Bediüzzaman'ın 1919 Eylül'ündeki tesbitini Mehmet Akif'in daha sonraları İstiklâl Marşı'nda mısralaştırdığını görüyoruz. Akif, bu medeniyetin, ellerindeki laboratuvar ve teknik üstünlüğü ile dünyayı esir etme ve manevî yapısından mahrum bırakarak robot haline getirme çabasını, kuduz bir köpeğin ulumasına benzeterek;
"Ulusun. Korkma nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar."
Bediüzzaman'ın Avrupa medeniyetini tarifine bakmaya devam edelim:
"Neden Şeriat şu medeniyeti reddeder?
Dedim: Çünkü beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir.
1. Nokta-i İstinadı kuvvettir. O ise şe'ni tecavüzdür.
2. Hedef-i kastı menfaattir. O ise şe'ni tezahumdur.
3. Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe'ni tenakuzdur.
4. Kitleler mabeynindeki rabıtası, aheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise şe'ni böyle müthiş bir tesadümdür (çarpışmadır).
5. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir (isteklerini kolaylaştırmadır). O heva ise, şe'ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete (köpek seviyesine) indirmektir. İnsanın mesh-i manevisine (maneviyatının silinmesine) sebep olmaktır. Bu medenilerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.
İşte onun için bu medeniyet-i hazıra; beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh (vehmî, hayalî) saadete çıkarmış; diğer onu da beyne beyne (ortada) bırakmış. Saadet odur ki, külle veya ekseriyete saadet ola. Bu ise ekalli kalildir (çok azdır).
Nev-î beşere rahmet olan Kur'ân; ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanın tahakkümü ile havaic-i gayr-ı zaruriye (zarurî olmayan ihtiyaçları), havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedayette (ilk zamanlar) bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y (kazanç), masrafa kâfi gelmediğinden; hileye, harama sevk etmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsat etmiştir.
Cemaate, nev'e verdiği servet, haşmete bedel ferdî, şahsı fakir ahlâksız etmiştir. Kurun-ı Ulanın (ilk çağın) mecmuu vahşetini (vahşetlerinin tamamını) bu medeniyet bir defada kustu. Âlem-i İslâm'ın şu medeniyete karşı istinkâfı (kaçırması) ve soğuk davranması ve kabulde ıztırabı cay-i dikkattir. Zira istiğna (uzak durma) ve istiklâliyet hassasiyle mümtaz olan şeraitteki ilâhî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz. İmtizaç etmez. Bel olunmaz. Tabi olunmaz.
Bir asıldan tev'em (ikiz) olarak neş'et eden (çıkan) eski Roma ve Yunan iki dehaları, su ve yağ gibi mürur-ı asar ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine (kaynaşmasına) çalıştığı halde yine istiklâllerini muhafaza, adeta tenasühle o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev'em ve esbab-ı temzic (kaynaşma sebepleri) varken imtizac olunmazsa, Şeriatın ruhu olan nur-ı hidayet, o muzlim (karanlık) medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz (hazmedilmez).1
Bediüzzaman, bu bağlamda Japonya'yı örnek veriyor. Neden Japonya? Çünkü Japonya medenileşmeyi, teknik ilerlemeyi örf, anane, alfabe (zor olmasına rağmen) ve hatta yerli kıyafetlerini kaybetmeden gerçekleştirmiştir.
Said Nursî; "İstikbâldeki İslâmiyetin kuvveti ile medeniyetin mehasini (iyilik ve güzellikleri) galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-i umumiyi (dünya barışını) temin edecek."2 diyor. Diğer yandan Bediüzzaman'a göre medeniyet, insanlığın müşterek emek ve himmetinin sonucunda oluşmuştur. Bunun en büyük nimetini de icatlar temsil etmektedir. İyi ve derinlemesine tarih bilen ve bunu en iyi şekilde tahlil eden Said Nursî keşifler, icatlar, buluşlar konusunda İslâm âleminin öncülük ettiğini, her sahada İslâm Medeniyeti'nin ilk ışıkları yaktığını nazara vermektedir.
Dediler:
"Şeriat-ı garrâdaki medeniyet nasıldır?"
Dedim:
"Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişâından (soğumasından) inkişaf edecektir. Onun menfi esasları yerine, müsbet esaslar vaz' eder.
"İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe'ni adalet ve tevazündür. Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecazüptür (kendine çekmektir). Cihetü'l-vahdet (birlik ciheti) de unsuriyet (ırkçılık) ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe'ni samimî uhuvvet (kardeşlik) ve müsalemet (barış) ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür (savunmadır). Hayatta düsturu, cidal (mücadele) yerine düstur-ı teavündür (yardımlaşmadır) ki, şe'ni ittihad (destekleme) ve tesanüttür (dayanışmadır). Hevâ (hevesler) yerine hüdâdır (hidayet yoludur) ki, şe'ni insaniyeten terakkî ve ruhen tekâmüldür. Hevâyı tahdit eder (sınırlar); nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline (kolaylaştırılmasına) bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.
"Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlûmların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlûmsa, İslâm'dan doksan, belki doksan beştir.
"Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız kalmakla hem istinatsız (dayanaksız), hem bütün emeğini heder, hem onun istilâsıyla istihaleye (başkalaşmaya) mâruz kalmaktan ise, âkılâne davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır."3
Bediüzzaman'ın 1919'da o muhteşem meclisteki seçkin kişilerin bu sorusuna verdiği cevap, 2000'li yıllara giren İslâm dünyasının benimsemesi, kalb-vicdan-iman ve irfanında derinden duyması şart olan bir kurtuluş çağrısıdır. Çünkü Bediüzzaman "Medeniyetin teknik ve laboratuvarını ve onun sentezini yapan ilim potasını alacaksınız; inkârcılık, maddecilik, mukaddesat inkârcılığını ve insanın hayvanlaşmasını red edeceksiniz." demiştir.
Said Nursî, beş maddede topladığı Batı medeniyetinin temel esaslarının insan hürriyeti, şeref ve haysiyeti için yıkım olduğunu belirtir ve sonuçta bu medeniyet insanı hayvanlaştırdığı için İslâm'ın bunu reddettiğini söyler.
İslâm'da saadet bütün milletlerindir. Hıristiyan ve Musevi ideolojisinde ise, hükümetlerde olduğu gibi din kadrolarında da imtiyazlar vardır. Bu imtiyazlar sınıf hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Meselâ sosyalizm dahi esasında bir sınıf hareketidir. İslâm'da ise sınıf hareketi yok, cemaatçilik anlayışı vardır.
Güç inanılır bir ileri görüştür ki, günümüz iktisatçılarının tüketim ekonomisi dedikleri çıkmazı Bediüzzaman, o muhteşem meclistekilere aynen şöyle açıklar: "Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir." 4 Bu orijinal teşhisini; çalışmalar ve sonunda elde edilen kazançlar, masrafa kâfi gelmediğinden, insanların istediği şeyleri alabilmeleri için hileye, harama yöneldikleri, bunun da ahlâkın temel esasını bozmakta olduğu, cemiyet zengin, ancak fertlerin fakir oldukları, dolayısıyla da ilkçağdan bu yana bütün zamanlarda yapılan vahşetleri bu medeniyetin bir defada kusmuş olduğu ifadeleriyle tamamlar.
Mutlak bir gerçek olarak diyebiliriz ki; ne kendisinden önce, ne de kendisinden sonra, hiçbir İslâm düşünürü, Kitab-ı Mukaddes'ten kaynaklanan Batı medeniyetini Bediüzzaman gibi eski Yunan ve Roma'nın tahakküm hamuruna bağlayamamıştır. Bediüzzaman, Avrupa'nın maddeden başka bir şey düşünmeyen, materyalist medeniyetinin öz ilham ve sentez kaynağı için şöyle diyor: "Âlem-i İslâm. Roma dehasıyla mezcolunmaz, bel olunmaz.."
Yani görünüşte İslâm dünyası, Avrupa medeniyetini hemen kucaklaması gerekiyordu. Çünkü Ortaçağ karanlığını kapatan kudret İslâm idi. Hıristiyanlık, Roma ve Yunan medeniyetlerinin bir bakıma varisi oldu, o iki ruhu kendi bünyesinde yaşatıyor. Fakat Avrupa medeniyetinin görünüşteki huzur ve rahat yaşama örgüsü İslâm'ı cezb edemedi. Çünkü İslâm'ın önünde olan adalet, ruh-mânâ temeli, ahlâk, vefa, dünyanın ebedî hayata geçiş yeri olması gerçeği idraki içinde, Avrupa medeniyetinin cazibesi zayıf ve cılız kaldı. İslâm aslında kendisinin olan müsbet ilimleri kendi manevî potasında, kendisine özgü şekilde sentez etmenin yolunu arıyor. Bir gün bulunacak ve bu himmetin sonunda çağın İslâm medeniyeti doğacaktır.
İslâm dünyası, Hıristiyan ve Yahudi'nin ortak emeği kabul edilen madde varlığını alacak, onu kendi tefekkür ve manevi kıstasları içinde yeni bir oluşuma hammadde yapacaktır. Yani iman, ilim ve tefekkürü kâinat laboratuvarında yoğurarak insanlığın hizmetine sunacaktır. Son yüzyılda Osmanlı düşünürlerinin hepsi Avrupa Medeniyeti'nin sahip olduğu silâh, makine, ilâç ve bütün teknolojik nimetlerin hasretini çekiyorlardı. Hepsi bunları alalım demişler. Hatta kimisi için bu medeniyet bölünmezlik özelliği taşımaktadır. Yani medeniyet ile Hıristiyanlığı özdeşleştirmiştir. Buna en canlı örnek Tevfik Fikret'in oğlu Haluk'tur. Haluk önce Hıristiyan sonra da Protestan olmuştur. İngiltere'ye gitti oradan Amerika'ya geçti. Babasının istediği teknolojik ilimlerin hepsine önce sahip oldu. Ancak bugünkü binlerce benzeri gibi vatanına o medeniyeti getirmedi. Bilâkis zavallı bir pervane gibi, o yakıcı ışığın hammaddesi oldu, eridi gitti. Hem de dinini de milliyetini de kaybederek.
Neden?
Çünkü Avrupa Medeniyeti'nin neyi alacağını bilmiyordu. Yanlış adrese gitmişti. Özyapısı da bu alış verişte kendisine teknolojinin basamağı yapacak yeterlilik içinde değildi. Bediüzzaman'ın ifadesiyle o; Hakka bedel kuvveti; kardeşlik yerine cidali; huda yerine hevâyı tercih etmişti. Demek biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlûmların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlûma; İslâm'dan doksan belki doksan beştir. Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız kalmakla; hem istinatsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istilâsıyla istihaleye (başkalaşmaya) maruz kalmaktan ise, akilâne davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hadim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur; nasıl ki; düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.
Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri zıd, menfaatleri zıd olduğundan; birincisi dese: "Öl" diğeri diyecek "Diril". Birinin menfaati; zarar, ihtilâf tedenni, zaaf uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi ve ittihadımızı bizzarure iktiza eder. Şark husûmeti, İslâm inkişafını boğuyordu, zail oldu ve olmalı. Garp husûmeti, İslâm'ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir baki kalmalı. İslâm Medeniyeti ile Batı medeniyetini mukayese eden Bediüzzaman, daha sonrada mağlûbiyetle tabi olduğumuz cereyanı açıklıyor. Tabi olduğumuz ikinci cereyana karşı lâkayd kalamayacağımızı belirtiyor.
Bu ifadelerden anlıyoruz ki, Bediüzzaman'ın 1919 yılında İslâm Medeniyeti'nin esasları ile ilgili koyduğu hüküm, bakir ve ele alınmamış olarak yerinde duruyor. İşte 16. Hicrî 21. Milâdî asırda İslâm'ın manevî cihad ufkunda doğacak tek yol bundan seksen yıl önce kara günlerde Allah resulünün yolunu gösteren ve Bediüzzaman'ın ilk adımlarını attığı Risâle-i Nur yoludur.
Dipnotlar:
1- Nursî, Bediüzzaman Said, Sünûhat, s: 58, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2- Nursî, Bediüzzaman Said, Sünuhat, s: 58, Hutbe-i Şamiye, s: 42, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
3- A.g.e.
4- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s: 654, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
|