildir. Onun için, bir kere daha söylüyorum, aslında suç olmayan bu ‘suç’un kesinlikle kaldırılmasından başka çıkar yol yoktur. Kimse de endişe etmesin, hiçbir söz devleti yıkamaz. Zaten 301 madde de devletin kendisini değil, onun kavramını, daha doğrusu bazı insanların zihnindeki ‘devlet fikri’ni koruyor.
Ama maalesef AKP hükümetinde halá böyle bir irade yok. Ve mesele de zaten burada: Daha düne kadar Devletten ‘tokat’ yiyenler, fırsat bulmuşken tokat atan eli geri bükmek varken, tam tersine onu daha da güçlendiriyorlar ki, gelecekte de mağdur ve mazlumların sayısı artsın zahir!
Star, 17.4.2008
|
Mustafa Erdoğan
18.04.2008
|
|
|
Cârî açıkta saadet zinciri kopmak üzere |
Sanırım üç yıl önce, Merkez Bankası’nın, cari açığın finansmanında uyguladığı yöntemi, “Banker Kastelli modeli ile cari açık ödenmez” diye eleştirmiştim.
Sonra da, Banker Kastelli modelini hatırlatmıştım. Banker Kastelli adıyla tanınan Cevher Özden ilk kez halka, “reel faiz veren” kişidir. Bankalardaki tasarruflar “enflasyonun altında” faizlerle erirken, Banker Kastelli’yi kuran Cevher Özden, 1981 yılı başlarında, bankaların ve sanayi kuruluşlarının, sertifika ve tahvillerinin halka satışında “aracılık” yapmaya başladı.
O zamanki tek televizyon kuruluşu TRT’de, çok yoğun reklam kampanyaları ile halkın yakın ilgisi çekildi. Kısa zamanda çok para kazanmak ve “bir koyup üç almak” peşindeki insanlar, paralarını “yüksek faiz” veren Kastelli’ye akıtmaya başladılar. Evler, arabalar satılıyor, bu satıştan elde edilen paralar, Kastelli’ye yatırılarak “yüksek faiz” elde ediliyordu. Kastelli’nin sistemi, “saadet zinciri” sistemiydi. Bankaların mevduat sertifikalarına, şirketlerin tahvillerine verilen “yüksek faiz”, sisteme daha sonra katılan müşterilere satılan sertifika ve tahvil bedelleri ile karşılanıyordu.
1981 yılında başlayan “Saadet Zinciri” uygulaması, 1982 yılı ortalarına kadar sıkıntısız sürdü. Kastelli’ye sertifika veren bankalardan biri ödemeyi aksatınca, “saadet zinciri” o noktada koptu. Sıkışan Banker Kastelli, 20 Haziran 1982’de, eşini de alarak, İsviçre’ye kaçtı ve “bankerler faciasını” başlatmış oldu. Bu hatırlatmayı yapıp, bu modelin ilanihaye yürümeyeceği uyarısını yapmıştım. Merkez Bankası bu “uyarıyı” dikkate almadı ki, yıllardır, “yüksek faiz-düşük kur” uygulamasını sürdürdü.
Şimdi “saadet zincirinin kopma noktasına” geldik. 2008’in ilk iki ayı hiç de güzel şeyler söylemiyor. Geçen yılın ilk iki ayında 7 milyar 400 milyon, yılın tümünde de 19 milyar 247 milyon dolar olarak gerçekleşen doğrudan yabancı sermaye yatırımları, bu yılın ilk iki ayında sadece 1 milyar 65 milyon dolarda kaldı. Ancak yedide biri. Bu yıl için öngörülen, 18.5 milyar dolar yabancı sermaye girişi “hayal” olacak anlaşılan. Zaten, uluslararası piyasalarda bir belirsizlik var. İçerde ise maşallah, “darbeyi gerçekleştirmek için ekonomik kriz bekleyen” darbecilerden, her lafı iktidara getirip, “demagoji” ile günü geçiren muhalefet, ortada ne “siyasi istikrar” bırakıyor, ne de “ekonomik istikrar.”
O zaman da dış piyasaları da izleyen yatırımcılar, Türkiye’nin bu halini gördükten sonra, beklentilerinde tatmin olamıyorlar ve ellerindekini nakte çevirip “çıkışa hazır” tutmayı yeğliyorlar. Yerli yatırımcılar ise, “nasıl olsa dolar yükselecek” diyerek, ellerindeki dövizi satmak yerine beklemeyi tercih ediyorlar. Böyle olunca da ben bu yazıyı yazarken dolar kuru 1.3275 dolaylarında idi. Yani 1.40’a doğru yol alıyordu. Şimdi gelelim işin “tehlikeli” kısmına. Bu büyük tehlike, bir zamanlar ekonomi bürokrasisinin pek önemsemediği, “cari açığın finansmanı” konusunda olacak.
Yüksek faiz nedeniyle ülkeye “yağmur gibi yağan döviz” şimdi “çiseli” hale geldi. Ekonomi bürokratları, “cari açıkta bir tehlike yok” derken, ülkeye verilen cari açığın çok üzerinde döviz giriyordu. Hem açığı kapatıyor, hem de döviz bolluğu nedeniyle döviz fiyatları düşüyordu. Artık yolun sonuna gelindi. Bırakın yağmuru, bir süre sonra damla döviz gelmez. Ne olacak o zaman cari açık?
Bugün, 17.4.2008
|
Can Aksın
18.04.2008
|
|
|
Aydınlar ‘10. Yıl Marşı’nın neresinde? |
Resmi söylemin biçimlendirdiği kalıpların dışında alternatif düşünce üretmek iddiasında ve de yükümlülüğünde olan aydınların genelde siyaset, güncel olarak da iktidarla olan ilişkilerini sorgulamanın, içinden geçtiğimiz süreç göz önüne alarak zamanlamanın uygun düşmediği itirazını yükseltenler olacaktır. Konjönktüre teslim olmuş hakikatin hakikat olmaktan çıkmış olacağı ilkesini bir kenara not ederek devam edelim.
Aslında konjönktürel kaygılarla hakikat ilişkisini açıklayan güncel örnek iktidar partisinin gençlik kollarında okunan 10. Yıl Marşı’dır. Marşın okunması kadar “amiral gemisi”nin kaptan ‘köşesi’nden yapılan yönlendirme daha anlamlı. AK Parti’nin 28 Şubat süreciyle özdeşleşen bu marşla barışmasını önemli bir adım sayarak her iki taraftan gelebilecek provokasyonlara aldırmadan sahiplenmesini öneriyor, dikte eder bir tarzda. Aslında, muhtemel haklı itirazlara karşı provokasyon uyarısı yaparak itirazları provoke ediyor. 1930’lu yılların Avrupasında faşizm modasından esintiler taşıyan bu marşın kimi çevreler tarafından İstiklal Marşı’na alternatif, bir tür amentü gibi öne çıkarıldığı malum. Bu milletin tarihi hafızasını silerek kültürel kodlarını bozmayı misyon edinen batıcı aydınların “Türk’üz, bütün başlardan üstün olan başlarız” türünden üstün ırk söylemini çağrıştıran mısraları birleştirici değer gibi takdim etmeleri batıcı seçkinlerin batıdan ne anladıklarını gösterir.
Seçkinler nezdinde halkın kültürel kodlarının ne tür çağrışımlar yaptığını tartışmaya gerek bile yok. Ancak seçkinlerin telkin ettiği ehlileşmeyi de aşan kendini inkar sadedinde operasyonlar karşısında hakikatin, vicdanın sesi olması gerekenlerin durumunu tartışmak çok daha anlamlı. Ve de siyasete ve devlete eklemlenmiş aydınların konjönktürel kaygılar adına savunacakları, temsil edecekleri herhangi bir hakikat olabilir mi?
Türkiye’de özgün, özgür bir düşünce üretilecekse bu toplumun daha önce tecrübe ettiği medeniyete yaslanarak gerçekleşebilir. Medeniyet perspektifinden dünyaya ve yaşadığı topluma dair yeni ve alternatif bir şeyler söylemenin İslam düşüncesinden, estetiğinden, dünya tasavvurundan kaçarak, inkar ederek üretilmesinin imkanı olmadığı daha açık biçimde ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin duvara tosladığı tüm durumlarda İslam ve bu toplumu besleyen kültürel değerler yok sayılarak aşılamayacağı kaç kez denendi.
Toplumu benliğinden koparan, kendi kendine (kültürel) sömürgeleştiren seçkinlerle “suç ortaklığı” yaparak bu birikimin yani İslam düşünce birikiminin toplum ve çağın ruhuna seslenmesi mümkün değil. Bu tarihsel, toplumsal ve kültürel birikimi temsil anlamında toplumun sesi ve vicdanı olmanın yolu eklemlenmek değildir.
AK Parti bu anlamda kendini tanımladığı siyasal çerçeve açısından bu soruların hiçbir zaman muhatabı değildi. Toplumsal meşruiyetini ise yaslandığı tabanın üzerinde oluşturduğu algı ve bu toplumun büyük kısmının beklentilerini siyasete taşıma sorumluluğundan kaynaklanması ve bu düzeyde kimi aydınlarla girdiği ilişkiden öte bu yazının muhatabı değildir.
AKP’nin nasıl ehlileştirilmek istendiği ise ayrı bir yazı konusu. Burada tartışılması gereken husus iktidarla son derece sakıncalı ilişkilere giren ya da dışarıda kalsa bile eleştiri cesaretini gösteremeyen aydınların konumudur.
Bu konu sadece birtakım okumuşların kendi dar çevrelerinde yaptıkları aile içi sorunlarına dair tartışma konusu olmaktan başka öneme sahiptir. Türkiye’nin geleceği sağlıklı bir yere oturacaksa bağımsız kalabilmeyi başaran fikir işçileriyle mümkün olacaktır.
Burada sorulması gereken güncel soru. İslamcı aydınlar postmodern darbenin alameti farikası olmuş, darbeci seçkinlerin parolasına dönüşen bir marşın neresinde duruyor olduklarıdır? Bir darbe girişimini göğüslemek adına başka bir darbenin söylemine sığınmak politik pragmatizmle belki izah edilebilir ki bu da zaten politikacının sorunudur. Onuncu Yıl Marşı’nın ima ettiği katı ideolojik söylemle Türkiye nereye taşınabilir ya da bu söylemin açtığı kapıdan nasıl bir Türkiye’ye çıkış yapılabilir?
Tüm bu sorularla hesaplaşması gerekenler medeniyet perspektifine sahip, bu toprağın gür ve özgür sesi olması beklenenlerin konumudur.
Yeni Şafak, 17.4.2008
|
Akif Emre
18.04.2008
|
|
|
|