Cumhurbaşkanı'nın ABD gezisini değerlendirirken, olaya ne fazladan anlam yüklemek, ne de sıradan 'ABD ile iyi ilişkiler' başlığıyla yetinmek durumu kavramamıza yardımcı olabilir.
Yani, bir yandan, "Vay yeni Cumhurbaşkanı ABD ile iş tutuyor, zaten AKP hükümeti ABD'ci" demek olayı hafifsemek olur. Ancak, bu gezi üzerine en anlamlı yorumlardan birini Washington'daki düşünce kuruluşu CSIS'den Bülent Ali Rıza'nın yaptığını hatırlamakta fayda var (Vatan, 7 Ocak). Ali Rıza, Sezer döneminden sonra, dış politikada aynı istikamette hareket eden Cumhurbaşkanı ve hükümet gibi 'iki kapının' olmasının, ABD'nin pazarlık gücünü artıracağına işeret etti. Bu not edilmesi gereken önemli bir husus.
Diğer taraftan, 'Ne üzerine pazarlık yapılıyor ve bu kolay bir pazarlık olabilir mi' sorusuna cevap aramak durumundayız. Aşikâr olan şey, ABD'nin Ortadoğu planlarında Türkiye'nin rolü üzerine pazarlık yapıldığı. Aşikâr olan diğer bir şey, bu pazarlıkların odağında şu anda İran'ın olduğu. İran'ın hedef alınması konusunda (kim hükümet veya Cumhurbaşkanı olursa olsun) Türkiye'nin ABD dış politikası eksenine çekilmesi çok kolay bir şey değil. Örneğin, İran'a askeri bir müdahale söz konusu olursa, Türkiye'nin buna açık destek vermesi neredeyse imkânsız. Türkiye bu kamplaşmada ancak dolaylı rol oynayabilir ki bu da az bir şey değil.
Nitekim, Türkiye, İran İslam Devrimi'nden sonra, yani ABD ittifak sisteminin dışına çıktığından bu yana, bu rolü oynuyor. Bu tarihten itibaren, laik siyasi çevreler ve kamuoyu, 'molla rejimi' korkusu ve tepkisiyle, muhafazakâr çevre Sünnilik, milli rekabet ve çıkar tezleri doğrultusunda İran'a karşı siyasetlerin bilinçli/bilinçsiz tarafı halinde. Bu koşullar altında Türkiye, İran karşıtı cephenin güvenilir bir üyesi oldu. Yine bu koşullar altında, Türkiye'de İslamcılık alabildiğine Suudi etkisi altına girmesine karşın İran Devrimi'nin uyandırdığı heyecan saman alevi gibi söndü.
Şimdi, bölgede siyaset giderek bir yandan Sunni-Şii karşıtlığı, diğer yandan radikal ve anti-Amerikan İslamcılığa karşı 'ılımlı, demokrasi ile barışık İslam' kamplaşmaları üzerinden yürütülüyor. Hatırlarsanız, Irak işgali sonrasındaki gelişmelerde bile Türkiye'ye Sünni devlet rolü yüklenmişti. Türkiye, Irak'taki Sünnileri seçime katılmaya razı etme girişiminde yer almıştı. Aslında, bu çerçevede Türkiye'nin sahne aldığı rollerin listesi daha uzun, ama bunu şimdilik bir yana bırakalım.
Şimdi, gündemde bir de Pakistan'ın bulunduğunu hatırlayalım. Pakistan konusunda Türkiye'den ne beklendiği konusu da derin ve uzun bir konu. Zira, 80'li yıllarda ABD dış politikasının ikili stratejisinde bu iki ülke de önemli roller üstlenmişti. Pakistan, Afganistan'da Sovyetler'i püskürtmeye yarayan radikal İslam'ı, Türkiye İran İslam Devrimi'nin yarattığı devrimci, ABD karşıtı etkiyi savuşturmak üzere ılımlı, uyumlu İslam modelini destekleyen roller üstlenmişti.
Şimdi, Pakistan işlevini yitiren ve yeniden tanzim edilmek durumunda bir ülke. Bu yeniden tanzim nasıl olacak hep birlikte göreceğiz. Buna karşın, Türkiye'nin üstlendiği rol, yeni koşullar altında daha da önem kazandı. Zira, radikal İslam artık 'düşman', İran zaten düşman, üstelik Irak ve bölgede etkinliği artan bir düşman. Bu koşullar altında, enerji yollarının ötesinde, Türkiye'nin İslam coğrafyasındaki model ve aracı rolü daha da önem kazanıyor.
Peki, bu kötü bir şey mi? Yani, ılımlı, uyumlu bir Müslüman ülke olmamız fena mı? Yani, İran gibi sistem dışına itilmiş bir ülke olmak yerine sistem içinde önem kazanan ülke olmanın sakıncası var mı?
Hayır, radikal İslam'a itibar etmeyen bir ülke olmamız fena değil, iyi. Sistem içinde olmamız da. Ancak, Türkiye'nin bu özelliklerinin uluslararası zeminde ne şekilde dolaşıma gireceğini sorgulamamız gerekiyor. Olası bedellerini de.
Her şeyden önce, ABD dış politikasının hegemonyacı siyasetlerinin figüranı olmanın bedellerini düşünmek zorundayız. Hem ahlaki, insani bedellerini, hem de siyasi gerçekler ve gelecek ufku açısından bedellerini, meşrebimize göre hesaba katalım diyorum. (...) Politika gerçekleri açısından bedellerle ilgiliyseniz, bir büyük gücün siyasi projelerinin peşine takılmanın yakın tarihte nasıl fatura ve felaketlerle sonuçlandığını hatırlatan uzun bir liste verebilirim. Şimdilik, hiç değilse, İran'a karşı cephede rol alıp, devrimin hemen sonrasında İran'a savaş açan Saddam'ın acıklı sonunu hatırlayın.
Radikal, 10.1.2008
|